PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

“Siyasallaşma”dan ve açıklıktan korkanlar.. '

Kemal BURKAY

Son günlerin gündemindeki tartışma konularından biri “PKK’nın siyasallaşması..” Bakan Keçeciler “PKK siyasallaşsın. Bu dağda olmasından daha iyidir. Onunla sandıkta yarışalım” dedi ya, şoven ve militarist cephede kıyamet koptu. Rakip düzen partileri bir kez daha bu konuyu birbirlerine karşı iç politika malzemesi yapmak, sömürmek için seferber oldular. Keçecileri nerdeyse ihanetle suçladılar. Oysa Keçeciler aslında, Türkiye’nin politika sahnesinde az rastlanır türden mantıklı sözler etmişti.

Türkiye’de egemen çevrelerde, hatta bizzat PKK’nın kendisinde, son yıllarda, özellikle Öcalan’ın Suriye’den çıkarılışı ile birlikte “PKK’nın siyasallaşması” üzerine yoğun bir şamata koparılıyor.

PKK bunu bir strateji değişikliği gibi ifade etti. Öcalan’ın Rusya, Yunanistan ve İtalya arasında gidip geldiği günlerde PKK, kendi iddiasına göre “Avrupa’nın desteğiyle”, yalnız siyasallaşma değil, aynı zamanda “devletleşme” halinde idi... Buna yönelik olarak akıl almaz bir propaganda yapılmakta ve PKK yandaşlarının yanısıra pekçok saf Kürt de buna inanıp coşkuya kapılmakta idi. Ne var ki Öcalan’ın yakalanmasıyla bu sanal “devletleşme süreci” sona erdi ve ona bağlı olarak yaratılan coşku ve toz duman havası dağıldı. Başlarda, yakalanmanın yol açtığı düş kırıklığı ve öfkenin sonucu yurt içinde ve dışında girişilen çılgınca eylemler ise, Apo’nun rejimin hizmetine girmesi, uyarıları ve taraftar kitleye sunulan yeni “demokratik cumhuriyet” serabı ile yerini tümüyle yeni bir politikaya, Kürt halkının tüm temel istemlerinden vaz geçip devletle uzlaşma ve “hizmet” anlayışına bıraktı. Ortalığı üniter devlet yandaşlığını savunmaya ve Kemalizmi allayıp pullamaya yönelik yeni tezler sardı. Böylece PKK’nın, 15 yıl süreyle ve sözde “bağımsız devlet kurma” adına kendisine karşı savaş yürüttüğü Türk devleti bir anda kırk yıllık dosta dönüşürken, Avrupa ise “düşman” olarak hedef tahtasına kondu..

Türk devleti ise Apo yakalanmadan önce, onun Avrupa’da kalmasından, terör oyununun son ermesinden, “PKK’nın siyasallaşması”na yönelik bu gelişmeden son derece tedirgindi. Bu nedenle Apo’nun Avrupa’dan politik iltica almasını önlemek için elinden geleni yaptı ve ABD’nin desteğiyle bunu başardı. Apo’nun yakalanmasıdan sonra ise, bizzat yön verdiği PKK’daki sözkonusu değişiklikten elbet son derece memnundur. Yine de bütün kaygılarının sona erdiği söylenemez. Hatta PKK’nın, yalnız çatışmaları sona erdirmekle kalmayıp tümüyle silah bırakması durumunda, Kürt hareketini legal alandan uzak tutabilmesinin daha da zorlaşacağını biliyor. O zaman yasakları hangi gerekçeyle savunacak?.

Aslında sorun “PKK’nın siyasallaşması” değil, bir bütün olarak Kürt hereketinin siyasallaşmasıdır. “Siyasallaşma” ifadesi bile yanlış, “legalleşme” demek gerekiyor. Çünkü zaten, PKK bir siyasal örgüt. Silah kullanması onu siyasal olmaktan çıkarmıyor. Şimdi olsa olsa, yumuşamış, törpülenmiş politikalarıyla, belki başka isimler altında legal plana çıkma çabası sözkonusu.

Rejim de işte buna fırsat vermek istemiyor. Bundan müthiş ürküyor. Üstelik sorun yalnızca, hatta asıl olarak PKK değil. O PKK’yı şu anda Apo kanalıyla dilediği gibi yönlendiriyor. Ama Kürt ulusal hareketi Apo ve PKK demek değil ki.

Rejim yıllar yılı “Kürt sorunu yok, dışardan güdümlü terör var” dedi, ve sorunu bir PKK olayı gibi göstermeye çalıştı . (İşin garibi PKK da aynı şeyi yaptı; kendi dışında her şeyi yok saydı veya düşmandan saydı.) Ama elbet, durumun böyle olmadığını, Türk yönetimi herkesten iyi biliyor. PKK’nın kendisi bile, bu sorunun ürünü. Hatta rejim, sorunu PKK eliyle terörize etti, Kürt hareketinin önünü kesmek istedi. PKK’nın da yardımıyla yarattığı terör ortamından yararlanıp planlarını hayata geçirdi. Kürt halkını ezdi, yer yer sürdü, kırsal kesimi nerdeyse boşalttı. Bunu yaparken de bir bakıma benzine kibrit çakmış oldu, yangını büyüttü.

Şimdi PKK’nın defterini dürerken ortaya çıkacak durumu nasıl denetleyecek? Bir bütün olarak yıllar boyu illegaliteye itilmiş Kürt ulusal hareketinin yasal mücadele alanına çıkmasını, istemlerini yasal yollardan ileri sürmesini nasıl önleyecek? Rejim işte bunun kaygısında. Kendisine güveni yok. Yasaklardan, yıllar yılı oluşturduğu baskı cenderesinden el edemiyor. Yasal alanı Kürt halkına kapalı tutma çabalarını sürdürüyor.

Dün, Kürt haklarını tanımamak, demokrasi yolunda adım atmamak için terörü, PKK ile savaşı gerekçe gösteriyordu. Şimdi savaş yok; ama bu kez de rejimi Kürt hareketinin yasallaşma korkusu sarmış!

Bu nedenledir ki, Avrupa Birliği’ne giriş takvimi işledikçe, atılması gerekli demokratikleşme adımları gündeme geldikçe rejim ne yapacağını bilemiyor, ileri bir tek adım atamazken geri adımlar atıyor. Kürtleri yasal alandan uzak tutma çabası, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki hendikaptır.

Ama elbet sebep yalnızca Kürt sorunu değil. Dünkü dost bugünkü düşman, “irtica tehlikesi” de böylesine bir gerekçe oluşturuyor. Öte yandan, düzen sahipleri bakımından demokratikleşmeye duyulan korkunun aslında çok daha başka ve “derin” nedenleri var. Bunların başında ise iktidar gücünü elde tutma ve rant bölüşümü geliyor.

Demokratikleşme ve ona eşlik edecek olan şaffaflaşma, ya da açıklık, bugünün görünürdeki ve gerçek iktidar sahiplerinin çoğunu tasfiye eder. Örneğin demokratik bir toplum açık ya da örtülü cuntalarla yönetilemez. Bugün, en başta MGK kanalıyla ülke politikalarına yön veren generaller bu konumda olamazlar.

Demokratik bir toplumda ırkçılık ve benzeri çağdışı ideolojilerin başarı şansı yoktur. MHP bugün iktidar gücüne ortaksa bunun da nedeni, düşüncenin yasak ama yalanın özgür olduğu, şovenizm rüzgarlarının devlet eliyle pompalandığı bu kapalı, yasakçı toplumdur. Aslında MHP’nin bir sol versiyonu olan Ecevit’in DSP’sinin sol adına sahnede at koşturması da aynı nedenledir.

Dünden bugüne ülke yönetiminde rol almış parti ve liderlerin çoğunun sicili kirlidir, bu yoz düzenden beslenmiş, kendi yakınlarına ve destekçilerine rant dağıtmışlardır. Bunlar da açık ve demokratik bir toplumda bugünkü konumlarını koruyamazlar. Kapalı bir tolumda iktidar gücü aynı zamanda rant paylaşımı, yolsuzluk, hırsızlık ve yalan demektir.

Bunlar, suçlarına ortak ettikleri polis şefleri, işkenceciler, ilişki içinde oldukları mafyacılar, muhbirler, basındaki işbirlikçileri, hep birlikte demokrasiye ve açık topluma karşıdırlar. Bunların sürekli olarak “bölücülük tehlikesi”, “irtica tehlikesi” demesi, habire iç ve dış düşmanlar edebiyatıyla kitlelere korku salması bu nedenledir. Bu, iktidarlarını ve çıkar düzenlerini koruma çabasından ve telaşından başka birşey değil.

Son aylarda, sözde demokratikleşme adı altında olup bitenlere bir bakalım:

Rejim doğru dürüst bir anayasa değişikliği yapamadı, yapmadı; Yargıtay Başkanı’nın bile “bir polis tüzüğü” olarak nitelediği 12 Eylül anayasasına dokunmadı. Yapılanlar bir makyaj olmadan öteye gidemedi. Hatta, bazı noktalarda daha da kötüleştiğinden söz edilebilir. Örneğin Türk Ceza Kanunu’ndaki idam cezası kaldırılmazken üstelik bir anayasa hükmü haline getirildi.. Bu nedenle idam cezasını kaldırmak şu anda daha da zorlaşmıştır..

Sözde, düşünce özgürlüğünün sınırlarını genişletmek için TCK’nın 159 ve 312. Maddeleri değiştirildi; ama eskisinden daha beter edildi, yasaklar, engeler arttırıldı.

Şimdi de sıra Basın Kanunu’nunda. Hükümet, 12 Eylül cuntasının kuşa benzettiği bu faşizan yasa yerine adam gibi bir yasa yapmayı yine düşünmüyor. Sözde değiştiriliyor; ama görünen o ki o da eskisinden beter edilecek. Gazete ve kitap toplamak, basım araçlarına el koymak daha da kolaylaştırılıyor. Basın kuruluşları da buna ilişkin kaygı ve endişelerini açıkladılar.

Türk hükümeti sözde Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmeye söz vermişti. Ama görüldüğü gibi İdam cezası, düşünce ve basın özgürlüğüne ilişkin olarak verdiği sözleri yerine getirmedi.

Dil ve Kültür alanında da öyle. Rejim, yasalarını anadilde eğitim hakkına uygun hale getirmediği gibi, buna yönelik istemlere karşı terör estiriyor. Kürtçe yayına yolu açmak için de gerekli adımları atmaktan kaçınıyor. RTÜK yasasında yapılmak istenen değişikliğin basit bir rötuştan ileri gitmeyeceği anlaşılıyor.

Örgütlenme özgürlüğünün önünü açmak için de hiçbir çaba yok. Aksine Parti kapama geleneği sürüyor. Şimdi de HADEP ipin ucunda.

Avrupa Parlamentosu birkaç gün önce aldığı bir kararla HADEP’in kapatılması girişimlerine karşı AB aday üyesi olan Türkiye’yi uyardı. Ama Türkiye’yi yönetenler buna öfkelendiler, bir kez daha iç işlerine karışıldığı yaygarasını kopardılar. Bu ülkede yargı sistemi de öteki kurumlar kadar tutucu. Anayasa Mahkemesi adına mesaj veren birileri AP’nin kararından rahatsızlığını dile getirdi ve “ biz AP kararına aldırmayız; hatta Türkiye’nin imzaladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de bizi bağlamaz, biz ulusal hukuka göre karar veririz” dedi. “Ulusal hukuk” dedikleri ise malum, hukuk filan değil, 12 Eylül generallerinin buyrukları..

Özetle, Türkiye cephesinde yeni bir şey yok. Ülkenin tutucu güçleri mevcut baskı rejimini titizlikle koruyor, hatta daha da pekiştiriyorlar. Ordu, en küçük bir demokratikleşme adımı konusunda bile uyarıyor. “İdam cezası orta vadeli; acele etmeyin..” diyor. Türk hükümetinin hazırlayıp sunduğu “Ulusal Belge”ye bile girmiş olan “anadilde TV ve radyo yayınına” karşı olduğunu söylüyor.

Tribünlere oynayan ırkçı MHP, hükümetin ve parlamentonun gündemine gelen olumlu yöndeki en basit değişikliklerin bile karşısına dikiliyor. MHP hükümeti esir almış gibi.

Bay Ecevit ise, bir yandan ordunun “hassasiyetleri”ni gözeterek, öte yandan hükümetteki kutsal “uyum” bozulmasın diye, hemen çark ediyor, “aynı kaygıları paylaşıyor!..” Aslında Bay Ecevit kafa yapısıyla ne generallerden, ne de Devlet Bahçeli’den farklı. Onun solculuğu tam bir “nasyonal sosyalizm”.

Koalisyonun üçüncü ortağını, ANAP’ı ve onun başkanını ise anlamak mümkün değil. AB’ye girilmesinden ve Kopenhag Kriterleri’nin yerine getirilmesinden yana görünüyor. Ama kararsız ve ürkek. Tepkiler karşısında kolayca çark ediyor, geri gidip ötekilerle arasındaki sınırları siliyor. Örneğin, “devlet anadilde eğitim vermek, anadilde yayın yapmak zorunda değil, bunlar bireysel haklar” diyerek atılması gereken adımların sulandırılmasına katkıda bulunuyor. Grubundaki bazı demokratik sesleri bile susturuyor.

ANAP’taki bazılarını ise MHP’lilerden ayırmak zor. Örneğin şu İçişleri Bakanı Rüştü Kazım Yücelen.. Kürtlerin anadilde eğitim isteğine karşı polisi harekete geçirdi, savcılara çağrıda bulundu ve tam bir terör estirilmesine yo açtı. Bu da yetmedi, “çocuklara Türk kültürüne uymayan isimler verilmemesi” için tüm illere genelge gönderdi. Şimdi jandarma ve savcılar birçok yerde verilmiş isimleri bile geri aldırmak için velilere ve çocuklara baskı yapıyor, davalar açılıyor..

Berivan, Baran, Zozan, Serhad, Rojda, Zilan vb. nice Kürt ismi yasak. Bunlar “Türk kültürüne, ahlak ve adaba” uygun düşmüyormuş..

Oysa bunu yapan kişi en başta kendi adını değiştirmeli. Çünkü ne “Rüştü” ne de “Kazım” adı Türkçe değil, bunlar da Arapça..

Bu tutumu, bu mantığı anlamak mümkün değil. İnsanların kendi çocuklarına veya kendilerine ad seçmesini bile yasaklayan bu adamlar hangi yüzyılda yaşıyorlar? Bu ne biçim kafa yapısı?. Bu ne biçim kültür, bu ne biçim ahlak?..

Görüldüğü gibi Türkiye’yi yönetenler, demokratikleşme şurda kalsın, baskı ve zulüm babında yeni ve akıl almaz adımlar atarak kendi rekorlarını kırıyorlar.

Bu durumda ne olacak? Ne olacağı belli. Böyle kişiler ve onlardan oluşan böyle siyasi partiler Türkiye’yi yönettikçe değişim umudu sıfır. Bu ülke bu haliyle AB’ye filan da giremez. AB herhalde, onları bu halleriyle alacak kadar sapıtmamış..

En başta ülkenin bu adamlardan, bu partilerden kurtulması lazım. Gerçekten demokrasi ve değişim yanlısı yeni siyasi hereketlerin, yeni liderlerin ortaya çıkması gerekli. Tabandan, halk yığınlarından gelen, ülkenin havasını boğan bu moloz yığınını silip süpürecek, toplumun elini kolunu bağlayan bu deli gömleğini yırtıp atacak güçlü bir dalga gerekli.

Bu iş belki zor ve kısa sürede olacak gibi görünmüyor. O zamana kadar da bu ülkenin insanları insan haklarının, özgürlüğün, barışın yüzünü göremez; bugünkü sıkıntılar, acılar, işsizlik, açlık ve zulüm sürüp gider...

 
PSK Bulten © 2002