Haber-Yorum
Ekim 2000
Ermeni
soykırımı ve suçluların telaşı
Ermeni soykırımı
ile ilgili olarak ABD Temsilciler Meclisinin iki komitesinin
aldığı karar nedeniyle Türkiye’deki şoven
çevreler hop oturup hop kalkıyorlar.
Türk devletinin sorumluları
ve Türk medyası bu konuda öylesine bir gürültü kopardı
ki, dünyada değilse bile, Türkiye’de olan biteni duymayan
kalmadı. Yine de olayı kısaca hatırlatalım:
Kısa süre önce Ermeni soykırımına
ilişkin bir karar taslağı ABD Temsilciler Meclisi
Alt Komitesi’nin gündemine alındı ve Türkiye’nin
gösterdiği tepkiye rağmen alt komiteden geçip Uluslararası
İlişkiler Komisyonu’nun önüne geldi. Türk yönetimi
ve medyası, tasarının sökonusu komitelerden
geçmesini engellemek için yoğun çaba gösterdi, ABD çıkarlarının
bundan
zarar göreceği, iki ülkenin ilişkilerinin bozulacağı
söylendi, tehdite –şantaja başvuruldu, Clinton yönetimi
harekete geçirildi; ama tüm bunlar para etmedi. Sözkonusu
karar tasarısı büyük bir çoğunlukla Uluslararası
İlişkiler Komisyonu”ndan da geçti ve
yakında Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’na gelecek ve
büyük ihtimalle orada da kabul edilecek.
İşte bu Türk yöneticileri
ve medyasını deli ediyor. “Sözde Ermeni soykırımı”
diyorlar, “hayali iddia” diyorlar! ABD Kongresi’nin Türkiye’nin
tarihi gerçeklarini çarpıttığını
ileri sürüyor, buna hakkı olmadığını
söylüyorlar. Bunu engellemek için Çekiç Güç’ün süresini uzatmamayı,
İncirlik havaalanını çalıştırmamayı,
Bağdat’a büyükelçi gönderip ambargoyu delmeyi, askeri
ihalelerde ABD firmalarına engel çıkarmayı,
Ermenistan’a baskı yapmayı gündeme getiriyor ve
daha neler neler söylüyorlar. Nerdeyse Ermenistan’a ordularını
sürüp ikinci bir soykırım yapacaklar!
Ermeni soykırımı
olayının çeşitli batı ülkeleri hükümetlerinin
ve parlamentolarının gündemine gelmesi yeni bir
şey değil. Geçtiğimiz yıllarda da birkaç
kez benzer bir durum yaşandı ve yine Türk yöneticiler,
Türk basını ve şoven çevreler hop oturup hop
kalktılar. Belli ki böyle giderse bu başağrısının
biteceği yok. Nitekim daha ABD kongresindeki süreç sonuçlanmadan
Ermeni konusu Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nun gündemine
geldi.
Anlaşılan bu kez papuç
pahalı. Yıllar geçtikçe sorun unutulmuyor, aksine
giderek ısınıyor. Soykırım mirasçısı
Türk yönetimi uluslararası planda daha da sıkışacak
gibi görünüyor.
Peki bu sorunun çözümü yok mudur?
Bu da ikiyüz yıldır süregelen Kürt sorunu gibi mi?
Arada bir, mevsim mevsim tazelenen “irtica” sorunu gibi mi?
Kıbrıs, Ege sorunları gibi mi? Açlık,
işsizlik, enflasyon gibi mi?..
Galiba bu ülke hiçbir sorununu
çözmeyi başaramıyacak.
Acaba sorunlarla yaşamayı mı seviyor, yani
bunların tiryakisi mi; yoksa burası lanetli bir
ülke midir?..
Şu Ermeni sorununa dönelim.
Gerçek nedir?
Gerçek şu ki, eğer Osmanlıların
tarihi Türklerin de tarihi ise, eğer bu tarihe sahip
çıkıyorlarsa, Osmanlı döneminde, hem de iki
kez, biri 1894 yılında, yani Abdülhamit döneminde,
biri de Birinci Dünya Savaşı sırasında
İttihat ve Terakki yönetimi eliyle Ermenilere soykırım
uygulanmıştır. İkincisi çok daha kapsamlıdır.
1, 5 milyon Ermeni, bir bölümü
kırımdan geçirilerek yok edilmiş, bir bölümü
sürülerek anayurtlarından “temizlenmiş”tir.
Bunu dünya alem biliyor, Türk
yönetimi elbet herkesten daha iyi biliyor. Ama Türk yönetiminden
ve medyasından başka dünyada bunu inkar eden yok.
Peki, inkar etmekle,
“sözde” veya “hayali” diye nitelemekle tarihi gerçekleri değiştirmek
mümkün mü? Herşey bir yana, 1,5 milyon Ermeni nerde?
O günden bu yana Anadolu’nun nüfusu kat kat artıp 65
milyona ulaşırken bu Ermeniler ne oldular?.
Bu iş, Milattan Önce filan
da değil, 85 yıl önce oldu. Soykırımı
yaşayanlar içinde hala hayatta olanlar var. 20. Yüzyıl
dünyası buna tanık oldu. Olay gazetelere, bekçok
devletin belgelerine, hatta bizzat Türk yazınına
yansıdı. O zamanki İttihat ve Terakki yönetiminin,
en başta da Enver,
Talat ve Cemal paşaların bunun için karar alıp
mülki ve askeri yetkililere ilettiğini; kırımın
her yerde valilerin, kaymakamların, askeri komutanların
talimatıyla yerine getirildiğini; özellikle erkeklerin
kırımdan geçirildiğini; çocuk, yaşlı
ve kadınların
bir bölümünün yollarda telef olduğunu; Ermeni mallarının
yağmalandığını bilmeyen var mı?
İşin ilginci aynı
yıllarda, Rum nüfus kitleler halinde kıyılardan
iç kesimlere sürülürken, 700 000 dolayında bir Müslüman
Kürt nüfus da Kürdistan’dan diğer bölgelere sürüldü ve
bunların da bir bölümü yollarda açlık ve soğuktan
telef oldular. Irkçı İttihat ve Terakki yönetimi,
böylece Anadolu’yu ve Kürdistan’ı yalnız Ermenilerden
değil, Rum ve Kürtlerden de “temizlemeyi” amaçlamıştı.
Bu, ülkeyi Türkleştirmenin
ilk büyük ve planlı, sistemli uygulamasıydı.
TC bunu daha sonraki yıllarda da bir devlet politikası
olarak devam ettirdi.
Gerçekler böyleyken, şimdi
bunu inkar etmekle, olan biteni çarpıtmakla dünya kamuoyunu
ikna etmek, daha doğrusu kandırmak, gözlere perde
çekmek mümkün müdür?
Gerçek şu ki 20. yüzyılda
Yahudi soykırımından önce Ermeni soykırımı
oldu. Hatta Hitler’in Ermeni soykırımını
örnek aldığı, onunla dünyanın nabzını
ölçtüğü söylenir. 20. Yüzyılda ve geçmişte,
başka soykırımlar yok mu? Bu da ayrı bir
konu. Değişik biçimlerde, değişik çaplarda
olduğuna kuşku yok. Sömürgecilerin son 4-5 yüzyıl
içinde Amerika’da, Afrika’da, Avustralya’da ve öteki yerlerde
yerli halklara yaptıkları ortada. En başta
da yine Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürt halkına
yaptıkları ortada.
Kürt halkı, Osmanlı döneminde de değil, şu
sözde cumhuriyet döneminde kaç kez kırımdan geçirildi,
sürgüne tabi tutuldu.
Dünyamızın ve tarihin
bu gerçeklerini Türk yönetiminden ve medyasından başka
inkar eden ise yok. Çağımızın insanları,
hatta yönetimleri, geçmişin bu acı olaylarını
gizlemiyor, sorumlusu olmadıkları halde onlardan
utanç duyuyor, çoğu kez de özür diliyorlar.
Alman halkı ve hükümeti
Nazilerin yaptıklarını hem gizlemeye çalışmıyor
hem de onaylamıyor, bundan büyük utanç duyuyor. Nazilerin
yaptıkları unutulmasın diye, yeniden yeniden
gündeme getiriyor, kamuoyunun belleğini canlı tutuyor.
Doğrusu da bu değil
mi? Geçmişte ülkeyi yönetenler böylesine utanç verici,
insanlığa karşı suçlar işlemişlerse,
daha sonraki kuşaklar ve yönetimler bunları gizlemeye
mi çalışmalı? Gizlemek, suçu onaylamak, ona
ortak olmaktır. Benzer durumların tekrarına
yolu açık tutmaktır.
Türk yönetimi yıllardır
bunu yapıyor. Böyle yapmakla aslında geçmişte
yapılanı savunuyor. Daha da kötüsü, onun benzerlerini
günümüzde tekrarlamaya pervasızca devam ediyor.
Şu 75 yıldır Kürtlere
yapılanlar ortada. Özgürlük isteyen Kürtler kaç kez kırımdan
geçirildi. Öncekiler bir yana, şu son 15 yılda binlerce
Kürt köyü onlarca kasaba yerle bir edildi. Dört milyon insanımız
ana baba yurdundan sürüldü. Kürdistan’ın geniş kırsal
kesimleri boşaltıldı. Bu dönemde, içlerinde
yüzlerce aydın ve politikacının, yazar ve gazetecinin
de olduğu 17.000 faili meçhul cinayet işlendi. Bu,
basbayağı bir soykırım, en azından
etnik arındırma değil mi?
Peki Türk hükümeti günümüz dünyasında
bunu yapmayı nasıl göze alıyor? Dün yapılanların
hesabı sorulmadığı için. Ermeni kırımına,
Rum sürgününe kimse bir şey demedi. Dünya Kürt kırımlarını
kör ve sağır biçimde seyretti. Türkiye Cumhuriyeti
soykırım üzerine şekillendi, Türkiye ve Türk
ulusu böyle yaratıldı.. Ulusal baskı, ırkçılık,
soykırım, etnik arındırma bu ülkenin kemikleşmiş
devlet politikası, ulusal politika…
Bu yalnız Türkiye’nin suçu
mu? Hem soykırımı, yani jenosidi bir insanlık
suçu sayan, hem de, kendisine dokunmadığı zaman
duymazdan görmezden gelen bir dünyanın, bunca devletin
ve hükümetin, sorumlu uluslararası kuruluşların,
BM’nin ve ötekilerin suçları yok mu? Soykırımı
yapanlar aşağılık zorba ise, onun karşısında
susanlar da alçak
değiller mi?..
Yahudi soykırımı,
dünyayı karşısına alan, kana boyayan Nazilerin
kötü adamlığı sayesinde bir perde ile örtülüp
unutulmadı. Ermeni soykırımı da, özellikle
ABD’de ve Fransa’daki güçlü Ermeni lobilerinin çabası
ve seçimlerde Ermeni oylarını alma hatırına
gündemde olmayı sürdürüyor.. Ama Kürtlerin güçlü dostları
da güçlü lobileri de yok..
Yine de Ermeni sorununun 85 yıl
sonra da bu denli gündemde olması, Türk yönetimine şeytan
azabı yaşatması, tarihin ilginç bir azizliğidir.
Demek ki yapana kar kalmıyor. Demek ki yapanlar sıcağı
sıcağına hesabını vermese de onların
oğullarından, torunlarından, torunlarının
torunlarından soruluyor.. Hiç bir halk böylesine kötü
bir mirastan kaçamaz.
Bugün Türkiye’yi yönetenler, Türk
medyası ve cümle şoven takımı, şu
veya bu ülkenin parlamentosunun Ermeni sorununa ilgisi karşısında
çılgınlar gibi bağırıp çağırmayı,
suçluyken güçlü pozlarına bürünmeyi, tehditi, şantajı
bıraksınlar. Bunun bir yararı yok. Yapılacak
şey gerçeği kabul etmek, tarihte olup biten
kötülüklere karşı
tavır almak. En azından mağdurlardan, onlar
artık yoksa torunlarından özür dilemek.. Bu kimseyi
küçültmez, aksine büyütür, olgunlaştırır. Geçmişin
kiri kanı ancak böyle temizlenir.
Daha da önemlisi aynı haltları,
nasıl olsa kimse hesap soramaz diye yapmaya devam etmemek.
Çağdaş olmak, uygar olmak, adam olmak budur. Başka
halkları, başka kültürleri yoketme üzerine bir politika
ile çağımız dünyasına uyum sağlanamaz,
böyle bir politika ile bir ülkeye barış ve uygarlık
getirilemez.
Irkçılar, şovenler,
baskı politikalarını meslek haline getiren
yönetimler ve buna destek verenler bu ülkeye en büyük kötülüğü
yaptılar. Bu çevreler hiç değilse bundan böyle bu
kötü role son vermeli; değişmeye, uygar ve çağdaş
dünya ile bütünleşmeye çalışmalılar.
Soykırımcıya
anıt..
Türk basınına yansıdı:
Şu ünlü JİTEM’ci ve marifetleri dillere destan olan
General Veli Küçük,
şimdi de Topal Osman’ın
anısına anıt yaptırmaya kalkışmış.
Biz Kürtler Topal Osman’ı,
Koçgiri direnişini bastırmaya gönderilen ve “Laz
Alayı” denen çetelerin komutanı olarak, acımasızlığı
ve kanlı kırımlarıyla tanırız.
Daha sonra, Mustafa Kemal’in
yönlendirmesi ile meclisteki bir muhalif milletvekiline karşı
cinayette kullanıldı. Daha sonra ise, yine bu cinayet
bahane edilerek kendisi de
öldürüldü.
Bu Topal Osman’ın bir başka
marifetini ise yeni öğrendik. Meger o, 1. Dünya Savaşı
sırasında Ermeni soykırımında da,
Karadeniz bölgesinde aktif olarak görev almış..
İşte JİTEM’ci
Veli Küçük şimdi bu Topal Osman’ın heykelini dikmeye
çalışıyormuş..
Doğaldır. Ermeniler
Marsilya’ya ve başka yerlere, Ermeni soykırımını
dile getiren anıtlar dikmeye çalışırken,
Topal Osman’ın varisleri de soykırımcı
anıtı dikiyorlar! Herkesin anıtı farklı
oluyor…
Bu toplumun ruh halini, kültür
yapısını bundan daha iyi gösterecek ne var?..
demek ki geçmişten hiçbir ders alma yok. Geçmişte
işlenen, soykırım dahil, yüz kızartıcı
suçlardan utanmak yok. Tam tersine, geçmişin de günümüzün
de katilleri “Türkiye’nin gurur duydukları” oluyor..
Demek ki Ergenekon masalı
doğruymuş.. Türklerin kurt soyundan geldiğine
ilişkin bu iddia –kendi iddiaları- bütün bu olup
bitenler karşısında insana oldukça inandırıcı
geliyor!..
Bahçeli
doğru söylüyor!
Diyarbakır’da, HADEP’li belediye
başkanı Feridun
Çelik’i alkışlayan
MHP Genel Başkanı Devlet
Bahçeli, bu nedenle kendisini
eleştirenlere şöyle diyor:
“Biz tutarlıyız. Bazıları
gibi nabza göre şerbet vermiyoruz; şurda başka,
burda başka türlü konuşmuyoruz. Erzurum ve Diyarbakır’da
aynı şeyi söyledim.” Ayrıca diyor ki: “HADEP’li
Belediye Başkanı’nı alkışladım,
çünkü üniter devleti savundu. Kim üniter devleti savunsa alkışlarım..”
Bahçeli, kendi bakış
açısından çok haklı. Üstelik gerçekten tutarlı.
Adam ne Türk ırkçılığı ve milliyetçiliğine
dayalı şoven dünya görüşünü değiştirmiş,
ne de Kürtlere karşı tavrını. Dün ne diyorsa
bugün de aynısını. “Erzurum’da ne diyorsa,
Diyarbakır’da da aynısını…” Hatta, “MHP
değişmiş” diye kendilerini aldatmaya çalışanları
yalanlamaktan, “biz değişmedik, dün neysek bugün
de oyuz” demekten geri kalmıyor.
Böyle birine tutarlı denmez mi?.
Peki, Bahçeli’nin “tutarsız”
dedikleri, şurda başka burda başka türlü konuşanlar
kim? Örneğin Ecevit
mi? Ecevit’in, Erzurum’la Diyarbakır arasında değilse
bile, dünle bugün arasında tutarsız olduğuna
kuşku yok. Dün sözde solcuydu, emekçi yanlısıydı,
demokrattı; bu yüzden de halk nezdinde “karaoğlan”
ve “umut”tu. Oysa şimdi dört başı mamur bir
milliyetçi, ırkçı MHP’nin ortağı, işveren
yanlısı; demokrasi ve emeğin çıkarları
konusunda ise işverenlerden daha tutucu..
Bahçeli değişmedi,
Ecevit değişti. Karaoğlan Türkeşleşti.
Başka? Mesut Yılmaz’ı
mı kast ediyor? Galiba.. Yılmaz bir ileri bir geriyi
oynuyor. Ama Bahçeli’nin tarifine en uygun düşeni HADEP’liler
ve onların akıl hocaları.
Öyle ya, dün ayrı devleti
mutlaklaştırıp, silahlı mücadeleyi fetişleştirip
Kürdistan’ı kana boyadıktan, alt üst ettikten, boşalttıktan,
Kürt halkını perişan ettikten, bir bölümünü
göçe zorladıktan, bir bölümünü devletin kanatları
altına ittikten sonra, şimdi kuzulaşıp,
savaştan da Kürt
devletinden de, hatta otonomiden de vazgeçip, üniter devlete,
kemalizme övgüler dizenleri, “çatışacağımıza
hep birlikte ülkemizi kalkındıralım” diyenleri
Bahçeli niye alkışlamasın ki?..
Eğer bu “U dönüşünü”
Bahçeli yapsa, örneğin şöyle dese: “Kürt ulusal
varlığı bir gerçeklik. Kürtlerin kendilerine
özgü ülkeleri, dilleri, kültürleri ve tarihleri var. Onları
inkar etmek hem gerçekçi değil, hem de haklarını
vermemek adil ve çağdaş bir tutum değil. Birlikte
yaşamak istiyorsak Kürtlerin haklarını tanıyalım.
Kendi kaderlerini özgürce belirlesinler. Eğer ayrılıp
kendi devletlerini kurmak istiyorlarsa buyursun yapsınlar.
Eğer Türk halkıyla birlikte yaşamayı seçerlerse,
en doğru ve adil olan eşitlik temelinde bir federasyon
ya da, Kıbrıs’ta yüzbin Türk için istediğimiz
türden bir konfederasyon oluşturmaktır!” dese, biz
de Bahçeli’yi alkışlamakla kalmayız, hatta
alnından öperiz, kucaklarız ve de bağrıma
basarız!..
Ama Bahçeli bunu demez. Bir Türk
ırkçısı, şoveni olan Bahçeli, tutumundan
milim şaşmıyor. O, bir zamanlar devrimcilik
adına mangalda kül bırakmayan, ama sıkıya
gelince tatlı canını kurtarmak için tüm devrimci
değerleri, halkın davasını pazarlayan
kişiler gibi değil. O bir post uğruna, ekranlarda,
gazete köşelerinde boy pos göstermek için akşamdan
sabaha
görüş ve saf değiştiren tutarsız, yağcı
takımından değil.
Destan yazan
Türkler…
Galatasaray’ın , Fenerbahçe’nin
veya Türk milli takımının uluslararası
karşılaşmalarda herhangi bir başarısından
sonra Türk medyasının söyleyip yazdıkları
elbet ilginizi çekiyordur: “Destan yazdık!” veya “Türklügün
gücünü gösterdik!” “Filanı-falanı ezdik!” gibisinden…
Bu, sahalarda destan yazan, rakipleri
ezen, Türklerin gücünü gösteren büyük Türk kahramanlarını
elbet çoğunuz benden iyi tanırsınız. Örneğin
Galatasaray’da şunlar var: Kalede Tafarrel,
orta sahada Hagi, bekte Popesco, ileride Jardel
ve Capone.. Geçende
Fenerbahçe’de oynayan onbirden yalnızca ikisinin Türk
olduğu söylendi.. O da nasıl Türklerse! Belki Kürt
Türkü, belki Laz-Çerkez Türkü, belki Afrikalı…
Zaten, kendisi de Kürdizade
Mustafa Bey’in oğlu
olan Türk büyüğü Ecevit sık sık söylemiyor
mu: “Köken önemli değil, bu ülkede herkes Türktür…”
Ancak o zaman, ırkçı
ve milliyetçi takımını ve de Türk basınını
ve dahi Sağlık Bakanı Kürt Osman Durmuş’u
o kadar heyecana ve sokaktaki
adamı o kadar gaza getiren “Türk kanı”, “Türk gücü”
nerede kalıyor?..
Anadolu’da ünlü bir laf vardır:
“Başkasının bilmem nesiyle gerdeğe girilmez!”
diye..
Alem rektörler
ve Genelkurmay Partisi (GP)..
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin
bu yılki açılış töreninde Rektör Kemal
Alemdaroğlu, sanki Türkiye’de çok özgürlük varmış
gibi, “özgürlük kaosu”ndan dert yanmış ve şöyle
demiş:
“Bugün dünyada hiçbir demokratik
rejim, varlığını tehdit eden ve ortadan
kaldırmak isteyen düşünce ve eylemlere özgürlük
tanımaz.”
Buyur, buradan yak! Bu adam sözde
bir bilim adamı, hem de Türkiye’nin en büyük üniversitelerinden
birinin rektörü..
Peki batı ülkelerindeki örneğin
komünist ve sosyalist partileri ne? Bu ülkelerde rejim kapitalizmdir,
sözkonusu partiler bu rejimi değiştirip, yani “varlığını
tehdit edip ortadan kaldırmak”, onun yerine sosyalist
bir rejim kurmak isteyen partilerdir. Bu amaçla örgütlenmişlerdir;
programları, yani düşünceleri buna yöneliktir ve
bu amaçla çalışma, yani eylem yürütmektedirler…
Bu örnek de gösteriyor ki koca
rektör ya bile bile yalan söylüyor, ya da bunları bilmeyecek,
uluorta konuşacak kadar cahil ve sorumsuz biridir. Şimdi
bulunduğu yerde olması, bir marangoz hatası
nedeniyledir..
Pek alemsin be Alemdaroğlu!
Demokratik
ülkelerde, yalnız mevcut rejimden yana değil, aynı
zamanda ona karşı olan hertürlü düşünce özgürdür.
Bu farklı düşünce ve istemleri hayata geçirmek için
örgütlenme ve çalışma yapma, yani eylem özgürlüğü
de vardır. Zaten demokrasi denen şey de budur. Demokratik
rejimlerde yasaklı olan düşünce, hatta eylem değil,
şiddettir. Örneğin rejim değiştirmek için
parti kurabilirsiniz, propaganda yapabilirsiniz, seçimlere
girip iktidara gelebilir ve programınızı hayata
geçirebilirsiniz; ama silah kullanamazsınız!
Ve bu herkes için geçerlidir, hem ikdidar hem de muhalefet
için.
Ama Alemdaroğlu’nun dediği
yalnız bundan ibaret değil. Sözkonusu konuşmasında
bayımız şöyle diyor:
“Tek devlet, tek vatan, tek ulus,
tek bayrak, tek dil kavramlarından asla ödün vermeyeceğiz!”
Bu sözler ne anlama geliyor?
Örneğin Türk devletinin bugünkü resmi sınırları
içinde Türk ulusundan başka ulus ve etnik grup yok mu?
Var. Laz, Çerkez, Arap, Ermeni, Rum azınlıkları
bir yana, yirmi milyonu aşkın nüfusuyla Kürt ulusu
var. Bu durumda, sen bu gerçeği nasıl yok sayacaksın?
Herhalde bu halkları ve Kürt ulusunu yok ederek, baskıyla,
soykırımla!..
Türkiye’nin bugünkü resmi sınırları
içinde Kürdistan diye bir ülke var ki Türkiye’nin toplam yüzölçümünün
üçte birini oluşturuyor. Bunu ne yapacaksın Alemdaroğlu?
Yok sayacaksın değil mi!?.
Sen Ağrı Dağı’nı,
Van Gölü’nü de yok sayarsın “bilim adamı”, rektör
Alemdaroğlu!
Peki bu ülkede konuşulan
Türkçeden başka diller? Örneğin Kürçeyi ülkenin
nerdeyse üçte bir nüfusu konuşuyor? Bunu nasıl yok
sayacaksın? Nasıl “tek dilden”ödün vermeyeceksin?
Başka ülkelerde, örneğin
Büyük Britanya’da İngiliz dilinin yanısıra
İskoçların, Gallerin kendi dilleri –basın yayın,
eğitim, resmi ilişkiler dahil- her alanda serbest.
Bu halkların yerel parlamentoları ve bayrakları
da var. Çünkü ülkedeki farkları, diğer bir değişle
mozayiği böylece gerçeğe uygun biçimde yansıtıyorlar.
Sen neden ayrı bayrağa tahammül edemiyorsun?
Çok uluslu, ya da çok etnik gruplu
ülkelerin hemen tamamında üniter değil, federal
bir devlet var. Sen neden “tek devlet” deyip üniter devleti
kutsallaştırıyorsun?
Bay Alemdaroğlu, senin bu
dediklerini senden önce Hitler söyledi: “Ein Staat (tek devlet),
ein Volk (tek halk), ein Land (tek ülke), ein Führer (tek
lider)…” Bu tipik bir faşist slogan. Hiçbir uygar ülkede
bu tür sloganlar hoş karşılanmaz. Böyle lafların
bir üniversite rektörünün ağzından çıkması
bir yana, sıradan insanlar bile söylemez; adamı
rezil kepaze ederler.
Aynı törende hazır bulunan
Turizm Bakanı Erkan Mumcu bu soytarılığa
tahammül edemeyip Alemdaroğlu’na hakettiği cevabı
verdi. Mumcu, böylesine düşünce özgürlüğüne karşıt
görüşlerin üniversite kürsüsünden dile getirilmiş
olmasını bir talihsizlik saydı ve bilim adamlarının
asker kafasıyla düşünüp davranamıyacaklarını
söyledi.
Buna karşılık
ertesi gün Genelkurmay Partisi (GP) hemen harekete geçip Mumcu’ya
tehdit dolu bir cevap verdi. Generaller, bilim adamları
da, siyaset adamları da bizim gibi düşünmeli diyorlar..
Tehdit üzerine ANAP Genel Başkanı
Mesut Yılmaz ve Başbakan Yardımcısı
Hüsamettin Özkan apar topar Genelkurmay’a koştular, özür
dilediler..
Bu ülkede çoktandır ki,
yalnız askeri konulara ve güvenliğe ilişkin
değil, siyasi, bilimsel, hukuki, ekonomik ve kültürel
her konuda en düzenli ve hızlı bildiri yayınlayan,
görüş belirten parti GP’dir.
Generallerin bu tavrı anlaşılır
birşeydir. Onlar yıllardır yalnız hukuka
ve politikaya değil, medyaya, bilime ve herşeye
askeri üniforma giydirmeye çalışıyorlar ve
bu işte epey de mesafe almışlar. Yıllardır,
politikacılar, hukukçular, bilim adamları, gazeteciler
dahil, toplumun değişik kesimlerine yönelik brifingler
boşuna değil. Bu ülkenin korkak ve çapsız politikacıları,
emirkulu hukukçuları, ibrikleri yağla dolu gazeteciler,
Alemdaroğlu gibi ırkçı ve faşist sözde
bilim adamları
bu işte onların en büyük yardımcıları.
Türk
işi işveren..
Türkiye’de geçende, yapımı
tamamlanmış bir büyük ro-ro gemisi denize indiriliyordu.
Bu gemi 150 tır taşıyabilirmiş. İzmir-İtalya
arasındaki mesafeyi 70 küsur saatten 52 saate indirecekmiş.
Ne güzel!
Bu amaçla bir tören düzenlenmişti.
Televizyon bu sanheyi veriyor, yapımcı işveren
konuşuyordu. Elbette ürünüyle ilgili övücü, güzel şeyler
söyleyebilir, onunla övünebilir, hakkıdır. Ama adam,
daha lafın başında ne dese beğenirsiniz:
“Komşularımızla
savaşta bu gemi çok işe yarayacak!”
Buyur işte, bu da ülkenin
işvereni!.. Bu adamlar savaştan, kavga dövüşten
başka birşey düşünemezler mi? Bu bir çıkarma
gemisi değil, savaş gemisi değil. Sivil taşımacılık
için yapılmış bir gemi. İnsan, böylesine
büyük bir taşıma gemisini denize indirirken komşusuyla
savaştan mı söz eder?.
Burası garip bir ülke. Üniversite
rektörü düşünce özgürlüğüne düşman. İşvereni
komşusuyla savaştan başka şey düşünmez…
Türkler kendileri için "biz
asker milletiz!" deyip
övünürler. Övünülecek birşey olup olmadığı
bir yana, ama galiba asker millet oldukları doğru.
Bu ülkede, yalnız kışlada değil, üniversitede,
camide, fabrikada, mahkemede, her yerde sanki askeri bir bakış
açısı var. Toplum sanki bütünüyle üniformalı.
Herşey tek tip, tek renk, katı, uzlaşmaz ve
saldırgan…
Heryerde “asker kafa” diyeceğiz
ama, askerlerle ilgili böyle bir genelleme haksızlık
olur. En azından uygar ülkelerde askerler de uygar yaşamdan,
demokrasi kültüründen paylarını almışlar.
Uygar ülkelerin askeri-polisi bile çoğu adam gibi. Bu
ülkede ise bilim adamı ve işverenin çoğu bile
adam gibi değil!
Lanet olsun! Ne şans ne
şans, adamlar bizi de kendilerine benzettiler! Biz Kürtlerin
de toplum, siyaset ve kültür yaşamımızda benzer
sahneler, tek tip düşünce ve davranış tarzı,
efendi-kul ilişkisi, hoşgörüsüzlük, saldırganlık
az değil.
Ecevit’in "Merkez
Köyü"
Ecevit’i anlatmakta insan zaman
zaman tereddüte düşüyor. “Şair ve romantik” desek,
böylelerinin yumuşak, insani bir tarafı olur. Koca
gerçekleri gizleyen, bile bile çarpıtan bir adamdan ne
şair, ne de romantik olur. Yalanla şiir birbiriyle
bağdaşmaz. Ecevit’in şairliği ve romantizmi
gibi dürüstlüğü de bir ince cila, gerçek kişiliği
altta ve gizli.
Katı yürekli bir realist de
değil. Katı yürekli olmasına katı yürekli
de, yanında realistliği yok. Çünkü hiç gerçekçi
değil. Yalnız toplumu değil, kendisini bile
aldatıyor. Bir bakıma masalcı amca. Ama masalcı
anlattıklarının içyüzünü bilir, inanmaz. Bu
öylesi değil, kendi uydurduğu masallara kendi inanan
biri..
Ütopyacı mı desek?
Ama ütopyalar yine de güzel amaçlar içindir. Örneğin
Campenella’nın “Güneş Beldesi” sosyalist ütopyası..
Campenella insanlar için güzel şeyler düşünüyor.
İyiniyet var, ama gerçekçi değil. Ecevit ise bir
ütopyacı olamaz. Çünkü onun tasarılarında iyiniyet
yok. O, rejimin gayri insani planlarını nasıl
gerçekleştireceği üzerine kafa yoruyor. Ecevit’in
şu “köykent” projesi de işte bu türden. Kürt asimilasyonuna
yönelik bir proje. Kötü niyetli bir masal..
Yıllardır söyleyip
duruyor. Kaç kez başbakanlık yaptı, ama ortada
henüz bir köykent yok!
Birkaç gün önce Ecevit, bir “merkez
köy” kuruluşu için Şırnak’a gitti. Yeni uydurulmuş
adıyla Başağaç diye bir köyün temelini attı.
Rejimin birkaç yıl önce yerle bir ettiği bir köyün
yıkıntıları üstüne 106 hanelik bir köy
yapılacakmış. 65 metrekarelik konutlar..
En başta, hane başına
nüfusu 10’dan, 15’ten aşağı düşmeyen bir
Kürt köylü ailesi için 65 metrekare komik değil mi? Hadi
diyelim ki içinde balık istifi oturup yattılar;
ya ahırları, samanlıkları?..
Bu evlerin bölge iklim koşullarına,
ağır kış şartlarına uygun olup
olmadığı ise ayrı bir konu. Gelen haberlere
göre değilmiş. Öte yandan, uygun olsa bile, yanıp
yıkılmış dörtbin köyün içinde bir, ya
da birkaç köyün yeniden inşası ne ifade eder? Salt
Şırnak’ta 59 köy ve pekçok mezra boşalmış,
7948 hane (58.000) nüfus göçetmiş. Bunların dönüşüne
hem izin yok, hem para yok.
Demek ki Ecevit’inki bir reklamdan,
bir propaganda gezisinden başka birşey değil.
Ama bunu da ağzına gözüne bulaştırdı.
Bu propaganda seferinden birkaç gün önce Şırnak
HADEP İl Başkanı ile bazı arkadaşları
her bakımdan sırıtan bir komplo ile tutuklandılar.
Gerek Siirt’te, gerek Şırnak’ta barış
isteyen, köye dönüşlere izin verilmesini isteyen pankart
ve sloganlara bile tahammül
edilmedi.
Bu ülkenin zorba ve acımasız
yönetim geleneği ile şiir ve romantizmin izdivacı
ancak böyle ikiyüzlü, çarpık bir garibe verebilirdi…
Demirel’in
“tecrübeli, muteber ve dürüst” bankacısı..
Bültenimizin Eylül haber-yorumunda
Demirel’den, yeğen ve
yakınlarından birhayli söz etmiştik. Bu arada
başka önemli gelişmeler oldu. Nasıl olduysa,
yeğen Murat Demirel
Egebank’ın içini boşaltmaktan dolayı tutuklandı.
Marifetleri bir bir ortaya dökülmekte.
Ama bundan da önemlisi, 9. Cumhurbaşkanı
amca Demirel’in bu işteki rolü.
Bankalara el konmasına ilişkin
bakanlar kurulu kararı hazırlanırken, haber
sızıp duyulmasın diye pek az kişi haberdar
edilmiş, bakanlara bile boş kağıt imzalatılmış.
Ama kararname onay için Demirel’e çıktıktan iki
saat sonra, yeğen Demirel çuvalları alıp bankaya
dalmış, kasalardaki milyonlarca doları boşaltmış..
Nasıl mı haber almış? Belki bir kurye
ile, belki telefonla..
Tabi Demirel bunu inkar ediyor.
Peki yeğeni Murat Demirel için Azerbaycan Devlet Başkanı
Aliyef’e gönderdiği
mektup?. İşte onu inkar edemiyor.
Meğer senin gözaçık
Murat, amcası Demirel’in cumhurbaşkanlığı
döneminde Azerbaycan’da da bir banka satın almış.
Ama satınalma işleminin devlet başkanı
Aliyef tarafından onaylanması gerekiyormuş.
Aliyef’in imzası gecikince seninki kaleme kağıda
sarılıp yeğen için bir mektup döşenmiş.
Mektupta, “Aziz Cumhurbaşkanı, Aziz Kardeşim”
diye başlayıp diller döktükten sonra şöyle
diyor:
“Banka sektöründe tecrübeli,
muteber bir işadamı olarak dürüstlüğünden şüphe
duymadığım Sayın Murat Demirel’den yakın
ilgi ve desteğinizi esirgemiyeceğinizden eminim.”
İşte böyle sevgili okurlar!
Kırk yıl bu memleketi yönetmiş, altı kez
mi, yedi kez mi başbakanlık, 7 yıl da cumhurbaşkanlığı
yapmış “böyyük Türkiye”nin eşi bulunmaz, Ecevit’in
tabiriyle, o olmazsa olmaz “böyyük devlet adamı”nın
son fotoğrafı budur. Bu memleket işte böyle
idare ediliyor. Adam, yeğenlerinin Türkiye’deki marifetleri
yetmiyormuş gibi, onlara bir de elin memleketini soydurtmaya
çalışıyor. Bu destekler sayesinde,
hiç bir numarası olmayan “tecrübeli, muteber ve de dürüst”
yeğenler, beş para harcamadan koca bankaları
ele geçiriyor ve aradan bir-iki yıl geçmeden soyup soğana
çeviriyor, iflas ettiriyor, ceremesini de halk ödüyor…
Uzun lafa gerek yok. Bu konuyu
zaten artık herkes yazmakta
ve sağır sultan bile duymuş bulunmakta..
Demirel düştü. Düşenin
yari olmaz. Medya da Demirel’e artık acımaz.
Çek Cumhurbaşkanı
Havel: "Kürtler kendi dillerini özgürce kullanabilmeli"
Çek Cumhurbaşkanı Vaclav
Havel, resmi bir
ziyaret için gittiği Türkiye’de 12 Ekim günü İstanbul’da
bir basın toplantısı düzenledi ve bu toplantıda
hapisteki Eşber
Yağmurdereli’nin
durumunu gündeme getirdi, affı için Türkiye Cumhurbaşkanı
Sezer’le
konuştuğunu söyledi.
Havel konuşmasında “Kürt
azınlığı” tabirini kullanınca bir
gazetecinin sorusu üzerine konuyu daha da açtı ve bir
ülkede, azınlık da olsa, herkesin özgür yaşamaya
hakkı var, onların duşünce ve isteklerine saygı
göstermek gerekir. Türkiye’de Kürtler de dillerini özgürce
kullanabilmeliler”
dedi ve birkaç yıl önce Çeklerden ayrılarak kendi
devletlerini kuran Slovakları örnek gösterdi. Ayrıca
Kıbrıs’tan söz etti, burada Rumlarla Türklerden
her iki tarafın da dillerini özgürce kullandığını
ve bunun bir sorun olmadığını söyledi.
Havel, 12
Ekim akşamı da bazı Kürt ve Türk aydınlarının
ve insan hakları kuruluşları temsilcilerinin
katıldığı bir yemekli toplantıda
sohbet etti. Burada anlaşıldı ki Havel Kürdistan’a
da gitmek istemiş, ama bu “mümkün olmamış”.
Anlaşılan, ev sahipleri, “Efes’i ve
İstanbul’u gez, yeter” demişler..
Türk gazetelerinin çoğu
Havel’in basın toplantısından söz ettiler,
ama Kürtlerle ilgili sözleri yine çarpıtarak verdiler,
Havel’in, “Kürtler dillerini serbestçe konuşmalı”
dediğini ileri sürdüler. Yani kaşla göz arasında
“kullanma” sözünü “konuşma”ya çevirdiler..
Oysa bu ikisi arasında çok
büyük fark var. “Dili serbestçe konuşmak” dil özgürlüğünün
yalnızca bir yönüdür. Kürtler zaten bunu yapmaktalar
ve onu önlemeye Türk yönetiminin gücü yetmedi. Ama “dili serbestçe
kullanmak” çok daha geniş kapsamlıdır; konuşmanın
yanısıra, o dille okuma ve yazmayı, kitap,
gazete ve dergi yayınını, radyo ve televizyon
yayınlarını, resmi ilişkilerde kullanmayı
vb. kapsar.
Görüyor musunuz, Türk gazeteciler
ne kadar gözaçıklar! Tabi eğer bu işi yapanlara
“sahtekar” demezseniz.. Belli ki böyleleri, Kürtlere kendi
dillerini konuşmaktan daha fazlasını gerekli
görmüyorlar.
Ama
aralarında az da olsa buna tenezzül etmeyenler, gerçeği
yansıtmaya çabalayanlar da var. Onların da hakkını
yemeyelim..
|