Haber-yorum,
Şubat 2001
Okkan suikasti
ve devlet içi iktidar kavgası
24 Ocak akşamı Diyarbakır’da
son dönemlerin en önemli cinayetlerinden biri işlendi.
Bir suikast sonucu Emniyet mürüdü Gaffar Okkan, koruma görevi
yapan beş polisle birlikte öldürüldü, dört polis ise
olayda ağır yaralandı.
Eylemde klaşnikof marka
uzun namlulu silahlar ve el bombaları kullanıldı.
İddiaya göre saldırganlar en azından 10-15
kişilik bir timdi. Uzaktan taramakla kalmadılar,
Okkan’ın arabasına sokulup yakın mesafeden
başına ateş açtılar. Belli ki sonuç almaya
kararlıydılar.
Saldırının ardından
hiçbir fire vermeden, görgü tanıklarına göre soğukkanlı
bir şekilde diyarbakır soskaklarına dalıp
gittiler. Aradan on gün geçti, polis diyarbakır’da binlerce
ev bastı, operasyonlarını başka kentlere
uzattı, ama katillerden hiçbir iz yok. Bu gidişle
olmayacak da!
Bu saldırının
son derece profesyonelce icra edildiği herkesin ortak
kanısı. Peki o kimlerin, hangi örgütün, hangi karanlık
odakların eseridir?
Olayın ardından, daha
yarım saat geçmeden, ortada ne katil, ne delil yokken,
hükümet sözcüleri ve bazı kemalist çevreler eylemi Hizbullah’a
yüklediler! Nedeni de Gaffar Okkan’ın Hizbullah’a yönelik
operasyonlarda oynadığı önemli rol. Ayrıca,
çok daha önceden, Hizbullah tarafından hedef
seçildiğine ilişkin olarak istihbarat alındığı
söylendi. Hatta Olaydan bir süre önce, suikast amacıyla
Türkiye’ye sızan bir hizbullah timinden söz edildi. Bir
delil daha vardı: Olay yerinde bırakılmış
olan "makarof"”marka silah.. Takarof ve makarof marka
silahları Hizbullah kullanırdı. Yine bazı
görgü tanıklarının çizdiği eşgaller:
Eylemcilerinden biri sakallıydı, biri de şalvar
giymişti..
Eh bu kadar kanıttan sonra
artık başkasından şüphelenmeye gerek var
mı! Üstelik şu dönemde PKK’dan şüphelenmek
için neden yok. Çoktandır silahları susturmuş,
ideolojik ve politik görüşlerinde rejimin istediği
sınırlara çekilmiş, böyle yaparak rejimle bir
uzlaşma arayan ve asıl olarak da Öcalan’ın
hayatını kurtarmak isteyen PKK, bu politikasında
bir değişiklik olmadan
hiç böyle bir eylem yapar mı? Kaldı ki PKK istese
bile bu çapta bir eylemi böyle bir profesyonellikle yapamaz.
O, 15 yıllık savaş boyunca, ne zaman kent içinde
bu çapta bir eylemi başardı ki?
Evet, saldırının
PKK’dan gelmediğine FP Genel Başkanı Kutan’dan
başka kimsenin kuşkusu yok. Gaffar Okkan DEV-SOL
ve TİKKO gibi örgütlerin ise seçeceği hedef değil.
Üstelik Diyarbakır onların eylem alanı değil.
Hatta bunların hiçbiri, İstanbul, İzmir gibi
batı kentlerinde bile bu çapta bir eylem gerçekleştirmiş
değiller.
Peki Hizbullah bu çapta bir eylemi
böylesine profesyonelce işleyebilir mi? Aklı başında
hiç kimse buna evet demiyor. Yıllarboyu polis himayesinde
kent ortasında, çağu tek ya da iki kişilik
eylemlerle ve tabancayla insan kurşunlamış,
ya da satırla doğramış, sonra da yakalanma,
hesap verme gibi bir korkusu ve kaygısı olmadan
çekip gitmiş Hizbullah elemanlarından bu çapta bir
eylem beklemek abesle iştigaldır. Hizbullah tasfiye
dönemine kadar devletin kolluk güçlerine tek kurşun sıkmadı.
Bunu ne düşündü ne de yaptı; çünkü bizzat o güçler
tarafından örgütlenip eğitilmiş, eylemlerine
yön verilmişti. İşi bitip de tasfiye edildiği
dönemde ise, örgüt evlerine yapılan baskınlar sırasında
bir iki yerde tepki oldu ve çatışma çıktı.
Polisin elinde Hizbullah elemanlarının
listesi tam mevcutlu olarak vardı ve resmi yetkililerin
basına açıkladıkları üzere, gerekli bilgiler
datalara işlenmişti. Bu nasıl bir örgüt ki,
sözde “laik devleti” yıkmak ve bir şeriat devleti
kurmak için örgütlenmiş, ama devlet güçlerine karşı
tek bir eylemi yok, habire Kürt yurtseverlerini ve devrimcileri
öldürüyor, insanları kaçırıp işkenceyle
ve domuz bağıyla boğuyor, evleri mezarlıklara
çeviriyor ve yakayı da hiç ele vermiyor?!. Taki devlet,
“Hizbullah’ın defterini dürün!” diye düğmeye
basıncaya kadar… Öte yandan örgüt üyeleri üye olmak için
kimlikleriyle başvuruyor ve bunların binlercesiyle
ilgili bilgiler İstanbul Beykoz’daki dataya düzenli işleniyor?..
Bu örgütün devlete karşı örgütlendiğine inanacak
bir budala var mı?
Gerçek şu ki, Türkiye’deki
Hizbullah örgütü bizzat Türk devleti tarafından yaratıldı.
Ülkede İran devrimine sempati duyanlar elbet vardı,
bazı fanatikler de İran’a kadar gidip eğitim
almış olabilirler. Ama bunlar daha ciddi bir varlık
olmadan, rejim içlerine sızdı, ipleri
ele aldı ve özellikle Kürdistan’da örgütledi. Kadrolarını
Kürtlerden devşiren Hizbullah, yine Kürt yurtsever hareketine
karşı ve sayısız cinayette kullanıldı.
Bu para militer bir güçtü. Rejim onun eliyle Kürdü Kürde kırdırdı
ve Kürdistan’da kitleleri
sindirdi. Hizbullah’ın
askeri kadrolarının bizzat jandarmanın koruması
altındaki kamplarda eğitildiği herkesçe biliniyor.
O kadar ki bu gerçek TBMM araştırma komisyonunun
raporuna bile yansıdı, ama hükümet de parlamento
da bu konuda susmayı tercih etti. Herkes
gerçeği biliyor, ya onaylıyor, ya da görmezden geliyordu.
Rejimin Hizbullah’a ihtiyacı
da elbet bir yere kadardı. Çok daha büyümesi ve kitleselleşmesi
halinde denetimden çıkabilir, tehlikeli olurdu. Bu nedenle,
Öcalan’ın yakalanmasının ve PKK’nın silahlı
eyleme son verip ideolojik ve politik hattında rejimin
istediği çizgiye çekilmesinin ardından Hizbullah’a
da gerek kalmadı. Bu durumda Hizbullah’ın da tasfiye
edilmesi doğaldı. Düğmeye basıldı
ve Hizbullah’a karşı operasyon başlatıldı.
Örgütün devlet
güçleriyle bağlantısını sağlayan
en üst düzey elemanı olduğu anlaşılan
Velioğlu yok edilerek bağlantı koparıldı.
(Hatırlayın, Velioğlu’nun öldürüldüğü
operasyonda, kendisine yüz dolayında mermi isabet ederken,
yanındaki “yakın çalışma arkadaşlarının”
burnu
bile kanamadı ve bunlar sonradan itirafçı diye sahneye
çıkarıldılar. Bunların da polisin örgüt
içindeki adamı olmaları ve Velioğluna ilk kurşunu
belki de kendilerinin sıkmış olması büyük
ihtimaldir.)
Bunun ardından polis ve jandarma,
eliyle kiralamış ya da koymuş gibi, örgüt evlerini,
silah depolarını bir bir bastı, korkunç cinayetleri
ve kurbanların cesetlerini, ve “bir orduyu donatacak
kadar silahı” ortaya çıkardı, örgüt elemanlarını
toparladı.. Olup bitenleri iyi izleyen aklı başında
insanlar böyle olacağını
daha zamanında söylemiş, yazmışlardı.
Ne gariptir ki hala bunu görmeyenler, anlamayanlar var! Ya
da görmezlikten, anlamazlıktan gelenler… Elbet, öyle
davranırlar. “Bizim devletimiz işte böylesine komplocu;
Hizbullahı o kurdu, eğitti, bunca cinayeti
o işletti!” diyemezler ki... Kol kırılır
yen içinde.. Kutsal Türk devleti böyle yapmışsa
bir bildiği vardır.. Bütün bunlar vatanın ve
milletin birliğini korumak, laik cumhuriyeti savunmak
içindir, değil mi efendim?!.
Sevgili vatandaş, bu gözaçıklar
tarafından budala yerine konan yurttaş, işte
durum bu!.. Senin, “terör örgütleri” diye, “azılı
teröristler” diye sahnede gördüklerinin çoğu karagöz
ve hacivattır. Bunlar, ipi başkalarının
elinde olan kuklalardan başkası değil. Senaryoyu
yazanlar, planları yapanlar
ve eylemleri yönetenler perde arkasında, senin devletinin
ta göbeğinde.
Ve bütün bunlar seni kandırmak,
soymak, insan haklarından ve demokrasiden yoksun tutmak
için yapılıyor. Oyun senin üstüne kurulu, farkında
mısın?..
Şimdi böylesine kullanılıp,
sonunda bir paçavra gibi ezilip kenara atılmış,
darmaduman olmuş bu Hizbullah örgütü mü böylesine yağdan
kıl çeker gibi, profesyonelce ve süper bir eylem yapacak?.
Geç beyim geç!..
Basında da birçok köşe
yazarı ve yorumcu aynı kanıda. Bu nedenle,
“Hizbullah bu işte yalnız değildir, olsa olsa
taşaron olarak kullanılmıştır” diyorlar.
Bizce Hizbullah, taşaron olarak bile böyle bir eylemi
gerçekleştiremez. Bu, şimdiye kadar kimsenin yakalanmamasından
bellidir. Nasıl yakalansın ki? Bu tür cinayetlerin
katillerini
yakalamak devleti yakalamakla eştir! Cinayetlerin aydınlanması
devlet içinde yuvalanmış çeteleri, bu çetelerin
üst plandaki suç ortaklarını -bu çarkı kuran,
yönlendiren politikacıları, bürokratları, emniyet
genel müdürlerini, generalleri, içişleri bakanlarını,
Çiller gibi başbakanları, hatta Demirel türü cumhurbaşkanlarını-
ele verir. Mehmet Ağar’ın deyişiyle, bir tuğla
çekilse duvar yıkılır, tüm devlet altında
kalır!..
Bize göre bu eylemi de, aynen
Abdi İpekçi, Uğur Mumcu suikastlerinde ve benzer
pekçok olayda olduğu gibi, devlet içindeki bazı
odaklar yaptı. Kontrgerilla gibi, Jitem gibi… Bu, barış
ortamından, demokratikleşmeden, saydamlıktan
ürken güçlerin işidir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği
aday adaylığı, Katılım Ortaklığı
Belgesi’yle Türkiye’nin önüne konan reformlar bu çevreleri
ürküttü. Ülkenin yönetimini fiilen ellerine almış
olan, MGK kanalıyla tüm temel politikaları belirleyen
generaller imtiyazlarını yitirmek istemiyorlar.
Kontrgerilla ve JİTEM içinde işledikleri yüzlerce,
binlerce eylemle suça batmış
olanlar, demokratikleşmeden ve saydamlıktan korkuyorlar.
İkence çarkının elemanları korkuyor. Savaş
rantını yiyen asker-sivil bürokrasi kesimi, uyuşturucu
ve silah ticaretinin kaymağını bölüşenler,
rüşvet ve haraçla köşeyi dönenler bu yağlı
ballı börekleri yitirmek
istemiyor.
Bütün bu kesimler değişimi
sabote etmek, saydamlığı önlemek için son aylarda
seferber oldular. Generaller hükümete bile posta atıyorlar.
“Avrupa bizi bölmek istiyor!” diyorlar. Demokratikleşme
ve özgürlük istemlerinin karşısına hep terör
gerekçesi sunuluyor. “Terörün beli kırıldı,
ama hala bitmedi!” deniyor. “PKK tehditi devam ediyor” deniyor.
“Hizbullah’ın oluşturduğu tehdit’ten” söz ediliyor…
Bu kesimler sürekli olarak halkı terörle, iç ve dış
düşmanlarla ürkütüyorlar. Bugünkü
statükoyu sürdürebilmek için onlara bahane gerekli. Bu bahane
terördür, iç ve dış düşman paranoyasıdır.
Olmasa bile onu yaratacaklardır!
Türkiye değişimin eşiğine
her yaklaştığı, demokratikleşme ve
iç barış yönünde umut doğduğu her dönemde
bu güçler devreye girip ortalığı karıştırıyorlar.
F Tipi cezaevleri sorununda uzlaşmayı son anda sabote
edenler de aynı odaklardı. Aydınların,
bazı hukukçu ve parlamenterlerin girişimiyle bir
uzlaşma zemini doğmuşken Taksim’de afiş
asan gençlere kurşun sıkılması, ardından
polis otobüsünün taranması, kuşku olmasın ki
onların eseriydi. Çevik Polisi kazan kaldırmaya
kışkırtan da onlardı. Adamlar bu işte
ustalaşmışlar; deneyimli ve profesyoneller.
Yıllardır baskı ve darbe ortamları için
bu yöntemlerle kamuoyu oluşturdular, demokrasi
ve barış yönündeki adımları böyle engellediler.
Bu eylemin arkasında da onların olduğuna kuşku
olmasın. Önümüzdeki günlerde benzer eylemlerin sürmesi
beklenmelidir..
Bu komplo ve provokasyon yuvaları,
Askerin ve derin devletin bir dediğini iki etmeyen, onların
gönlüne göre hükümet eden Ecevit’i bile şaşırtacak,
“birileri düğmeye bastı!” dedirtecek kadar etkin.
Demek ki onlara göre Ecevit de bazan oyunbozanlık ediyor..
Peki bunu yapanlar Diyarbakır
emniyet müdürünü mü seçer. Evet, iki nedenle tam da onu seçer.
Birincisi, Diyarbakır emniyet müdürü önemli bir hedeftir,
vurulduğu zaman kamuoyu sarsılır, terörün gücünü
hisseder ve “büyüklerin” anlattığı terör masallarına
inanır. İkincisi de, Diyarbakır Emniyet Müdürü
Gaffar Okkan, devlet içi iktidar mücadelesinde
bu kesimin cephesinde değil, karşı cephededir.
O halkla sıcak ilişkiler kurmuştur. Bölgede
terörün artık sona erdiğini söylemekte ve bölge
halkına karşı daha yumuşak bir politika
izlenmesini önermektedir. Bu ise Türk devletinin çıkarları
açısından daha akıllıca olsa bile, şahinlerin,
gerilim politikası yanlılarının, güçlerini
ve çıkarlarını terör ve tehdit edebiyatı
üzerine kuran çevrelerin işine gelmez.
Onların böylesi bir kurban
seçmeleri son derece anlaşılırdır. Onlar
geçmişte General Bahtiyar Aydın’ı, Albay Rıdvan
Özden’i, Korgeneral Eşref Bitlis’i, hatta devletin başı
Özal’ı nasıl seçtilerse şimdi de Gaffar Okkan’ı
öyle seçtiler. Yumuşama yanlısı bir emniyet
müdürünü vurup terör örgütlerinin üzerine atarak kamuoyunu
terör tehditinin devam ettiği
yönünde ikna etmeyi ve yumuşama sürecini engellemeyi
amaçlıyorlar.
Bu kesimlerin geçmişte kamuoyunu
sarsmak, ve belli hedeflere (o dönem hedef şeriatçılardı,
şimdi de öyle) yöneltmek için, Mumcu ve Kışlalı
gibi devlet yanlısı, önemli kemalist kalemleri kurban
seçtiğini unutmayalım. Kaderlerini baskı, zulüm,
işkence ve soygun çarkıyla birleştirmiş
olan bu çevreler acımasızdır. 12 Eylül dönemi,
özellikle de Kürt halkına karşı yürütülen 15
yıllık kirli savaş, faili meçhul cinayetlerle,
uyuşturucu ve silah
ticaretiyle, kara para aklama mekanizmalarıyla bu devleti
tümüyle hukuk dışına düşürdü, haydutlaştırdı.
Çoktandır ki bu devlete yasadışı güçler,
çeteler yön veriyor.
Eylem klaşnikof tüfeklerle
işlendiği halde olay yerinde Makarof marka bir silahın
bırakılması, salt hedef şaşırtmaya,
dikkatleri Hizbullah’ın üstüne çekmeye yöneliktir. Sakallı
ve şalvarlı eylemciler de öyle.. Bunu yapan profesyoneller
gerçekten sakallı da olabilir, takma sakal da kullanabilir.
Kılık kıyafetini yerli halka benzetmek için
bir şalvar bulmak ise
hiç zor değildir. Yıllardır bölgede faaliyet
gösteren Özel Timler, “Özel Savaş Birlikleri” bütün bu
numaralara alışkındır…
Olay öncesi piyasaya sürülen “Türkiye’ye
sızan suikast” timi öyküsü de sanki oltanın ucuna
takılan yemdir. Böylece kamuoyu hazırlanıyordu.
Peki, suikast timinin sızdığını bilen
neden onu yakalamak için gerekeni yapmıyor da, “bak senden
haberim var” diye haberdar ediyor?. Palme’nin ölümü öncesinde
de İsveç polisi, “istihbarat aldık, PKK Palme’ye
karşı suikast kararı
almış,” diye açıklama yapmıştı.
Oysa bu bilgi eğer doğru idiyse, polisin yapacağı
açıklama yapmak mı, yoksa PKK’yı gözetlemeye
alıp Palme’yi de ciddi biçimde korumak mı idi?.
Oysa İsveç polisi’nin, PKK’yı gözetlemeye alıp
almadığını bilmesek bile, Başbakan
Palme’ye koruma bile vermediğini iyi biliyoruz.. Eşiyle
birlikte sinema dönüşü sokak ortasında vurulduğunda
yanında bir polis bile yoktu. Olay sonrası eylem,
bu işlerde adı çıkmış PKK’yı
yüklenmek istendi, ama tutmadı. Belli ki bazı çevreler
o zaman da
Palme’yi vurmanın planlarını yapmıştı
ve kamuoyunu hazırlamakta, suçu da dul karının
uyuz oğluna yüklemeye niyetlenmekteydi..
“Dış
odaklar” masalı..
Bu işte ilginç bir nokta
daha var: gerek hükümet, gerekse Hizbullahın bu işte
taşaron olarak kullanıldığını
söyleyen diğer bazı çevreler, bu eylem nedeniyle
bazı “dış odakları” suçluyorlar. Kimisi
İran’ı gösteriyor, kimisi Amerika’yı, kimisi
Avrupalıları… Yine eski hikaye: “Bu güçler Türkiye’yi
karıştırmak istiyorlar!” diyorlar.
Bu masal yıllardır
söyleniyor. Peki bu ne kadar doğru?
Elbet, insanın düşmanı
varsa ondan kötülük beklemelidir. Türkiye’nin de düşmanları
onun iç barışını bozmak isteyebilirler,
tabi eğer ortada iç barış diye birşey
varsa! Çalınacak malı olmayan sefilin evine hırsız
girer mi?. Bu bir yana, nerdeyse tüm dünyanın Türkiye’ye
düşman olması için ne sebep var? Hani Amerika Türkiye’nin
dostuydu?. Hani ABD ve sözkonusu Avrupa ülkelerinin de içinde
yer aldığı NATO Türkiye’nin koruyucu kalkanıydı?.
Yani bu yabancılar, yılların
müttefikleri, Diyarbakır eniyet müdürünü vurup Türkiye’yi
karıştırmak için böylesine profesyonel James
Bondlar, ya da Rambolar eğitip bu ülkeye gönderdiler
öyle mi?..
Hangi yönden bakılsa gülünç
ve saçma, tümüyle zırva. Bu ülkeyi yönetenler, bu ülkenin
“resmi” yorumcuları, bu gidişle ya adam olmayacaklar,
ya da çocuk kandırdıklarını sanıyorlar..
Adamlar işin kolayını
bulmuşlar. Kürt sorunu mu, böyle bir sorun yok, olup
bitenler yabancıların oyunu.. İslami hareket
mi, İran’ın ve ötekilerin devrim ihracı çabalarının
ürünü. Sol örgütlerin eylemleri mi, Türkiyeyi karıştırmak
isteyen dış güçlerin ürünü… Siyasi cinayetler mi,
onlar da dış güçlerin marifeti…
Evet, bu ülkede işler çok
iyi giderken yabancılar parmaklarını sokup
gizli örgütler kuruyor, terör estiriyor, ülkede kaos yaratıyorlar!..
Oysa bu kolaycılıktan
ve paranoyadan kurtulsalar, başlarını kuma
gömmeseler, böylesine zırvalarla kendilerini ve kamuoyunu
aldatmaya çalışmazlardı. Üstelik bu tür kolaycılığın
sorunların çözümüne hiçbir yararı olmaz. Bu ülkenin
sorunları ülkenin kendi ortamından kaynaklanıyor.
Bunlar kötü yönetimin, demokrasi yokluğunun, eşi
az görülür bir baskı ve sömürü çarkının ürünleridir.
Bu sivrisinekler başka yerden gelmiyor, onlar bu bataklığın
ürünü.
Kürt sorunu var, Çünkü bu ülkede
20 milyonu aşkın
Kürt yaşıyor ve bunlar, ayrı bir ulus olarak
tüm siyasal, yönetsel, kültürel haklardan yoksunlar, hak ve
özgürlük istiyorlar. Kürtler gizli örgütlenmeye ve şiddete
yöneldilerse bu, hak istedikleri zaman tepelerine vurulduğu,
tüm yasal, demokratik mücadele
kanalları tıkandığı içindir. Yani
şiddete yönelmeleri için bu devlet ne lazımsa yaptı.
Sol gizli örgütlendiyse, şiddete
yöneldiyse, bunun sebebi de sol görüşlerin yasaklanması,
sola örgütlenme hakkı tanınmaması ve ona uygulanan
baskı ve terör oldu. Bu devlet solun da şiddete
yönelmesi için ne lazımsa yaptı, hala da yapıyor.
İslami hareket çağımızın
bir gerçeğidir, çünkü bu ülkenin halkının büyük
çoğunluğu Müslüman. Eğer demokrasi iyi işlese,
halkın inançlarına, kılık kıyafetine
karışılmasa, üstelik bu inançlar bizzat devleti
yönetenler tarafından istismar edilmese, kışkırtılmasa
hiçbir sorun çıkmaz. Herkes kendi inancına göre
barış içinde yaşar. Yüzyıllar boyu böyle
olmuştur. Bu dengeyi bozanlar halk değil, yönetenlerdir.
Son 40-50 yılda da oy avcılığı
ve başka amaçlarla dini siyasete alet edenler bu ülkeyi
yöneten politikacılar oldu. İslami hareketi yıllar
boyu sola karşı örgütleyen, kışkırtan
ve saldırtanlar bu devleti yönetenlerdi. İmam hatipleri
mantar gibi çoğaltanlar da, günü gelince tehlikeli
bulup kapatanlar da yine onlar oldu. Şimdi de başörtüsünü
gereksiz yere sorun haline getirenler yine onlardır.
Bu ülkeyi karıştırınlar
dışardan gelmiyor, bu ülkenin içindeler. Bunlar
toplumun gerici, statükocu güçleridir. Bu ülkede yıllardır
binlerce kanlı cinayet ve provokasyon işleyen Kontrgerilla,
JİTEM, İBDA-C ve benzeri örgütler devlet içinde
yuvalanmış veya bizzat devlet eliyle yönlendirilmektedir.
Ramboları eğitip Kürdistan’a salan bu rejimden başkası
değil. Hizbullah da onların eseridir. Rejim sağ
ve sol örgütlere sızarak, onları çatıştırarak,
gereğinde taşaron olarak kullanarak bugünlere kadar
geldi. Rejim çeteleşti ve kanla beslenen vampir, ya da
bir eroinman gibi, törörsüz yaşayamaz oldu.
Tamam, Kontrgerilla’yı tüm
Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de ABD örgütledi.
Ama tüm NATO ülkelerinde olduğu gibi Türk hükümetinin
de onayıyla. Soğuk savaş sonrası bu örgüt
tüm Avrupa’da tasfiye edilirken Türkiye’de kaldı ve provokasyonlarını,
kanlı cinayetlerini sürdürdü.
Bütün bunların suçunu bazı
dış odaklara yükleyip işin içinden çıkmak
mümkün mü. Gerçek şu ki yıllardır yaşadığımız
acı olayların, sürüp gelen kaosun nedeni bu ülkenin
kötü yönetimidir. Nedenler dışarda değil içerdedir.
İç barış yoksa insanlar özgür olmadığı
içindir, haksızlık dizboyu
olduğu içindir.
Neden kimse İngiltere’yi,
Fransa’yı, Almanya’yı, Norveç’i, Hollanda’yı,
İsveç’i, İsviçre’yi böyle karıştıramıyor?
Bu ülkelerde de elbet olaylar oluyor, ama Türkiye’nin binde
biri kadar. Toplum hergün yeni bir cinayetle, yeni bir skandalla
sarsılmıyor. Ateş olmayan yerde duman tütmüyor.
Türkiye’yi yönetenlerin, bu ülkede
kamuoyu yaratanların, basının, aydınların,
hukuk ve üniversite çevrelerinin yapacağı, yalan
dolanı bir yana bırakıp, başlarını
kumdan çıkarıp gerçekleri görmek, ülke sorunlarının
adını koymak ve onları çağdaş yöntemlerle
çözmeye çalışmaktır. Kendi ahmaklığının
ve beceriksizliğinin, hele hele zorbalığının
suçunu başkalarına yükleyerek sorunlar çözülemez,
barışa ve demokrasiye ulaşılamaz.
Baylar, bu gerçeği ne zaman
anlayacaksınız, artık yetmedi mi?!.
Havuç ve sopa
Gaffar Okkan’a yönelik suikastin
ardından, Türk basını, Diyarbakır halkının
bu cinayeti protesto için gösterdiği kitlesel ilgiye
bakarak, bunu Türk devleti hesabına sömürmeye çalıştı.
“Baba” edebiyatı yaptı.
Okkan’ın sokak çocuklarına verdiği yemekten,
Diyarbakırspor’a ilgisinden, halkla sıcak diyalogundan
söz etti.
Diyarbakır halkının
cinayete karşı gösterdiği kitlesel tepki elbette
olumludur. O bunu, cinayeti işleyenlerin amaçlarını
sezerek, tam bir sağduyu ile yaptı, barış
ve demokrasi istediğini birkez daha ortaya koydu. Türk
basını ise tam bir demagoji yaparak bu tavrı
“devlete bağlılık” gibi göstermeye çalıştı.
Halkımızın, en
meşru haklarını bugün de tanımayan, yıllardır
Kürdistan’da kan döken ülkemizi alt üst eden, binlerce insanımızı
katleden, milyonlarcasını süren ve yaşamı
bize zindan eden Türk devletine yakınlık ya da bağlılık
duyması için hiçbir neden yoktur. Teröre karşı
tavrı böyle gösterenler gerçekleri tümüyle çarpıtıyorlar.
Elbette Türk devletinin
havuç ve sopa politikası yabancımız değil.
Haklarımızı istediğimizde, direndiğimizde
bu rejim sopayı başımızdan eksik etmiyor,
zulüm ve kötülükte sınır tanımıyor. Ama
zora dayalı bu tür sindirme operasyonlarının
ardından sahte gülücükler de dağıtmayı,
havuç uzatmayı ihmal etmiyor. Şimdi, 15 yıllık
kirli savaşın ardından, kimi yöneticilerin
sözde halka yakın tavırlar sergilemeleri işte
bu nedenledir. Bizim halkımız bunları anlamıyacak
kadar aptal değildir.
Boş laf karın doyurmaz.
Kürt halkının dostluğunu kazanmak istiyenler,
onun varlığına saygı göstermeli, temel
haklarını tanımalılar. Bizim istediğimiz,
şark toplumlarına özgü bir tür köle-efendi ilişkisi,
ya da paderşahi türden baba-evlat ilişkisi değil,
kardeşçe ve dostça bir ilişkidir. Kardeşçe
ve
dostça duygular ise ancak gerçek eşitlik ve özgürlük
ortamında oluşur. Kimse Kürt halkına boyun
eğmeyi, köleliği süsleyip püsleyerek satmaya kalkışmasın.
Böyle soytarılıklara karnımız tok.
|