PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Haber-yorum, Şubat 2001

Okkan suikasti ve devlet içi iktidar kavgası

24 Ocak akşamı Diyarbakır’da son dönemlerin en önemli cinayetlerinden biri işlendi. Bir suikast sonucu Emniyet mürüdü Gaffar Okkan, koruma görevi yapan beş polisle birlikte öldürüldü, dört polis ise olayda ağır yaralandı.

Eylemde klaşnikof marka uzun namlulu silahlar ve el bombaları kullanıldı. İddiaya göre saldırganlar en azından 10-15 kişilik bir timdi. Uzaktan taramakla kalmadılar, Okkan’ın arabasına sokulup yakın mesafeden başına ateş açtılar. Belli ki sonuç almaya kararlıydılar.

Saldırının ardından hiçbir fire vermeden, görgü tanıklarına göre soğukkanlı bir şekilde diyarbakır soskaklarına dalıp gittiler. Aradan on gün geçti, polis diyarbakır’da binlerce ev bastı, operasyonlarını başka kentlere uzattı, ama katillerden hiçbir iz yok. Bu gidişle olmayacak da!

Bu saldırının son derece profesyonelce icra edildiği herkesin ortak kanısı. Peki o kimlerin, hangi örgütün, hangi karanlık odakların eseridir?

Olayın ardından, daha yarım saat geçmeden, ortada ne katil, ne delil yokken, hükümet sözcüleri ve bazı kemalist çevreler eylemi Hizbullah’a yüklediler! Nedeni de Gaffar Okkan’ın Hizbullah’a yönelik operasyonlarda oynadığı önemli rol. Ayrıca, çok daha önceden, Hizbullah tarafından hedef seçildiğine ilişkin olarak istihbarat alındığı söylendi. Hatta Olaydan bir süre önce, suikast amacıyla Türkiye’ye sızan bir hizbullah timinden söz edildi. Bir delil daha vardı: Olay yerinde bırakılmış olan "makarof"”marka silah.. Takarof ve makarof marka silahları Hizbullah kullanırdı. Yine bazı görgü tanıklarının çizdiği eşgaller: Eylemcilerinden biri sakallıydı, biri de şalvar giymişti..

Eh bu kadar kanıttan sonra artık başkasından şüphelenmeye gerek var mı! Üstelik şu dönemde PKK’dan şüphelenmek için neden yok. Çoktandır silahları susturmuş, ideolojik ve politik görüşlerinde rejimin istediği sınırlara çekilmiş, böyle yaparak rejimle bir uzlaşma arayan ve asıl olarak da Öcalan’ın hayatını kurtarmak isteyen PKK, bu politikasında bir değişiklik olmadan hiç böyle bir eylem yapar mı? Kaldı ki PKK istese bile bu çapta bir eylemi böyle bir profesyonellikle yapamaz. O, 15 yıllık savaş boyunca, ne zaman kent içinde bu çapta bir eylemi başardı ki?

Evet, saldırının PKK’dan gelmediğine FP Genel Başkanı Kutan’dan başka kimsenin kuşkusu yok. Gaffar Okkan DEV-SOL ve TİKKO gibi örgütlerin ise seçeceği hedef değil. Üstelik Diyarbakır onların eylem alanı değil. Hatta bunların hiçbiri, İstanbul, İzmir gibi batı kentlerinde bile bu çapta bir eylem gerçekleştirmiş değiller.

Peki Hizbullah bu çapta bir eylemi böylesine profesyonelce işleyebilir mi? Aklı başında hiç kimse buna evet demiyor. Yıllarboyu polis himayesinde kent ortasında, çağu tek ya da iki kişilik eylemlerle ve tabancayla insan kurşunlamış, ya da satırla doğramış, sonra da yakalanma, hesap verme gibi bir korkusu ve kaygısı olmadan çekip gitmiş Hizbullah elemanlarından bu çapta bir eylem beklemek abesle iştigaldır. Hizbullah tasfiye dönemine kadar devletin kolluk güçlerine tek kurşun sıkmadı. Bunu ne düşündü ne de yaptı; çünkü bizzat o güçler tarafından örgütlenip eğitilmiş, eylemlerine yön verilmişti. İşi bitip de tasfiye edildiği dönemde ise, örgüt evlerine yapılan baskınlar sırasında bir iki yerde tepki oldu ve çatışma çıktı.

Polisin elinde Hizbullah elemanlarının listesi tam mevcutlu olarak vardı ve resmi yetkililerin basına açıkladıkları üzere, gerekli bilgiler datalara işlenmişti. Bu nasıl bir örgüt ki, sözde “laik devleti” yıkmak ve bir şeriat devleti kurmak için örgütlenmiş, ama devlet güçlerine karşı tek bir eylemi yok, habire Kürt yurtseverlerini ve devrimcileri öldürüyor, insanları kaçırıp işkenceyle ve domuz bağıyla boğuyor, evleri mezarlıklara çeviriyor ve yakayı da hiç ele vermiyor?!. Taki devlet, “Hizbullah’ın defterini dürün!” diye düğmeye basıncaya kadar… Öte yandan örgüt üyeleri üye olmak için kimlikleriyle başvuruyor ve bunların binlercesiyle ilgili bilgiler İstanbul Beykoz’daki dataya düzenli işleniyor?.. Bu örgütün devlete karşı örgütlendiğine inanacak bir budala var mı?

Gerçek şu ki, Türkiye’deki Hizbullah örgütü bizzat Türk devleti tarafından yaratıldı. Ülkede İran devrimine sempati duyanlar elbet vardı, bazı fanatikler de İran’a kadar gidip eğitim almış olabilirler. Ama bunlar daha ciddi bir varlık olmadan, rejim içlerine sızdı, ipleri ele aldı ve özellikle Kürdistan’da örgütledi. Kadrolarını Kürtlerden devşiren Hizbullah, yine Kürt yurtsever hareketine karşı ve sayısız cinayette kullanıldı. Bu para militer bir güçtü. Rejim onun eliyle Kürdü Kürde kırdırdı ve Kürdistan’da kitleleri sindirdi. Hizbullah’ın askeri kadrolarının bizzat jandarmanın koruması altındaki kamplarda eğitildiği herkesçe biliniyor. O kadar ki bu gerçek TBMM araştırma komisyonunun raporuna bile yansıdı, ama hükümet de parlamento da bu konuda susmayı tercih etti. Herkes gerçeği biliyor, ya onaylıyor, ya da görmezden geliyordu.

Rejimin Hizbullah’a ihtiyacı da elbet bir yere kadardı. Çok daha büyümesi ve kitleselleşmesi halinde denetimden çıkabilir, tehlikeli olurdu. Bu nedenle, Öcalan’ın yakalanmasının ve PKK’nın silahlı eyleme son verip ideolojik ve politik hattında rejimin istediği çizgiye çekilmesinin ardından Hizbullah’a da gerek kalmadı. Bu durumda Hizbullah’ın da tasfiye edilmesi doğaldı. Düğmeye basıldı ve Hizbullah’a karşı operasyon başlatıldı. Örgütün devlet güçleriyle bağlantısını sağlayan en üst düzey elemanı olduğu anlaşılan Velioğlu yok edilerek bağlantı koparıldı. (Hatırlayın, Velioğlu’nun öldürüldüğü operasyonda, kendisine yüz dolayında mermi isabet ederken, yanındaki “yakın çalışma arkadaşlarının” burnu bile kanamadı ve bunlar sonradan itirafçı diye sahneye çıkarıldılar. Bunların da polisin örgüt içindeki adamı olmaları ve Velioğluna ilk kurşunu belki de kendilerinin sıkmış olması büyük ihtimaldir.)

Bunun ardından polis ve jandarma, eliyle kiralamış ya da koymuş gibi, örgüt evlerini, silah depolarını bir bir bastı, korkunç cinayetleri ve kurbanların cesetlerini, ve “bir orduyu donatacak kadar silahı” ortaya çıkardı, örgüt elemanlarını toparladı.. Olup bitenleri iyi izleyen aklı başında insanlar böyle olacağını daha zamanında söylemiş, yazmışlardı. Ne gariptir ki hala bunu görmeyenler, anlamayanlar var! Ya da görmezlikten, anlamazlıktan gelenler… Elbet, öyle davranırlar. “Bizim devletimiz işte böylesine komplocu; Hizbullahı o kurdu, eğitti, bunca cinayeti o işletti!” diyemezler ki... Kol kırılır yen içinde.. Kutsal Türk devleti böyle yapmışsa bir bildiği vardır.. Bütün bunlar vatanın ve milletin birliğini korumak, laik cumhuriyeti savunmak içindir, değil mi efendim?!.

Sevgili vatandaş, bu gözaçıklar tarafından budala yerine konan yurttaş, işte durum bu!.. Senin, “terör örgütleri” diye, “azılı teröristler” diye sahnede gördüklerinin çoğu karagöz ve hacivattır. Bunlar, ipi başkalarının elinde olan kuklalardan başkası değil. Senaryoyu yazanlar, planları yapanlar ve eylemleri yönetenler perde arkasında, senin devletinin ta göbeğinde.

Ve bütün bunlar seni kandırmak, soymak, insan haklarından ve demokrasiden yoksun tutmak için yapılıyor. Oyun senin üstüne kurulu, farkında mısın?..

Şimdi böylesine kullanılıp, sonunda bir paçavra gibi ezilip kenara atılmış, darmaduman olmuş bu Hizbullah örgütü mü böylesine yağdan kıl çeker gibi, profesyonelce ve süper bir eylem yapacak?. Geç beyim geç!..

Basında da birçok köşe yazarı ve yorumcu aynı kanıda. Bu nedenle, “Hizbullah bu işte yalnız değildir, olsa olsa taşaron olarak kullanılmıştır” diyorlar. Bizce Hizbullah, taşaron olarak bile böyle bir eylemi gerçekleştiremez. Bu, şimdiye kadar kimsenin yakalanmamasından bellidir. Nasıl yakalansın ki? Bu tür cinayetlerin katillerini yakalamak devleti yakalamakla eştir! Cinayetlerin aydınlanması devlet içinde yuvalanmış çeteleri, bu çetelerin üst plandaki suç ortaklarını -bu çarkı kuran, yönlendiren politikacıları, bürokratları, emniyet genel müdürlerini, generalleri, içişleri bakanlarını, Çiller gibi başbakanları, hatta Demirel türü cumhurbaşkanlarını- ele verir. Mehmet Ağar’ın deyişiyle, bir tuğla çekilse duvar yıkılır, tüm devlet altında kalır!..

Bize göre bu eylemi de, aynen Abdi İpekçi, Uğur Mumcu suikastlerinde ve benzer pekçok olayda olduğu gibi, devlet içindeki bazı odaklar yaptı. Kontrgerilla gibi, Jitem gibi… Bu, barış ortamından, demokratikleşmeden, saydamlıktan ürken güçlerin işidir.

Türkiye’nin Avrupa Birliği aday adaylığı, Katılım Ortaklığı Belgesi’yle Türkiye’nin önüne konan reformlar bu çevreleri ürküttü. Ülkenin yönetimini fiilen ellerine almış olan, MGK kanalıyla tüm temel politikaları belirleyen generaller imtiyazlarını yitirmek istemiyorlar. Kontrgerilla ve JİTEM içinde işledikleri yüzlerce, binlerce eylemle suça batmış olanlar, demokratikleşmeden ve saydamlıktan korkuyorlar. İkence çarkının elemanları korkuyor. Savaş rantını yiyen asker-sivil bürokrasi kesimi, uyuşturucu ve silah ticaretinin kaymağını bölüşenler, rüşvet ve haraçla köşeyi dönenler bu yağlı ballı börekleri yitirmek istemiyor.

Bütün bu kesimler değişimi sabote etmek, saydamlığı önlemek için son aylarda seferber oldular. Generaller hükümete bile posta atıyorlar. “Avrupa bizi bölmek istiyor!” diyorlar. Demokratikleşme ve özgürlük istemlerinin karşısına hep terör gerekçesi sunuluyor. “Terörün beli kırıldı, ama hala bitmedi!” deniyor. “PKK tehditi devam ediyor” deniyor. “Hizbullah’ın oluşturduğu tehdit’ten” söz ediliyor… Bu kesimler sürekli olarak halkı terörle, iç ve dış düşmanlarla ürkütüyorlar. Bugünkü statükoyu sürdürebilmek için onlara bahane gerekli. Bu bahane terördür, iç ve dış düşman paranoyasıdır. Olmasa bile onu yaratacaklardır!

Türkiye değişimin eşiğine her yaklaştığı, demokratikleşme ve iç barış yönünde umut doğduğu her dönemde bu güçler devreye girip ortalığı karıştırıyorlar. F Tipi cezaevleri sorununda uzlaşmayı son anda sabote edenler de aynı odaklardı. Aydınların, bazı hukukçu ve parlamenterlerin girişimiyle bir uzlaşma zemini doğmuşken Taksim’de afiş asan gençlere kurşun sıkılması, ardından polis otobüsünün taranması, kuşku olmasın ki onların eseriydi. Çevik Polisi kazan kaldırmaya kışkırtan da onlardı. Adamlar bu işte ustalaşmışlar; deneyimli ve profesyoneller. Yıllardır baskı ve darbe ortamları için bu yöntemlerle kamuoyu oluşturdular, demokrasi ve barış yönündeki adımları böyle engellediler. Bu eylemin arkasında da onların olduğuna kuşku olmasın. Önümüzdeki günlerde benzer eylemlerin sürmesi beklenmelidir..

Bu komplo ve provokasyon yuvaları, Askerin ve derin devletin bir dediğini iki etmeyen, onların gönlüne göre hükümet eden Ecevit’i bile şaşırtacak, “birileri düğmeye bastı!” dedirtecek kadar etkin. Demek ki onlara göre Ecevit de bazan oyunbozanlık ediyor..

Peki bunu yapanlar Diyarbakır emniyet müdürünü mü seçer. Evet, iki nedenle tam da onu seçer. Birincisi, Diyarbakır emniyet müdürü önemli bir hedeftir, vurulduğu zaman kamuoyu sarsılır, terörün gücünü hisseder ve “büyüklerin” anlattığı terör masallarına inanır. İkincisi de, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, devlet içi iktidar mücadelesinde bu kesimin cephesinde değil, karşı cephededir. O halkla sıcak ilişkiler kurmuştur. Bölgede terörün artık sona erdiğini söylemekte ve bölge halkına karşı daha yumuşak bir politika izlenmesini önermektedir. Bu ise Türk devletinin çıkarları açısından daha akıllıca olsa bile, şahinlerin, gerilim politikası yanlılarının, güçlerini ve çıkarlarını terör ve tehdit edebiyatı üzerine kuran çevrelerin işine gelmez.

Onların böylesi bir kurban seçmeleri son derece anlaşılırdır. Onlar geçmişte General Bahtiyar Aydın’ı, Albay Rıdvan Özden’i, Korgeneral Eşref Bitlis’i, hatta devletin başı Özal’ı nasıl seçtilerse şimdi de Gaffar Okkan’ı öyle seçtiler. Yumuşama yanlısı bir emniyet müdürünü vurup terör örgütlerinin üzerine atarak kamuoyunu terör tehditinin devam ettiği yönünde ikna etmeyi ve yumuşama sürecini engellemeyi amaçlıyorlar.

Bu kesimlerin geçmişte kamuoyunu sarsmak, ve belli hedeflere (o dönem hedef şeriatçılardı, şimdi de öyle) yöneltmek için, Mumcu ve Kışlalı gibi devlet yanlısı, önemli kemalist kalemleri kurban seçtiğini unutmayalım. Kaderlerini baskı, zulüm, işkence ve soygun çarkıyla birleştirmiş olan bu çevreler acımasızdır. 12 Eylül dönemi, özellikle de Kürt halkına karşı yürütülen 15 yıllık kirli savaş, faili meçhul cinayetlerle, uyuşturucu ve silah ticaretiyle, kara para aklama mekanizmalarıyla bu devleti tümüyle hukuk dışına düşürdü, haydutlaştırdı. Çoktandır ki bu devlete yasadışı güçler, çeteler yön veriyor.

Eylem klaşnikof tüfeklerle işlendiği halde olay yerinde Makarof marka bir silahın bırakılması, salt hedef şaşırtmaya, dikkatleri Hizbullah’ın üstüne çekmeye yöneliktir. Sakallı ve şalvarlı eylemciler de öyle.. Bunu yapan profesyoneller gerçekten sakallı da olabilir, takma sakal da kullanabilir. Kılık kıyafetini yerli halka benzetmek için bir şalvar bulmak ise hiç zor değildir. Yıllardır bölgede faaliyet gösteren Özel Timler, “Özel Savaş Birlikleri” bütün bu numaralara alışkındır…

Olay öncesi piyasaya sürülen “Türkiye’ye sızan suikast” timi öyküsü de sanki oltanın ucuna takılan yemdir. Böylece kamuoyu hazırlanıyordu. Peki, suikast timinin sızdığını bilen neden onu yakalamak için gerekeni yapmıyor da, “bak senden haberim var” diye haberdar ediyor?. Palme’nin ölümü öncesinde de İsveç polisi, “istihbarat aldık, PKK Palme’ye karşı suikast kararı almış,” diye açıklama yapmıştı. Oysa bu bilgi eğer doğru idiyse, polisin yapacağı açıklama yapmak mı, yoksa PKK’yı gözetlemeye alıp Palme’yi de ciddi biçimde korumak mı idi?. Oysa İsveç polisi’nin, PKK’yı gözetlemeye alıp almadığını bilmesek bile, Başbakan Palme’ye koruma bile vermediğini iyi biliyoruz.. Eşiyle birlikte sinema dönüşü sokak ortasında vurulduğunda yanında bir polis bile yoktu. Olay sonrası eylem, bu işlerde adı çıkmış PKK’yı yüklenmek istendi, ama tutmadı. Belli ki bazı çevreler o zaman da Palme’yi vurmanın planlarını yapmıştı ve kamuoyunu hazırlamakta, suçu da dul karının uyuz oğluna yüklemeye niyetlenmekteydi..

“Dış odaklar” masalı..

Bu işte ilginç bir nokta daha var: gerek hükümet, gerekse Hizbullahın bu işte taşaron olarak kullanıldığını söyleyen diğer bazı çevreler, bu eylem nedeniyle bazı “dış odakları” suçluyorlar. Kimisi İran’ı gösteriyor, kimisi Amerika’yı, kimisi Avrupalıları… Yine eski hikaye: “Bu güçler Türkiye’yi karıştırmak istiyorlar!” diyorlar.

Bu masal yıllardır söyleniyor. Peki bu ne kadar doğru?

Elbet, insanın düşmanı varsa ondan kötülük beklemelidir. Türkiye’nin de düşmanları onun iç barışını bozmak isteyebilirler, tabi eğer ortada iç barış diye birşey varsa! Çalınacak malı olmayan sefilin evine hırsız girer mi?. Bu bir yana, nerdeyse tüm dünyanın Türkiye’ye düşman olması için ne sebep var? Hani Amerika Türkiye’nin dostuydu?. Hani ABD ve sözkonusu Avrupa ülkelerinin de içinde yer aldığı NATO Türkiye’nin koruyucu kalkanıydı?.

Yani bu yabancılar, yılların müttefikleri, Diyarbakır eniyet müdürünü vurup Türkiye’yi karıştırmak için böylesine profesyonel James Bondlar, ya da Rambolar eğitip bu ülkeye gönderdiler öyle mi?..

Hangi yönden bakılsa gülünç ve saçma, tümüyle zırva. Bu ülkeyi yönetenler, bu ülkenin “resmi” yorumcuları, bu gidişle ya adam olmayacaklar, ya da çocuk kandırdıklarını sanıyorlar..

Adamlar işin kolayını bulmuşlar. Kürt sorunu mu, böyle bir sorun yok, olup bitenler yabancıların oyunu.. İslami hareket mi, İran’ın ve ötekilerin devrim ihracı çabalarının ürünü. Sol örgütlerin eylemleri mi, Türkiyeyi karıştırmak isteyen dış güçlerin ürünü… Siyasi cinayetler mi, onlar da dış güçlerin marifeti…

Evet, bu ülkede işler çok iyi giderken yabancılar parmaklarını sokup gizli örgütler kuruyor, terör estiriyor, ülkede kaos yaratıyorlar!..

Oysa bu kolaycılıktan ve paranoyadan kurtulsalar, başlarını kuma gömmeseler, böylesine zırvalarla kendilerini ve kamuoyunu aldatmaya çalışmazlardı. Üstelik bu tür kolaycılığın sorunların çözümüne hiçbir yararı olmaz. Bu ülkenin sorunları ülkenin kendi ortamından kaynaklanıyor. Bunlar kötü yönetimin, demokrasi yokluğunun, eşi az görülür bir baskı ve sömürü çarkının ürünleridir. Bu sivrisinekler başka yerden gelmiyor, onlar bu bataklığın ürünü.

Kürt sorunu var, Çünkü bu ülkede 20 milyonu aşkın Kürt yaşıyor ve bunlar, ayrı bir ulus olarak tüm siyasal, yönetsel, kültürel haklardan yoksunlar, hak ve özgürlük istiyorlar. Kürtler gizli örgütlenmeye ve şiddete yöneldilerse bu, hak istedikleri zaman tepelerine vurulduğu, tüm yasal, demokratik mücadele kanalları tıkandığı içindir. Yani şiddete yönelmeleri için bu devlet ne lazımsa yaptı.

Sol gizli örgütlendiyse, şiddete yöneldiyse, bunun sebebi de sol görüşlerin yasaklanması, sola örgütlenme hakkı tanınmaması ve ona uygulanan baskı ve terör oldu. Bu devlet solun da şiddete yönelmesi için ne lazımsa yaptı, hala da yapıyor.

İslami hareket çağımızın bir gerçeğidir, çünkü bu ülkenin halkının büyük çoğunluğu Müslüman. Eğer demokrasi iyi işlese, halkın inançlarına, kılık kıyafetine karışılmasa, üstelik bu inançlar bizzat devleti yönetenler tarafından istismar edilmese, kışkırtılmasa hiçbir sorun çıkmaz. Herkes kendi inancına göre barış içinde yaşar. Yüzyıllar boyu böyle olmuştur. Bu dengeyi bozanlar halk değil, yönetenlerdir. Son 40-50 yılda da oy avcılığı ve başka amaçlarla dini siyasete alet edenler bu ülkeyi yöneten politikacılar oldu. İslami hareketi yıllar boyu sola karşı örgütleyen, kışkırtan ve saldırtanlar bu devleti yönetenlerdi. İmam hatipleri mantar gibi çoğaltanlar da, günü gelince tehlikeli bulup kapatanlar da yine onlar oldu. Şimdi de başörtüsünü gereksiz yere sorun haline getirenler yine onlardır.

Bu ülkeyi karıştırınlar dışardan gelmiyor, bu ülkenin içindeler. Bunlar toplumun gerici, statükocu güçleridir. Bu ülkede yıllardır binlerce kanlı cinayet ve provokasyon işleyen Kontrgerilla, JİTEM, İBDA-C ve benzeri örgütler devlet içinde yuvalanmış veya bizzat devlet eliyle yönlendirilmektedir. Ramboları eğitip Kürdistan’a salan bu rejimden başkası değil. Hizbullah da onların eseridir. Rejim sağ ve sol örgütlere sızarak, onları çatıştırarak, gereğinde taşaron olarak kullanarak bugünlere kadar geldi. Rejim çeteleşti ve kanla beslenen vampir, ya da bir eroinman gibi, törörsüz yaşayamaz oldu.

Tamam, Kontrgerilla’yı tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de ABD örgütledi. Ama tüm NATO ülkelerinde olduğu gibi Türk hükümetinin de onayıyla. Soğuk savaş sonrası bu örgüt tüm Avrupa’da tasfiye edilirken Türkiye’de kaldı ve provokasyonlarını, kanlı cinayetlerini sürdürdü.

Bütün bunların suçunu bazı dış odaklara yükleyip işin içinden çıkmak mümkün mü. Gerçek şu ki yıllardır yaşadığımız acı olayların, sürüp gelen kaosun nedeni bu ülkenin kötü yönetimidir. Nedenler dışarda değil içerdedir. İç barış yoksa insanlar özgür olmadığı içindir, haksızlık dizboyu olduğu içindir.

Neden kimse İngiltere’yi, Fransa’yı, Almanya’yı, Norveç’i, Hollanda’yı, İsveç’i, İsviçre’yi böyle karıştıramıyor? Bu ülkelerde de elbet olaylar oluyor, ama Türkiye’nin binde biri kadar. Toplum hergün yeni bir cinayetle, yeni bir skandalla sarsılmıyor. Ateş olmayan yerde duman tütmüyor.

Türkiye’yi yönetenlerin, bu ülkede kamuoyu yaratanların, basının, aydınların, hukuk ve üniversite çevrelerinin yapacağı, yalan dolanı bir yana bırakıp, başlarını kumdan çıkarıp gerçekleri görmek, ülke sorunlarının adını koymak ve onları çağdaş yöntemlerle çözmeye çalışmaktır. Kendi ahmaklığının ve beceriksizliğinin, hele hele zorbalığının suçunu başkalarına yükleyerek sorunlar çözülemez, barışa ve demokrasiye ulaşılamaz.

Baylar, bu gerçeği ne zaman anlayacaksınız, artık yetmedi mi?!.

Havuç ve sopa

Gaffar Okkan’a yönelik suikastin ardından, Türk basını, Diyarbakır halkının bu cinayeti protesto için gösterdiği kitlesel ilgiye bakarak, bunu Türk devleti hesabına sömürmeye çalıştı.

“Baba” edebiyatı yaptı. Okkan’ın sokak çocuklarına verdiği yemekten, Diyarbakırspor’a ilgisinden, halkla sıcak diyalogundan söz etti.

Diyarbakır halkının cinayete karşı gösterdiği kitlesel tepki elbette olumludur. O bunu, cinayeti işleyenlerin amaçlarını sezerek, tam bir sağduyu ile yaptı, barış ve demokrasi istediğini birkez daha ortaya koydu. Türk basını ise tam bir demagoji yaparak bu tavrı “devlete bağlılık” gibi göstermeye çalıştı.

Halkımızın, en meşru haklarını bugün de tanımayan, yıllardır Kürdistan’da kan döken ülkemizi alt üst eden, binlerce insanımızı katleden, milyonlarcasını süren ve yaşamı bize zindan eden Türk devletine yakınlık ya da bağlılık duyması için hiçbir neden yoktur. Teröre karşı tavrı böyle gösterenler gerçekleri tümüyle çarpıtıyorlar.

Elbette Türk devletinin havuç ve sopa politikası yabancımız değil. Haklarımızı istediğimizde, direndiğimizde bu rejim sopayı başımızdan eksik etmiyor, zulüm ve kötülükte sınır tanımıyor. Ama zora dayalı bu tür sindirme operasyonlarının ardından sahte gülücükler de dağıtmayı, havuç uzatmayı ihmal etmiyor. Şimdi, 15 yıllık kirli savaşın ardından, kimi yöneticilerin sözde halka yakın tavırlar sergilemeleri işte bu nedenledir. Bizim halkımız bunları anlamıyacak kadar aptal değildir.

Boş laf karın doyurmaz. Kürt halkının dostluğunu kazanmak istiyenler, onun varlığına saygı göstermeli, temel haklarını tanımalılar. Bizim istediğimiz, şark toplumlarına özgü bir tür köle-efendi ilişkisi, ya da paderşahi türden baba-evlat ilişkisi değil, kardeşçe ve dostça bir ilişkidir. Kardeşçe ve dostça duygular ise ancak gerçek eşitlik ve özgürlük ortamında oluşur. Kimse Kürt halkına boyun eğmeyi, köleliği süsleyip püsleyerek satmaya kalkışmasın. Böyle soytarılıklara karnımız tok.

 
PSK Bulten © 2001