Haftanın yorumu: (*)
Çözüm Siyasidir
Kemal Burkay
Türkiye´de son dönemde olup bitenler yine karamsarlık
verici türden.
Sanki sahnede bildiğimiz, yüzlerce kez izlediğimiz
aynı oyun. Ya da tanıdık bildik bir dizi film..
Türkiye demokrasi yönünde adım atacakmış gibi
yapıyor, AB´ye katılmak için koşulları
yerine getirecekmiş gibi görünüyor. Ama bunlar hep yalandan. Adamlar hep ayak
sürüyor, oyalıyor. Adımlarını sanki ileri
atacakmış gibi yapıyorlar, bir de bakıyorsunuz
ki, tam tersine biraz daha geriye gitmişler. Özgürlükler
biraz daha tırpanlanmış, baskı rejimi
biraz daha koyulaşmış...
Anayasada yapılan son değişiklikler gönülden
gelen bir demokratikleşme çabası değildi, AB´nin
zorlamasıyla yapılan bir makyajdı. Hukukçuların
deyişiyle meclisten şişkin, ama boş bir
paket geçirildi. Öte yandan, politikacılar ve basın
her zamanki gibi, sanki istenen, beklenen değişiklikler
gerçekleşmişçesine, iç ve dış kamuoyuna
yönelik bol reklam ve demagoji yaptı.
Şmdi sözkonusu makyajın ardından sözde
uyum yasaları çıkıyor. Bu çerçevede, TCK´nın
159. ve 312. maddelerinde değişiklik yapılıyor.
Güya düşünce özgürlüğünün önü açılacak.. Oysa
yapılan tam tersi.
O kadar ki, başka zaman genellikle hükümetin aldatmacalarına
kılıf biçen, göstermelik şeyleri iç ve dış
kamuoyuna pazarlamak için görülmemiş bir şamata
koparan Türk basınında bile bu kez tepkiler yükseldi.
Pekçok köşe yazarı, koalisyonun üzerinde uzlaşmaya
vardığı değişiklik tasarısı
eğer gerçekleşirse bunun düşünce özgürlüğünü
daha da sınırlayacağını, herhangi
bir eleştiri yapmanın imkansız hale geleceğini
söylediler.
Yapılmak istenen bizce hiç sürpriz değil.
Bu aylar öncesinden belliydi. Düşünce özgürlüğüne ve demokratik
haklara değer veren bazı hukukçular ve aydınlar
daha o zaman uyarmışlardı. Dema Nu´nun 15 Ağustos
2001 tarihli sayısında da konu “TCK Tasarısı:
Eski tas eski hamam!” başlığı altında
verilmişti.
Hükümet, gelen eleştiri ve önerilere aldırmadan bu tasarıyı
daha da ağırlaştırarak meclise sundu.
Ama şimdi basında ve kamuoyunda yükselen tepkiler,
Avrupa Birliği´nin buna eklenen uyarıları hükümeti
zora sokmuş bulunuyor. Koalisyon ortaklarından ikisi,
ANAP ve DSP, tasarıyı yumuşatmak istiyorlar;
ama öteki ortak, MHP, bana mısın demiyor, tutumunda
diretiyor.
Hakkını vermek lazım, MHP tavrında daha tutarlıdır.
Ülkenin militarist güçleriyle ile dirsek teması içinde
çalışan bu ırkçı parti, tasarıya
biçim vermekte çok daha etkili oldu. Hazırlığını
iyi yapmış, önerilerini ANAP ve DSP´ye de kabul
ettirmişti. Ecevit ve Yılmaz o zaman nerdeydiler? Neden uyudular? Onların başvuracağı
hukukçular yok muydu? Onlar, bu konuya ilişkin olarak
aylar öncesinden dile getirilen uyarılara kulak veremezler
miydi?
Besbelli vermediler. Düşünce özgürlüğünün sınırları
umurlarında değildi. Koalisyonun bekası, ortaklar
arasında “uyum”un sürmesi kendileri açısından
çok daha hayati idi. Şimdi de işin farkına
vardıkları için değil, ama iç ve dış
kamuoyunda yükselen tepkileri yatıştırmak için
-kuşkunuz olmasın- yine makyaj türünden bazı
ufak tefek değişiklikler yapmayı denemekteler.
Belki de bunu parlamentoda yaparlar. Örneğin “olasılık”
sözcüğünü metinden çıkarabilirler. Ama bu hiçbir
şeyi değiştirmez.
Görünen o ki çark eskisi gibi işleyecek. Hatta belki daha da ağırlaşarak.
Çünkü adamların değişmeye niyeti yok. Anayasa
değişikliği olduğu zaman da söylemiştik:
Ortada ciddi bir değişiklik ve aynı zamanda
değişme niyeti yok; buna inanmayan varsa biraz beklesin,
uygulamaya baksın, demiştik. Uygulamalar işte
ortada. Anadilde eğitim istemine kaşı tutum
göz önünde. Adamlar kendi anayasalarını bile takmıyor,
anadil eğitimi için dilekçe verenlere hışımla
cevap veriyor, polisi jandarmayı harekete geçiriyor;
okuldan atıyor, tutukluyor, işkence ediyorlar.
Şu 2002 yılında, insanların anadillerini yasaklayıp,
yasağın kaldırılmasını istedikleri
zaman da böyle davranan bir yönetim nasıl bir yönetimdir?
Böyle bir rezalete, zorbalığa ne isim vermek gerekir?.
Üstelik anadilde eğitim hakkı, Türkiye´nin yerine getirmeye
zorunlu olduğu Kopenhag Kriterleri´nin bir koşuludur
ve AB´nin, üyeliğe kabul için Türkiye´nin yerine getirmesini
zorunlu saydığı koşulları kapsayan
Katılım Ortaklığı Belgesi´nde, orta
vadeli hedefler arasında sayılmıştır.
Ama bu şurda kalsın (daha orta vadeli hedeflere sıra gelmedi
denebilir), Türkiye´nin şu geçtiğimiz yıl içinde
yerine getirmiş olması gereken anadilde radyo ve
televizyon hakkından henüz bir haber yok. Oysa bu hak
KOB´un kısa vadeli hedfleri arasında sayılıyor
ve Türkiye, kendi “Ulusal Belge”sinde de bunu kabul etmişti.
Kısa vadeli hedeflere önümüzdeki Mart ayının
19´una kadar ulaşılmış olması gerekiyor.
Şurda kala kala bir ay kaldı.
Ama Türkiye bu alanda da hala adım atmamakta direniyor. Üstelik,
“RTÜK” denen kuruluş eliyle basın-yayın kuruluşlarına
akıl almaz cezalar yağdırmayı sürdürüyor.
Son olarak Diyarbakır´da yayın yapan Gün TV´ye bir yıllık
yayın durdurma cezası verildi. Nedeni ise Kürtçe
müzik parçaları çalmış olması!..
Evet, Kürt halkı, AB ve –sayıları az da olsa- Türkiye´deki
demokrat demeye değer insanlar, Kürtçe radyo ve televizyon
yayınının serbest bırakılmasını
bekleyedursunlar, yönetim Kürtçe müziğe bile özgürlük
tanımıyor, arada bir Kürtçe şarkılar yayınlayan
radyo ve televizyon kanallarını tümden susturmak
için akıl almaz cezalar yağdırıyor.
Bu ülkeyi yönetenlerin demokratikleşmeye niyetleri var mı?
Besbelli yok.
Ya Avrupa Birliği´ne girmeye? Durum ortada: bu adamlar AB´ye üye
olmak için gerekli olanı yapmamakta ısrar ediyorlar.
Demek ki, lafta AB üyeliğini istiyor olsalar da gerçekte
istemiyorlar.
AB üyeliği kuşkusuz bu ülkenin, Kürdü ve Türküyle halk çoğunluğunun
yararına. AB insanlarımız için iş demek,
ekmek demek, özgürlük demek... Bu yüzden halk, yüzde 80´e
yakın bir oranda bunu canu gönülden istiyor.
Ama bir kesim de var ki AB üyeliğinden, azrailden korkar gibi korkuyor.
Bunlar demokrasiden, yani açıklıktan korkanlardır.
Bunlar, iktidarlarını bu baskı rejimine borçlu
olanlardır, bu kapalı rejimin rantını
yiyenlerdir. Bunlar insanlarımızın kanını
iliğini emen ve bu rejimi sürdürmek için halk üzerinde
bu acımasız baskı çarkını kuran zorbalardır.
Hayali ihracattan, devlet ihalelerinden vurgun vuranlar, bankaların
içini boşaltanlar bunlar arasındadır. Bunlar
demokrasiden ve onun getireceği şeffaflıktan
korkarlar.
Militarist güçler bunlar arasındadır. Bu güçler şu anda,
en başta MGK yoluyla ülke politikasında belirleyicidirler.
Hükümetin ve parlamentonun da üstende bir konuma sahipler.
Sonunda onların
dediği oluyor. Aynı zamanda, Oyak ve benzeri kurumlar,
vakıflar, şirketler eliyle rant bölüşümüne
güçlü biçimde katılıyorlar.
Kolları iş hayatına, siyasete, ordu ve polise uzanan çeteler..
Susurluk olayında bunun bir öneğine tanık olduk.
Bu çeteler uyuşturucu ticareti, kumar, çek-senet ve arsa
mafyası ve benzer alanlarda büyük bir etkinliğe,
güce sahipler. Bu ülkede kayıtlı ekonomi kadar da
kayıt dışı ekonomi var.
Varlıklarını, siyasi güçlerini bu yapıya
borçlu olan politikacılar.. Mevcut düzen partileri boğazlarına
kadar bu yoz yapı ile iç-içedirler. Safları sözkonusu
yolsuzluk ekonomisinden beslenenlerle doludur. Bu partileri
yönetenlerin kirli dosyaları kamuoyunun malumudur ve
ancak birbirlerini aklayarak yakalarını adaletten
korumaktalar. Bunların elleri çetelere uzanıyor,
bazıları derin devletle bağlantı içindeler.
Bazıları, MHP gibi, militarist kesimle bir madalyonun
iki yüzü gibiler.
İşkencecisi, özel timi, komandosu ile bu düzenin
fedailiğini yapmış ve boğazlarına
kadar suça batmış olanlar...
Bu düzenin sözcülüğünü yapan, suçlarını
gizleyen, kamuoyunu yalanla besleyen, geçimlerini bununla
sağlayan, bu sayede köşe kapan kimi basın erbabı,
satılık kalemler...
Hayatları boyunca darbecilik yapmış,
askerlerden devrim beklemiş, militaristlerin kuyruğunda
idamei hayat eden ve bu işi kirli savaş destekçiliğine,
muhbirliğe kadar vardıran kimi solcular...
İşte bunların tümü demokrasiye karşıdır,
açıklığa karşıdır, bu nedenle
de AB´ye karşıdır. Bunların kopardığı
“ulusal devlet, egemenlik, vatan-millet” şamatasına
bakmayın. Bu bir hamaset edebiyatıdır ve Çetin
Altan´ın deyişiyle bu “iri yalanlar”ın amacı
“sinsi talanları” gizlemektir.
Bu rejim baskı, yalan ve komplo üzerinde varlığını
sürdürdü.
Son olarak, AB temsilcisi Karen Fogg´a yapılanlar
ortada. Uyum yasaları ve anadilde eğitim istemiyle
ilgili olarak yaşanan rezaletler karşısında
sessiz kalmayıp Ecevit´i ziyaret ederek AB´nin görüş
ve tepkilerini dile getirmesinin ardından açık bir
komploya uğradı. E-maile mesajları “bilinen kurum” eliyle “bilinen solcu baya” iletildi.
Bu olay Türk rejiminin, hoşuna gitmeyen kişi ve kurumlara karşı
her türlü yöntemi mübah gördüğünü ve bu işte sınır
tanımadığını bir kez daha açık
biçimde ortaya koydu.
Bu durumda ne olacak? Türkiye´nin demokratikleşmesi, AB´ye üye olması,
uygar bir ülkeye dönüşmesi olmayacak bir hayal mi?
Eğer bu adamlara kalırsa, evet. Eğer generallere, polis
şeflerine ve onlardan farkı olmayan bu politikacı
esnafına kalırsa, evet.
Ama halkın istemi AB´ye katılmadır. Çünkü halk bunun iş,
ekmek ve özgürlük olduğunun farkındadır. Eğer
halka kalırsa AB üyeliği ve demokratikleşme
bir hayal değil.
Bunun için de halkın bu yönetimden kurtulması gerekiyor. Sözkonusu
politika esnafı zaten iflas etmiş durumda. Üç koalisyon
partisinin oy desteğinin toplamı yüzde 10´un altında.
Seçime gitseler, görünen o ki, üçü de baraja takılacaklar.
Bu nedenle seçim lafını duymak bile istemiyorlar.
Mevcut muhalefet partileri ise umut vermiyor. Hepsi de denenmişler,
ya da denenmişlerin bir parçasılar. Çiller´den umut
beklemek, dağdaki kurttan beklemekten farksız. Baykal´ın
CHP´sinin değişmesini ancak saflar bekleyebilir.
Erbakan´ın mirasçıları topluma
ne verebilirler? Ne AK Parti´nin, ne de SP´nin değişik,
ciddi, umut veren bir programı yok. Kitleler çaresizlikten
Erdoğan´a yönelse ne çıkar?.
Peki çıkar yol nerde?
Türkiye´de bir devrim ortamı yok. Uluslararası durum da soğuk
savaş döneminden farklı; yani darbeciler için artık
elverişli değil. Üstelik onlar zaten yapacaklarını
yaptılar, artık yapabilecekleri birşey de yok..
Çözüm yine de macerada veya diktatörlükte değil, siyasal plandadır.
Kürtler legal planda, resmi ideolojiyle bütünleşip devletten icazet
almaya çalışan HADEP´in dışında bir
çıkış yolu arıyorlar. (HADEP İmralı´daki
bayı izleyip bu yanlışa düşmeseydi elbet
daha iyi olurdu ve legal planda birlikte çalışmanın
koşulları olabilirdi; ama ne yazık ki şu
anda yok.) Türk halkı da mevcut ve cılkı çıkmış
düzen partilerinin dışında yeni bir siyasal
kanal aramalı. Değişimin, demokrasinin, özgürlüğün
sözcülüğünü yapacak yeni bir parti, yeni bir ses...
Ülkede böylesi bir değişimi isteyen geniş bir taban var.
Aydınlardan, gençlerden, işveren çevrelerinden var.
En başta da halkın ezici çoğunluğu, yüzde
sekseni.
Sorun ve beceri o yeni örgütü, sözcüyü, sesi yaratabilmekte. Bunun için de birlik ve cesaret gerekli. Küçük küçük kulübelerle, tutarsız
ve yüreksizlerle bu iş başarılamaz.
-------------------------------------------
(*) Dema Nu, sayı
23‘ten alınmıştır.
|