Haber-Yorum
-
Aralık 2000
Katılım
Ortaklığı Belgesi
Avrupa Birliği Türkiye'yi aday
üyeliğe almak için uzunca bir dönem belli adımlar atmasını,
özellikle de Kopenhag Kriterleri'nin gereklerini yerine getirmesini
istedi. Ancak, Türkiye bu doğrultuda hiçbir adım atmadığı
halde, geçen yılın Aralık ayında yapılan Helsinki zirvesinde
AB tutum değiÆtirerek Türkiye'yi aday üyeliğe, yani genişleme
halkasının içine aldı. Böylece onu etkilemenin daha kolay
olacağı ileri sürüldü. AB Türkiye'ye kapıyı araladı, ama önüne
de Helsinki Kriterleri'ni koydu. Tam üyelik görüşmelerine
oturmak için bu koşulların yerine getirilmesini şart koştu.
Ancak bu da fayda etmedi. Aradan
bir yıl geçtiği halde Türkiye ne insan haklarının durumunu
iyileştirmek, ne de Kürt sorununun çözümü için hiçbir adım
atmadı. Baskı ve işkence çarkında hiçbir değişim yok.
Avrupa Birliği 8 Kasım'da Katılım
Ortaklığı Belgesi'ni (KOB) açıkladı. Tam üyelik görüşmelerine
oturmak için Türkiye'nin yakın ve orta vadede neler yapması
gerektiği bu belgede bir bir yazılı. Yani bu Türkiye için
bir yol haritasıdır.
Ancak Türkiye'de bazı çevreler
bu belgeden de son derece rahatsız oldular ve benzer durumlarda
olduğu gibi tepkilerini öfkeyle, ölçüsüz biçimlerde açığa
vurdular. Bu rahatsızlığın bir nedeni kısa vadeli istemler
arasına Kıbrıs sorununun konmuş olması. AB, bu sorunun çözümü
için Türkiye'nin BM Genel Sekreteri'nin çabalarına yardımcı
olmasını istiyor. Türk tarafı ise hükümet ve muhalefet olarak
bu şarta sert tepki gösteriyor ve bunu kabul etmeyeceğini
söylüyor.
Diğer bir neden ise anadilde radyo
ve televizyon hakkıdır ki en başta Kürtleri ilgilendiriyor.
Bu belgede Kürt sorununun adı verilmiyor,
hatta Kürtlerden hiç söz edilmiyor. Görünen o ki AB, Türk
ırkçı ve şovenlerinin öfkesine yol açmamak için böylesine
ürkek bir üslub seçmiştir. Ancak belgede Kürtleri de ilgilendiren
bir dizi olumlu öneri var. Düşünce ve ifade özgürlüğü önündeki
engellerin kaldırılması; örgütlenme, toplantı ve gösteri haklarının
genişletilmesi; Kürdistan'da olağanüstü halin kaldırılması
ve bölgenin ekonomik ve kültürel durumunun iyileştirilerek
bölgeler arası farkların giderilmesi gibi. özellikle de anadilde
radyo ve televizyon yayını ile anadilde eğitimin önündeki
engellerin kaldırılması. Buna uygun adımların atılması halinde
Kürtler de kendi dilleriyle radyo ve televizyon yayını yapabilir
ve kendi anadillerinde okullar açabilirler. Türk devletinin
vatandaş saydığı ve vergi aldığı 20 milyon Kürt için de bu
olanakları yaratması gerekir.
Türk şovenleri ve ırkçıları bundan
da son derece rahatsızlar. Bir ağızdan "Kürtçe radyo ve televizyon,
Kürtçe eğitim olamaz!" diye yırtınıyorlar.
Bu nedenlerle, Türk gericilerinin
ve ırkçılarının AB'ye yönelik tepkileri bu belgenin yayınlanmasının
ardından bir kez daha yükseldi. AB Kıbrıs'ı Yunanlılara vermek
ve Türkiye'yi parçalamak istiyor, diyorlar. Avrupa bizi içine
almak istemiyor, bu nedenle de böylesine ağır şartlar koşuyor,
diyorlar.
Bay Ecevit, "Avrupalılar bizi aldattı!"
diyor.
İsmail Cem, "Kimi Avrupalılar bizi
bir sömürge gibi görüyor ve sömürge valileri gibi davranıyorlar!"
diyor.
Bunlar doğru mu söylüyorlar?
Hayır. Bunlar ipe sapa gelmez
laflar. Okurlarımız da, dünya alem de bilir ki Türkiye'yi
yönetenler, sözkonusu şoven çevreler, gerçekleri bile bile
çarpıtıyorlar. AB'nin bunu dile getirmesi ilk değil. AB ötedenberi,
Türkiye'nin üyeliği için hem Kıbrıs hem de Kürt sorununun
çözümünü temel bir koşul sayıyor.
Ama Türk yönetimi, üyelik koşullarını
yerine getirmek için bugüne kadar nasıl hiçbir adım atmadıysa,
bundan sonra da atmak itemiyor. Bu baylar, kayıtsız koşulsuz,
hiç değişmeden, işkenceleri ve zulümleri, kanlı kılıçları
ve çamurlu çizmeleriyle Avrupa Birliği'ne girmek istiyorlar..
26 yıldır Kıbrıs'ın yarısını
işgal altında tutuyor ve bunun böylece devam etmesini istiyorlar.
20 milyon Kürde en basit hakları bile tanımıyor, bu eşi görülmemiş
baskı ve zulüm uygulamasını aynen sürdürmek istiyor ve Avrupa'dan
bütün bunlara göz yummasını bekliyorlar.
Kışla ve karakollardaki işkence
çarkını sürdürmek ve Avrupa'nın buna ses çıkarmamasını istiyorlar.
Görüş ve düşünceleri yüzünden
aydınları, yazarları ve gazetecileri zindanlara dolduruyor
ve bunun böylece devam etmesini istiyorlar.
Sokaklarda, meydanlarda insanları
sorgusuz sualsiz öldürmeyi, cezaevlerinde eli kolu bağlı tutuklu
ve hükümlüleri kıyımdan geçirmeyi sürdürmek ve Avrupa'nın
bütün bunlara göz yummasını istiyorlar.
Siyasi partileri yine gönüllerince
kapamaya, dergi ve gazeteleri susturmaya, Kürt dilini yasaklamaya
devam etmek istiyorlar.
Onlar tüm bunları gönüllerince
yapabilmeli ve Avrupa işlerine karışmamalı!
Allah için söyleyin, Avrupa
mı bunları içine almak istemiyor, yoksa bu baylar mı Avrupa'ya
girmek istemiyorlar?
Doğru cevap ikincisidir.
Askerler Türkiye'nin Avrupa
Birliği'ne girmesini istemiyor; çünkü demokrasiyi istemiyorlar.
Ordu bugünkü antidemokratik düzen sayesinde hükümetten ve
parlamentodan daha etkili. İktidarın gerçek sahipleri generaller.
Onlar ihtiyazlarını yitirmek, kışlalarına çekilmek istemiyorlar.
Türk polisinin eli dayaktan
ve işkenceden olmuyor, polis bu işlerin tiryakisi olmuş..
æu anda koalisyonun ikinci
büyük partisi olan ırkçı ve faşist MHP, gücünü bugünkü baskıcı
ve antidemokratik rejime borçludur; o da Türkiye'nin demokratikleşmesini
istemiyor.
Türkçü ve şoven ideolojinin
diğer bir dayanağı olan Kemalistler de Türkiye'nin Avrupa
Birliği'ne girmesine karşı. Onlar da ulusların yakınlaşmasından,
globalleşmeden ürküyorlar.
İşin garibi, Kemalistlerle
kanlı bıçaklı olan dinci çevreler de Avrupa Birliği'ne karşı.
Ama aslında bu hiç de garip değil. Çünkü şeriata dayalı bir
düzen özlemiyle yanıp tutuşan bu çevrelerin yüzü geçmişten
beri batıya değil, doğuya; İran'a, Pakistan'a, Afganistan'a,
Suudi Arabistan'a dönük. Arasıra, dara düştükleri, baskılara
uğradıkları zamanlarda insan haklarını, demokrasinin iyiliklerini
hatırlasalar bile, dillerindeki buna yönelik sözler içtenlikli
değildir. æimdi de, ellerine fırsat geçmiş gibi memnun ve
keyifli, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne sırtını dönmesini istiyorlar.
Kısacası, Türkiye'deki şoven
ve gerici çevreler sözkonusu Katılım Ortaklığı Belgesi'ni
bahane edip tepkilerini bir kez daha ölçüsüz biçimde açığa
vurdular. AB'ye küfürler savuruyor ve meydan okuyorlar!
Geçen yıl, Helsinki zirvesinin
ardından, aday üyeliğe kabul edilen Türkiye'nin artık bir
değişim sürecine girdiğini, bundan dönüşün zor olacağını söylemiştik.
Bu iyimser görüşe varmak için acele etmişiz. Görünen o ki,
Türkiye'de dönüş değil, değişim oldukça zor!..
*
* *
Sözkonusu Katılım Ortaklığı Belgesi'nden
rahatsız olanlar yalnızca Türkiye'deki şoven ve gerici çevreler
değil; Kürtler arasında da bu belgeden rahatsız olanlar birhayli.
Kürtler bu bakımdan haklı da
sayılırlar. Çünkü Avrupalılar, Türkiye'deki şoven çevrelerin
tepkilerine yol açmamak için sözkonusu belgede Kürtlerin adına
bile yer vermediler ve Kürt sorunuyla ilgili olarak böylesine
ürkek bir dil kullandılar. Bu doğru bir tutum mu? Gerçekleri
saklamak Türk yönetimi ve bu ülkedeki şoven çevreler için
doğaldır; bu her zaman yaptıkları şey; ama Avrupalıların da
onlara ayak uydurması hem ayıptır, hem de sorunların çözümüne
hizmet etmez.
Kürt sorunu çözülmeden Türkiye
demokratik bir ülke olabilir mi? Avrupa Birliği bu baş ağrısıyla
Türkiye'yi içine alabilir mi?.
Üstelik, Türk tarafının gönlünü
hoş etmek için izlenen bu tutum da bir işe yaramadı. Sözkonusu
şoven çevrelerin, üstü örtülü biçimde bile Kürtlerin haklarından
söz edilmesine tahammülleri yoktur. Onlar bunu ülkenin ve
ulusun parçalanması gibi yorumluyor. Kimse de "hangi ülke
ve hangi ulus?" diye sormuyor. Bu zorbalar Kürdistan'ı babalarının
mülkü, Kürtleri de babalarının oğlu sanıyorlar!..
Yine de Kürtler, olaya tek
yanlı yaklaşmamalı ve sözkonusu belgenin içerdiği olumlu istem
ve önerileri de görebilmeliler.
Bu belgede, gerçekleştiği zaman
Kürtlerin de durumunu olumlu biçimde etkileyecek, kültürel
ve politik alanda özgürlük mücadelesini kolaylaştıracak olan
bir dizi reform önerisi var. Yarı aralık bir kapıdan geçmek,
sıkı sıkıya kapalı bir kapıyı aşmaktan daha kolaydır.
Öte yandan, Kürt sorununun
çözümü için Avrupa'dan çok şey beklemek de doğru değil. Kürt
halkı için temel hak ve özgürlükleri kazanmak, en başta kendi
mücadelesine bağlıdır. Bu görev asıl olarak Kürtlere düşüyor.
Örgütlenmeli, güçleri birleştirmeli ve direnmeliyiz.
Bu belgeyi Kürt karşıtı ve
ikinci bir Lozan gibi değerlendirmek yanlış olur. Bu, Türkiye'deki
şoven çevrelerin belgeye karşı kopardığı gürültüden de bellidir.
Şu
zorbanın dediğine bakın!
Katılım Ortaklığı Belgesi açıklanıp
da belgedeki istemlerin Kürtçe radyo ve televizyonla Kürtçe
eğitimi de kapsadığı anlaşılınca, Türk ırkçı ve şovenleri
çılgına döndüler. Bu herifler şimdi bir ağızdan haykırıyorlar:
"Resmi dil Türkçedir, bu ülkede
başka dilden yayın ve eğitim olmaz!"
MHP Başkan Yardımcısı İ. Köse ise
şöyle diyor:
"Anayasaya göre resmi dil Türkçedir.
Kürt diliyle yayın ve eğitim yapan anayasayı çiğnemiş olur.
Bu ise vatana ihanet suçudur ve cezası idamdır!"
Buyrun bakalım, bir şu Avrupalıların
aklına, çağa zamana bakın, bir de Türk ırkçı-faşistlerine!.
Tam da bir Kürt atasözünde söylendiği gibi:
"Alttakinin bir şey dediği yok,
üsttekinin zırıltısına bakın!"
Sen gel de şimdi bu İ. Köse gibisini
adamdan say! Herif dilimizi yasaklamakla kalmıyor, bir de
Kürtçe yayını ya da eğitimi idamlık bir cürüm sayıyor!
Adam olan bunu yapmaz. Hatta kendileri
kurt soyundan gelmiş olsalar bile, dağın ayısı kurdu, köyün
ve kentin iti köpeği bile bunu yapmaz!
Bu ne tür yaratıktır, dostlar?!.
Bu bir gurzade midir, yoksa bir harzade midir?..
Kürtçe televizyona, Kürtçe eğitime
bayımızın anayasası elvermezmiş.. Değiştir ulan o anayasayı!
Tanrı ayeti mi bu senin anayasan?. Onu faşist darbenin ardından
beşi bir yerde generaller yaptı. O anayasa değil, ferman.
Evren gibisi ne anlar haktan hukuktan? Sen de adamsan onu
değiştir, demokratik bir anayasa yap ve ülkeyi bu deli gömleğinden
kurtar!
Hem de bu herifin aklına gelmez
mi ki bu ülkenin resmi televizyonlarında, İngilizce ve Almanca
yayın yapılıyor. Türkçenin dışında, Rumca ve Ermenice eğitim
yapan okulların yanısıra, birçok dilde, örneğin Fransızca,
İngilizce, Almanca, Japonca eğitim yapan kolejler, dil okulları
var.
Senin o mübarek anayasan bunlara
nasıl açık oluyor?.
O yalnızca Kürtçeye kapalı öyle
mi?.. Çünkü "Kürtler kardeştir, asli unsurdur!.." Çünkü Kürtler
bu ülkenin yerli halkıdır, 20 milyonu aşkındır, nerdeyse ülke
nüfusunun yarısıdır. Diğer bir deyişle, azınlık da değil,
çoğunluktur...
Sen gel de, şu garip kardeşliğe,
Musa Anter'in deyişiyle, "azınlık kadar bile hakka sahip olmayan
şu çoğunluğa" bak!..
Evet, bu zorbaların yaptıkları
bu kadar açık. Kürtlerin de -tümünün değilse bile hala gözü
kapalı olanlarının- gözü artık açılmalı.. Ne yazık ki biz
Kürtler arasında hala birhayli onursuz var. Bunların da bir
bölümü ahmaklıktan, bir bölümü ise para pul, ya da post ve
makam için bu zorbaların kılıcını kuşanıyor, onların ağzıyla
konuşuyorlar...
Megalomani
ve Paranoya
Başlığa bakıp da psikiyatri konusunda
ders vermeye heveslendiğimizi sanmayın. Biz doktor değiliz.
Ama Türkiye'de psikopatlar, yani ruh hastaları öylesine çoğalmış
ki bu ülkede yaşıyan ya da bu ülkenin sorunlarıyla ilgilenen
ve hala aklı başında olan herkes, ister istemez zamanla bu
konularda uzmanlaşıyor! Hastalık ülkeyi bir uçtan bir uca
sarmış. Yalnızca tımarhaneler dopdolu olmakla kalmıyor, sokaklar
ve meydanlar da deliden geçilmiyor. Asker-sivil bürokraside,
hükümette ve parlamentoda, basında sanki meydan bu delilere,
kaçıklara kalmış..
Bu ülkede megalomani yaygındır
ve salgındır. 40 yıl boyunca bu ülkeyi kavalıyla yönetmiş
ve uyutmuş Çoban Sülü hep şöyle derdi: "Türkiye böyyüktür,
devlet güçlüdür!"
Neden Sülü bu denli büyüklükten
ve güçlülükten söz etme gereğini duyardı? Çünkü bu bir tür
ruhsal hastalıktır, kendisini büyük görme hastalığı, yani
megalomani..
Bu ülkede megalomani çok yaygın
bir hastalıktır.
"Türkiye'den büyük yok!" derler...
"Türk ordusundan daha güçlüsü yok!"
derler...
"Bir Türk dünyaya bedel!" derler...
Derler de derler!.. Kişiler için,
liderler için derler: "Filan kişi, fişmekan kişi, senden büyüğü
yok!"
Büyüklük ve küçüklük görecedir.
Bu ülkede gerçekten büyük kişi çok azdır, ama küçükler hadsiz
hesapsız... Cücelere göre sıradan bir adam da bir dev gibidir.
Megalomani ve aşağılık kompleksi
çoğu zaman biraradadır. Kendisini çok öven kişinin gerçekte
kendisine güveni yoktur, genellikle aşağılık kompleksi içinde
biridir.
Bu ülkede paranoya da çok yaygın
bir hastalıktır. Paranoyaklar hep korku kuşku içindedirler.
Sanki herkes onlara kötülük düşünmekte, plan ve tuzak yapmakta...
Dostları yoktur böylelerinin. Konu komşu, dünya alem herkes
onlara düşmandır!..
Megalomani de paranoya da bazan
kişisel bir hastalık olmaktan çıkıp toplumsal bir hastalığa
dönüşür. Bu ülkede tam da böyledir.
Son dönemdeki olaylara bir bakın
hele. MİT başkanı, Ecevit'in onayı -gerçekte isteğiyle- çıkıp
"Kürtçe televizyonda bir sakınca yok, bununla ülke bölünmez.
Türkiye demokratikleşmeli," dedi.
Doğrusu, MİT başkanının ağzından
böyle sözler duymak bizi şaşırttı. Aferin dedik, demek bir
değişim sözkonusu.. Ama çok geçmeden başkaları devreye girdiler.
Son MGK toplantısına sunulan, ama nedense adresi belirtilmeyen
bir rapor paranoyayı şahlandırdı. Bu raporda şöyle deniyor:
"Başta Yunanistan ve İsveç, Danimarka,
Finlandiya gibi İskandinav ülkeleri, Belçika, Hollanda, Fransa
ve Almanya olmak üzere, Avrupa ülkeleri "Katılım Ortaklığı
Belgesiyle" ve sözde demokratikleşme ve insan haklarını iyileştirme
bahanesiyle Türkiye'yi parçalamaya çalışıyorlar!"
Geriye kim kaldı? Bu rapora göre
tüm dünya Türkiye'ye düşman...
Yani "Türkün Türkten başka dostu
yok!" diyecektik ama, bu söz de artık eskidi. Çünkü Türklerin
de birkısmı, belki de yüzde yetmişi, Türkiye'nin AB'ye girmesini
istemekle, vatanı ve milleti bölmek isteyen hainlerle el ele
vermiş oluyor!..
Bu rapor gazetelere manşet oldu
ve televizyonlarda saat başı sunuldu. Böylece Avrupa Birliği
üyeliğinin ne derece tehlikeli bir iş olduğu, vatanı ve milleti
parçalıyacağı halka bir güzel anlatıldı..
Bu rapordan ve ona dayanarak açılan
kampanyadan da anlaşılıyor ki bu ülkede paranoya çok güçlüdür.
Hastalık insanların kalbini, ciğerini ve beynini sarmıştır...
Yazık bu insanlara! Kardeşliğimiz
yalan olsa da, komşu sayılırız ve komşularımızın bu durumuna
üzülmemek elde değil..
Günlük
Hafıza
Ünlü yazar Çetin Altan, nerdeyse
tüm köşe yazılarında bazı şeyleri tekrarlıyor ve kelimesi
kelimesine olmasa da, şöyle diyor:
"Türkiye kötü yönetildiği için
tam bir fiyaskoyla 20. Yüzyılı ıskaladı. Bu nedenle kişi başına
ulusal gelirde dünyada 93. sırada ve Yunanistan'ın 65 basamak
altındadır.
"Güney Kıbrıs Rum kesiminde kişi
başına ulusal gelir 15 bin dolar iken, bu Türkiye'de sadece
3 bin dolardır.
"Ulusal gelirin paylaşımındaki
adaletsizlik bakımından ise Türkiye Tanzanya'dan daha kötü
durumdadır.
"Bu ülkede sanayileşme ve üretimle
değil, ama hapazlama (aşırma, soygun, talan), daha çok da
hazineyi soyma yoluyla zenginleşip köşeyi dönmek marifet sayılıyor.
"Bu nedenle de yöneticiler (siyasiler
ve bürokratlar) kitleleri görülmemiş bir hamaset edebiyatıyla
(yalan dolan ve palavrayla) aldatagelmişlerdir.."
Bunlar tümüyle doğru sözler. İyi
ama Altan neden bunları her allahın günü tekrarlıyor? Sözden
ve yazıdan yana dağarcığı boş mu dersiniz?
Hayır, herkes de bilir ki Altan'ın
dağarcığı sözden yana doludur. Ama bu ülkenin insanlarının
hafızası delik. Bu nedenle içine düşen akıp gidiyor. Sevgili
halkın hafızası bir günlüktür!
Bu nedenle olacak ki, Altan gerçeği
onlara her allahın günü yeniden hatırlatıyor...
Avrupa'da
Türk Devleti'nin Terörü
Türk devleti'nin yalnız yurt içinde
değil, yurt dışında giriştiği terör eylemleri de bir sır değil.
12 Eylül 1980 faşist darbesinin hemen ardından, cunta şefi
Evren, yurt dışındaki Kürt ve Türk devrimci ve demokratlarıyla
ilgili olarak açıkça tehditler savuruyor ve "yakında onların
defterini de düreceğiz!" diyordu. Bu sözlerin üzerinden çok
geçmeden Avrupa'da birçok Kürt ve Türk devrimci ve demokratına
yönelik, bazısı ölümle sonuçlanan eylemler yapıldı, Papa'ya
suikast düzenlendi ve demokrat, barışsever bir lider ve Kürt
dostu olan Palme öldürüldü.
Bazı çevreler uzunca bir dönem
Palme'nin ölümünü, zaten adı çıkmış olan PKK'ya yükleyip bununla
bir bütün olarak Kürt ulusal hareketini karalamaya çalıştılar.
Ama sonradan anlaşıldı ki bu işin altında, CIA ve Güney Afrika'nın
ırkçı yönetiminin yanısıra, Türk faşist rejiminin de parmağı
var.
Kanımızca, faşist rejim kendisine
bağlı çeteler eliyle Papa'yı öldürüp Ermenilere yüklemeyi
planlamıştı. Ama Ağca'nın -isteyerek ya da istemeyerek- yakalanmasıyla
durum değişti. Yine de, kimi zorlamalarla bu olayı Bulgaristan
ve öteki sosyalist ülkelere, onların yanısıra Türk ve Kürt
sosyalistlerine yüklemeye çalıştılar.
Biz Türk devletinin planları ve
onun yurt dışındaki terörüyle ilgili olarak geçmişten bu yana
birhayli yazdık. Özellikle Riya Azadi'de Türk devletinin,
provokasyon yaratmak, Kürt ve Türk devrimcilerine karşı kullanmak
amacıyla yurt dışına gönderdiği terör timleriyle ilgili birhayli
yazıldı.
O zamandan bu yana, özellikle de
Susurluk kazasının ardından çok şey açığa çıktı. Görüldü ki
Türk devleti bu işleri MİT eliyle ve Abdullah Çatlı'nın yönetiminde
oluşturduğu çetelerle hayata geçirmiştir. Çatlı Avrupa'da
birçok ülkeyi dolaşmış, hatta suikastten bir süre önce İsveç'e
de gitmiştir.. Ağca da bu örgütün bir elemanıydı. Alaattin
Çakıcı da belki aynı ekipten, belki de ikinci bir kol..
Birkaç yıl önce köşeye sıkıştırılan
Çiller'in açıklamalarından anlaşıldı ki bu işler için gizli
tahsisattan önemli harcamalar yapılmış. Kendisine harcamalar
konusunda soru yöneltildiğinde, Çiller, "açıklarsam öteki
ülkelerle ilişkilerimiz bozulur, savaş bile çıkabilir!" demişti..
Sözkonusu dönemde Emniyet Genel
Müdürlüğü, daha sonra da İçişleri Bakanlığı yapmış olan Mehmet
Ağar ise, "riskini de göze alarak devlet için binlerce operasyon
yaptık!" diyerek durumu pervasızca açıklamıştı.
Yine bu işler için İsrail'den birhayli
silah alındığı ve bu silahların sözkonusu operasyonlar için
kullanıldığı ortaya çıktı.
Son günlerde Türk medyasında buna
ilişkin ilginç bir haber daha çıktı. Kaynak ise resmi bir
makam. Ankara Savcılığı, yeni açılan bir mahkemeyle ilgili
olarak hazırladığı iddianamede şu bilgileri verdi: "Hospro"
adında bir şirket parasını ödeyerek İsrail'den bu silahları
almış ve emniyete hibe etmiş. Bu silahların bir bölümü o dönem
Emniyet Genel Müdürü olan Mehmet Ağar'ın emriyle ve MİT gövrevlisi
Korkut Eken eliyle, yurt dışındaki operasyonlarda kullanılmak
üzere Çatlı ve arkadaşlarına verilmiş.. (Bakınız 1 Kasım tarihli
Cumhuriyet).
Bu silahlardan biri Susurluk kazası
sırasında mersedeste bulunmuştu.
Peki Avrupalılar bütün bunlara
ne diyorlar? Onların bu işlerden haberi yok mu?.
Olmaz olur mu? Kuşkunuz olmasın,
onlar olan biteni bizden iyi biliyor ve izliyorlar. Ama pekçok
şeyi de bilmez gibi görünüyorlar.. Onlar Türk devletinin terör
eylemlerinden haberdarlar, uyuşturucu işinde olduğunu biliyorlar;
ama açıkça dile getirmiyor, bütün bunları sorun yapmıyorlar!
Devletlerin ilişkileri böyledir. Türkiye bugün onlara gereklidir
ve onlar birbirlerinin pisliğini örter, çok gerekli olmadıkça
açığa vurmazlar...
* * *
Elbet Kürt ve Türk devrimcilerine,
yurtsever ve demokrat insanlarımıza yönelik terör yalnızca
bu kanaldan değildi. Diğer bir kanal da PKK idi. PKK da kendisinden
ayrılan, ya da diğer örgütlere mensup bir dizi devrimci ve
yurtsever insanı katletti. Bunun yansıra derneklere, siyasi
toplantılara, hatta newroz festlerine saldırdı, böylece siyasal
ve kültürel çalışmaları engellemeye, devrimci ve yurtsever
hareketi sindirmeye çalıştı.
PKK'nın yurt dışındaki terörü diğer
bir açıdan da devrimci ve yurtsever harekete zarar verdi.
Sefarethane baskınları, bombalamalar, otoban yakma ve benzeri
eylemler Avrupa kamuoyunu son derece rahatsız etti. Bu eylemler
hem PKK'nın adının teröriste çıkmasına yol açtı, hem de bir
bütün olarak Kürt hareketinin prestijini düşürdü ve uluslararası
desteğin azalmasına yol açtı.
Denebilir ki PKK'nın bu tür eylemlerle
Kürt ulusal hareketine verdiği zarar, Türk devleti ile onun
güdümündeki çetelerin, Çatlı ve benzerlerinin verdiğinden
çok daha fazlaydı.
Şu günlerde de ilginç şeyler olmakta:
Bizzat PKK'nın saflarından ayrılan bazı kişilerin yaptıkları
açıklamalara göre PKK Başkanlık Konseyi yeni bir örgüt oluşturarak
onun eliyle PKK muhaliflerini, son iki yıldır izlenen teslimiyet
politikalarına karşı çıkanları susturmak istiyor. Buna örnek
olarak, uzun yıllar Serhad bölgesinde gerilla komutanlığı
yapmış, ama daha sonra PKK'dan ayrılmış Azman kod adlı Zeki
Öztürk'e yönelik silahlı saldırı gösteriliyor. Zeki Öztürk,
kısa süre önce Ermenistan'da gerçekleşen bu saldırıdan ağır
yaralı olarak kurtuldu.
PKK Başkanlık Konseyi ve güdümündeki
yayınlar, özellikle Özgür Politika gazetesi, PKK'dan ayrılan
kişileri ve PKK politikalarını eleştiren siyasi örgütleri
ve aydınları, çete ya da düşman diye niteleyip hedef göstermektedir.
Atasözünün dediği gibi, can çıkmadıkça
huy çıkmaz. PKK ne kadar barıştan ve demokrasiden söz etse
de söyledikleri samimi değil. O, eski alışkanlıklarından,
kötü huylarından vazgeçmiş değil. O, ne kendi saflarında ne
de kendi dışında başka türlü düşünenlere katlanamıyor.
Türkiye'de
Garip Şeyler Oluyor:
Suçlular Ceza
Alıyor, Masumlar Beraat Ediyor!..
Evet, şu son günlerde Türkiye'de
çok garip bir şey oldu: Çocuklara işkence eden polisler ceza
aldılar ve yasadışı örgüt üyesi olduğu ileri sürülen çocuklar
beraat ettiler..
"Manisalı Gençler" davasından söz
ediyoruz.
Bu dava beş yıllık bir hikaye.
Beş yıl önce Manisa polisi bir grup çocuk yaşta lise öğrencisini,
duvarlara bazı sloganlar yazdılar diye gözaltına alıp işkenceden
geçirdi ve onlara yasadışı bir örgütün üyesi olduklarına dair
zabıtlar imzalattı. Çocuklar tutuklandılar, yıllarca hapiste
yattılar. Mahkemede masum olduklarını, sözkonusu zabıtları
işkence altında imzalamak zorunda kaldıklarını ısrarla söyledilerse
de para etmedi. Polisteki "itiraflar"dan başka kanıt olmadığı
halde mahkeme onlara ağır cezalar biçti.
Gençlerin ve ailelerinin şikayetleri,
kamuoyunun yoğun tepkileri üzerine işkenceci polisler hakkında
da dava açıldı. Ama gençlerin aldıkları raporlara rağmen polisler
bu davadan önce beraat ettiler!
Ne var ki bu kez yargıtay da ilginç
bir şey yaptı, alt mahkemenin her iki kararını da bozdu ve
davalar yeniden görüldü. Böylece dosyalar alt ve üst mahkemeler
arasında birkaç kez gidip geldikten sonra, geçtiğimiz günlerde
bu kez farklı biçimde sonuçlandı. Gençler beraat ederken polisler
toplam olarak 85 yıl ceza aldılar.
Bazıları buna bakarak hukuk kazandı
diyorlar. Ancak ne hukuk ne de çocuk yaşta işkence gören,
hapse düşen bu Manisalı gençler birşey kazandı. Bu ülkenin
hukuku da rezil kepazedir. Böylesi davalara ve uygulamalara
açıktır. Çocuklar yıllarca hapiste kaldılar, acı çektiler;
sonunda suçsuz bulunsalar da çok şey yitirdiler. Son karar
da hukukun marifeti değil, kamuoyunda oluşan ilginin sayesindedir.
Bu çocukların ana babaları, yakınları da yıllarboyu mücadele
ettiler. Çok kişi bu acımasız, çağdışı uygulamaya tepki gösterdi.
Türk basını da ilk kez bu trajik olayı gözler önüne serdi.
İşte bütün bunların sonunda garip
birşey oldu. Belki de Türk hukuk tarihinde ilk kez, işkenceci
polisler ceza alırken, onların işkence ettiği masum çocuklar
beraat ettiler!
Ne var ki bu olay da Kürdistan'da
değil, batıdaki bir kentte cereyan etti. Eğer yer Kürdistan'ın
bir ili ve çocuklar da Kürt olsaydı böyle olmazdı.. Orada
ne ana babalar ilgilenebilir (onları çocuklardan beter ederlerdi),
ne de basın gerçekleri kamuoyunun gözü önüne sererdi...
Kürdistan'da her yıl böylesine
onlarca dava görülür. 10-12 yaşında çocuklar bile hem dayak
yer, işkence görürler, hem de onlara ağır cezalar verilir.
Ama bundan dolayı kimse polisleri suçlayamaz! Ender olarak
haklarında dava açılsa da tutuklanmaz, görevlerine son verilmez
ve sonunda beraat ederler.
Evet, Kürdistan'da masumlar ceza
alır, işkenceci katiller ve zalimler ise para ve madalya ile
onurlandırılır...
Talan ve Yalan
Düzeni.. (*)
Son günlerde Türkiye'de başka garip
şeyler de oluyor.
Türkiye'de ne zaman garip şeyler
olmamış ki diyeceksiniz.
Ama garip var, garip var.. Örneğin
Türkiye'de işkence her zaman vardır ve bunda hiçbir gariplik
yok. Polisler ve askerler adama hakaret eder, döver, sakat
eder, öldürür, bok yedirir, tecavüz ederler... Bütün bunlar
Türkiye'de olağan şeylerdir!
Hırsızlık, soygun ve talan Türkiye'de
her zaman olur, yaygındır. Gözaçık kişiler devlet hazinesini,
millet malını çalar, halkı soyar, yüklerini tutar ve kısa
zamanda trilyoner olurlar. Bu da bu ülkede olağan birşeydir.
Türkiye'de yalan söylemek olağandır.
Siyasi parti liderleri, devlet ve hükümet adamları halka hergün
yalan söyler, onları aldatırlar. Bu garip birşey değil, yılların
geleneğidir. Hatta Türkiye'de "bilim kurumları, üniversiteler"
bu yalanlara bilimsel kılıf biçerler! Gazete ve televizyonlar
bu yalanları günün yirmi dört saati yayar, halkın beynini
bir güzel yıkarlar...
Kısacası, Türkiye'nin düzeni bir
zulüm, talan ve yalan düzenidir. Bu gerçeği herkes bilir -tanrı
da bilir- ama kimse birşey demez!
Biz ve bizim gibiler bazan deriz,
ama bizim de sesimiz heryere ulaşmaz. Bizim sesimiz, yüz zurnanın
yanında garip bir kaval sesi gibidir.
Evet her gün cereyan eden ve halkın
alıştığı şeyler garip değildir, ilgi çekmezler. Türkiye'de
yaşam zulümle, talan ve yalanla dopdoludur. Gökten zulüm yağar.
Köyler, kasabalar yalanla yıkanır. Dağlar ovalar soyguncu,
haydut yatağı olmuştur; bu hiç garip değil!
Üstelik ülkenin yönetimi sözkonusu
zorbalar, soyguncu ve yalancıların elindedir. Onlar yüksek
yerlerde oturur. Halk onlara alkış çalar, önlerinde düğmelerini
ilikler, el etek öper...
Ama son zamanlarda Türkiye'de garip,
yani insanların alışık olmadığı şeyler de olmakta..
Bu büyük hırsızlardan bazıları
koğuşturuluyor, hatta tutuklanıyor, kirli çamaşırları ortaya
dökülüyor. Gazete ve televizyonlar onların marifetlerinden
söz ediyorlar.
Nasıl oldu da bu şaşırtıcı şeyler
oldu? 10 özel bankanın batması ve 10-12 milyar doların toz
olmasının ardından.. Sizin anlıyacağınız hırsızlık sınırlarını
aştı, baraj taştı.
Diyeceksiniz ki düzen zaten hırsızların
düzeni. Diğer bir deyişle bu düzen hırsızların anası, onların
koruyucusu. Ama hırsızlar öylesine açgözlülük yaptılar ki
ananın memelerinde süt kalmadı, onu hasta ettiler, ölüm yatağına
düşürdüler.. Bu nedenle devlet artık isyan etti, "yeter, haddinizi
bilin!" dedi.
Bu da yine bu düzenin iyiliği,
varlığını sürdürmesi içindir.
Önce "yeğen" Murat Demirel yakayı
ele verdi. Seninki öylesine pervasızca çalmış ki gizlenecek
türden değil. Haberi amcasından alıp (öyle söyleniyor) çuvalları,
Kürtçe adıyla çal'ları ve harar'ları aldığı gibi dalmış bankaya,
ne var ne yok talan etmiş. Talan edilen başkalarının parasıdır
ve halkın cebinden çıkacaktır..
Murat ve çetesi yakayı ele verince
herşey açığa çıktı. Ardından çorap söküğü gibi başkaları geldi.
Hayyam Garipoğlu, Ali Balkaner, Cavit Çağlar, Yavuz Zeytinoğlu
ve diğerleri...
Sanki bu ülkenin toprağından suyundan
hırsız fışkırıyor ya da gökten yağıyor...
Şimdi herkes onlardan söz etmekte.
Gazete ve televizyonlarda onlar. Evlerde, kahvelerde, cami
sohbetlerinde onlar...
Madem ki artık herkes bu hırsızlardan
konuşuyor, madem ki herşey bu kadar ele ayağa düştü, artık
bizim yorulmamıza gerek var mı? Zaten biz bu düzenin bir zulüm,
yalan ve talan düzeni olduğunu bilir ve hep söyleriz. Ama
bir şey var ki, gözleri şimdi faltaşı gibi açılmış çoğu kişi
hırsızlardan söz etse de, hatta devlet onlardan bazısının
ensesine yapışsa da, kimse bu sınır tanımaz, ölçüsüz, pervasız
hırsızlığın nedenlerinden söz etmiyor. İşler neden buraya
vardı?.
Şunu diyebilirsiniz: Kapitalist
düzenin, serbest piyasa ekonomisinin kuralı bu: Bu düzende
sermaye emekçilerin sırtından birikir, bazılarının zenginliği
diğerlerinin yoksulluğu pahasınadır; yani bazıları diğerlerinden
çalar...
Bu doğru, ama tek başına bugün
Türkiye'deki bu ölçüsüz, pervasız hırsızlığın, soygun ve talanın
nedenlerini açıklamaya yetmez.
Şu anda Türkiye politikasında etkin
konumlarda olan kişiler, siyasi parti liderleri, devlet ve
hükümet adamları, medyanın köşe başlarını tutanlar da, kimisi
bu yolsuzluk ve soygundan şikayetçi olsa bile, işin buraya
varmasına yol açan nedenlerden söz etmiyorlar. Hatta bu konu
üzerinde hiç mi hiç durmuyorlar, "Türkiye neden bu hale geldi?"
sorusunu sormuyorlar.
Biz söyleyelim: Sebep kirli savaştır.
Son 15-20 yılda Kürtlere karşı sürdürülen bu savaş yüzünden
Türkiye'de düzen ve kural kalmadı. Çeteler devlet desteğinde
adam öldürdüler, uyuşturucu ticareti yaptılar. Kirli savaş
bu tür yollardan sağlanan kara parayla finanse edildi, bu
paralarla silah alındı. Bunun yanısıra, bu dönemde milyarlarca,
yüzmilyarlarca dolar, kara para olarak bazı kişilerin eline
geçti ve onlar devletin onayı ile bu paraları işlettiler.
Bankalar, kumarhaneler açtılar, kamu bankalarını satın aldılar.
Böylece meslekten yetişmiş sanayiciler
ve ticarethane sahipleri değil, ama katiller, uyuşturucu tacirleri,
hırsızlar ve soyguncular büyük servetler edindiler. Tüm ölçüler
kayboldu. Bu sonradan görme adamlar, açgözlü bürokratlar ve
hırslı politikacılarla birlikte devletin hazinesini talan
ettiler. Ülkeye getirdikleri kara parayı ihraç malı bedeli
gibi gösterip, bir de üstelik hazineden para aldılar.
Türkiye'nin düzeni bu son 15-20
yılda tam bir haydutlar düzenine dönüştü.
Evet, temel sebep budur ve kimse
bundan söz etmiyor. Kimse Kürtlere karşı savaşın yol açtığı
sonuçları eşelemiyor. Bu düzenin yöneticileri ve sözcüleri,
15-20 yıldır estirdikleri terörü, yaptıkları zulmü, döktükleri
kanı oybirliğiyle haklı buluyor, savunuyorlar. Kürtlerin haklarını
tanımak ise akıllarına bile gelmiyor. Bugün de barışa ve demokrasiye
düşmanlar, değişimin önünde bir ayak bağılar.
Ama bu nedenler ortadan kalkmadan
Türkiye temiz bir ülke olamaz. Bu nedenler ortadan kalkmadan
Türkiye bu zorbaların, soyguncu ve yalancıların elinden kurtulamaz.
Türkiye için çözüm Kürt halkının
varlığını ve haklarını tanımadadır, barış ve demokrasidedir.
Ancak Kürtlerin hakları tanınarak ülkeye barış gelir ve ancak
demokrasi koşullarında hırsız ve yalancıların gerçek yüzü
ortaya çıkar ve onlardan hesap sorulabilir.
Zulüm, talan ve yalan birlikte
yürür. Soygunu ve talanı önlemek isteyen, öncelikle zulmü
ve yalanı önlemelidir.
Ama bugün, bu zorbalar, hırsız
ve yalancılar tarafından ezilen, soyulan ve aldatılan halk
kesimleri gibi biz de kaygılıyız. Açığa çıkanlar buzdağının
görünen kısmı kadar bile değil. Bu adamlar bunun da önünü
alacaklar, pisliğin üstüne yeniden kalın bir perde çekecekler,
yakaladıklarını da bir süre sonra affedecekler.
Şimdi bunun hazırlığını yapıyorlar.
(*) Ferhad Can'a ait ve orijinali
Kürtçe olan bu yazı, Roja Teze'nin 71. sayısından alınıp Türkçeye
çevrildi.
|