AFGAN SAVAŞI
BİTERKENSIRA KİMDE?
Kemal Burkay
Taliban'ın yenilgisi tahminlerden
çok önce gerçekleşti. Taliban yanlış hesap
yaptı, olmayacak zamanda olmayacak işler yapmaya
kalkıştı, dünyayı karşısına
aldı, yenilgisi de acı oldu.
Amerikalılar, Afgan savaşı
daha bitmedi diyorlar. Molla Ömer'in ve El Kaide'nin kadrolarının,
en başta da Usame Bin Laden'in peşindeler. Bu doğal.
Salt öç alma tutkusuyla değil elbet, El Kaide'yi tümden
başsız bırakmak, dağıtmak, ilerde
ABD'ye karşı eylem yapmasını önlemek için.
Bu ise, salt Afgan savaşıyla sağlanabilecek
bir şey değil. Çünkü El Kaide'nin dalları budakları
zaten öteki ülkelerde mevcut. Ayrıca El Kaide benzeri
ve başı da gövdesi de Afganistan dışındaki
ülkelerde olan, bazı ülkelerden ise destek gören bir
dizi ABD karşıtı radikal İslamcı
örgüt mevcut.. ABD Başkanı Bush'un, 11 Elül'ün ardından
dünyaya meydan okumasının nedeni buydu.
Ayrıca Afganistan savaşı,
Taliban'ın yenilişi bakımından artık
sonuna geldi dense bile, ülkenin yeniden düzenlenmesi ve bunun
yarattığı devasa sorunlar devam ediyor. Gerek
Kuzey İttifakı güçleriyle Taliban'a karşı
çıkan Paştun aşiretleri arasında, gerekse
bir yamalı bohçayı andıran Kuzey ittifakı
güçlerinin kendi arasında, iktidarın paylaşılmasına
yönelik olarak müthiş bir çekişme var. Bonn'daki
konferansla bir geçici hükümet oluştu, ama sonuç herkesi
tatmin etmiyor. Bu güçlerin önümüzdeki günlerde veya daha
sonra, herhangi bir kıvılcımla kapışmaları
mümkün, hatta kaçınılmaz gibi. Taşların
yerine oturması, sükunetin ve "yeniden baş
ağrıtmayacak, yeni Bin Ladenlere ev sahipliği
yapmayacak, afyon üretmeyecek istikrarlı bir yönetimin"
oluşması için bundan sonra da yapılması
gereken çok şey var.
Aslında ne yapılsa da Afganistan'da
bundan sonra birliği sağlamak ancak bir mucize olur.
Bu ülkenin mevcut etnik grupların egemenlik bölgelerine
uygun olarak konfederal bir birliğe dönüşmesi, belki
de tümden bölünmesi kaçınılmaz gibi görünüyor.
Bütün bu nedenlerle ABD, geçen kez
olduğu gibi Afganistan'ı kendi kaderiyle başbaşa
bırakıp gitmek istemiyor. Bundan sonrası için
Birleşmiş Milletler Örgütü'nün yanısıra,
kimi müttefiklerini de devreye sokacak. Örneğin barış
gücünü Türkiye gibi Müslüman ülkelerin askerlerinden oluşturmak
istiyorlar. Böylece, barış gücüyle herhangi bir
çatışmanın bir Hırıstiyan-Müslüman
çatışması biçimini alması önlenmiş
olacak. Müslüman Müslümanla karşı karşıya
gelecek.. Ayrıca, canı pek değerli Amerikan
askeri de, hala kaynamakta olan bu kazanın ateşi
içine atılmamış olacak..
"Barış gücüne"
asker verecek Müslüman ülkeler ise elbet bulunur. Bunların
birçoğu, örneğin Türkiye, Malezya, Endonezya, Bengladeş,
ABD'ye ve uluslararası kredi kuruluşlarına
gebe ve üç-beş kuruşa muhtaçlar. İnsan yaşamı
ise buralarda ucuzdur..
Nitekim Türkiye'nin gözü bu yeni olanak
nedeniyle parlıyor. Hesaplarını çoktan yapmışlar:
1000 askerin bir aylık masrafı 50 milyon dolar.
(Elbet bu para ABD’nin ve Japonya, Almanya gibi zengin dostlarının
kasasından çıkacak, asker veren ülkeye akacak.)
Bir yılda sana 600 milyon! Eğer bir tugay, yani
yaklaşık 5000 asker olursa, al sana yıllık
3 milyar dolar para.. öp de başına koy!..
Bakarsın bu iş, Kıbrıs'taki
gibi yıllarca sürer!..
Asker için risk mi? Ne önemi var canım!
Türkiye salt eski püskü cemseleri, iğreti yolları
ve rezalet trafik düzeni nedeniyle yılda -onbinlerce
sivil bir yana- nerdeyse bir tabur asker yitiriyor. Kaldı
ki bu asker Kürt halkına karşı savaştan
yeni çıktı ve bu savaşta 5000'den fazla can
yitirdi; yani böyle şeylere alışıktır..
Hem de Kürtlerle savaştan –narkotik ticaretiyle sağlanan
onmilyarlarca dolar hariç- böylesine bol para gelmedi, üstelik
çok para gitti!
Velhasılı kelam, bu Afganistan’a
"barış gücü" olayı iki taraf için
de son derece karlı bir ticaret..
* * *
Peki, ”ABD'nin terörle” savaşı
bundan sonra ne olacak? Sıra kimde?.
Başkan Bush terörün 60 ülkede
barındığından söz ediyordu ya, geçende
batı basınında buna ilişkin alaylı
bir başlık vardı: "Biri (Afganistan) gitti,
geriye 59 kaldı!"
Amerikan basınında ve yönetime
yakın çevrelerde, ikinci aşama için en çok Irak'ın
adı geçiyor. Başkan Bush da birkaç gün önce Saddam'ın
adını vererek onun tehdit oluşturduğunu
tekrarladı. Belli ki, 11 Eylül olaylarının
ardında parmağı olsun olmasın, ABD bu
saatten sonra, kendisine kafa tutan Saddam yönetimine hayat
hakkı tanımayacak. Bütün mesele Irak'a karşı
ne zaman harekete geçileceği.
Başka türlü düşünenler de
var elbet. ABD'nin Irak'a yönelik, Afganistan benzeri, yönetimi
değiştirmek üzere kapsamlı bir saldırıya
girişmesine uluslararası planda onay bulması
güçtür; Arap ülkelerinin, Türkiye ve İran'ın yanısıra,
ABD`nin Avrupalı müttefikleri ve Rusya da buna karşı,
deniyor.
Ancak ABD buna aldırır mı?
Başkan Bush'un "yıllarca sürecek teröre karşı
savaş" üzerine söyledikleri salt 11 Eylül olaylarının
ardından duyulan öfkenin abartmalı bir ifadesi mi
idi? Sanmıyorum. Bu sözler bir bakıma, çok daha
önceden gündeme gelen ve olgunlaşmakta olan görüşlerin
bir ifadesiydi. ABD elçilikleri, silahlı güçleri, ve
ekonomik merkezleri dünyanın dörtbir yanında, hatta
bizzat Amerika'da peşpeşe saldırıya uğrarken,
artık bu işe dur demek için planlar yapıldığına
kuşku yoktu. Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan son
büyük saldırı bardağı taşıran
damla oldu ve devi harekete geçirdi.
ABD kendisini tehdit eden güçleri (ki
bunlar şu anda ABD karşıtı radikal islami
örgütlerdir) sindirmeden, etkisiz kılmadan kendisini
güvencede hissetmeyecektir. (Aynı güçler Rusya’yı
ve bir dereceye kadar Fransa ve öteki batı ülkelerini,
hatta, Doğu Türkistan sorunu nedeniyle Çin’i de tehdit
ediyorlar. Tüm bu ülkelerin son olayda biraraya gelmelerinin
nedeni de budur.)
Peki bu sindirme nasıl olacak?
Teröristleri barındıran ülkeleri bu örgütlere desteklerini
kesmeleri, onları etkisiz hale getirmeleri için işbirliğine
zorlamak; bu ülkelerde, ABD karşıtı terörizmin
barınıp beslenemiyeceği tedbirleri almak. Bunu
yapmazlarsa bizzat bu ülkelere baskıya yönelmek, hatta
gerektiğinde Afganistan türü doğrudan savaş
açmak..
ABD, teröre karşı mücadele
gereğini daha şimdiden uluslararası topluluğa
onaylatmış bulunuyor. Bütün sorun şu veya bu
örgüte, ona destek veren ülkeye yönelik olarak gerekçeler
bulmak. ABD harekete geçmeğe karar verdiği zaman
ise bu gerekçeleri bulmakta, kamuoyu oluşturmakta, gönüllü
ya da gönülsüz, başkalarına da onaylatmakta güçlük
çekmeyecektir. Bu dünyanın işleri böyledir! İran
ve Suriye'nin bile Afganistan olayındaki tavrını
unutmayalım..
Elbet Irak'taki yönetim Afganistan'dan
farklı, radikal islamcı değil; hatta, hiç ilgisi
olmasa da kendisini sosyalist sayıyor. Ama o da soğuk
savaşın ürünü. Önce "antiemperyalist"
diye Sovyetlerden destek aldı, sonra da ABD tarafından
İran'a karşı kullanıldı. Şimdi
ise ABD'ye kafa tutuyor ve bu noktada radikal islamcılarla
buluşuyor. Yani ABD için tam bir çıban başı..
Irak’a karşı harekete geçtiğinde
ABD’nin planı ne olabilir? ABD, Vietnam Savaşı’ndan
bu yana giriştiği tüm savaşlarda kendi askerlerini
riske sokmuyor, hava bombardımanına ağırlık
veriyor. Afganistan örneği taze. Orada kara savaşını
Kuzey İttifakı’na ve muhalif Paştun aşiretlerine
dayanarak yürüttü. Irak’ta da benzer bir strateji izleyeceğine
kuşku olamaz.
ABD Irak’ta yoğun hava bombardımanının
yanısıra, karada, Irak’ın iç muhalefetinin
(kuzeyde Kürtler, güneyde Şiiler ve diğerleri) yanısıra
Türk ordusundan yararlanmak istiyor. Bu doğrultudaki
görüşler ABD basınında ve yönetime yakın
çevrelerde yer alıyor. Hatta bazıları, bu amaçla
Türkiye’ye Musul ve Kerkük’ü, ya da petrolden pay teklif ediyorlar.
Türkiye Irak konusunda tedirgin. Sözkonusu
telklifler hoş görünse de Türk yönetimi bu tatlı
lokmayı yutmanın güçlüklerini biliyor. Zaten başında
ciddi bir Kürt sorunu varken bir de Güney Kürdistan’ı
ilhak etmesinin başına açacağı işlerin
farkında. Böyle bir ilhaktan sonra Güneyli Kürtlere federasyon,
hatta otonomi hakkı tanımayı aklından
geçirmiyor. Bu olmayınca da Kürtlerle yeni ve çok daha
büyük çapta kanlı bir boğuşmayı göze alması
gerek.
Böyle bir boğuşma ise, başkalarının
yararına olsa bile, her iki halkın da yararına
değil. Türkiye’nin yapacağı en iyi şey,
bir maceraya atılacağına kuzeyli Kürtlere haklarını
tanıyıp onlarla anlaşması ve böylece ülkeye
barış ve demokrasi getirmesidir. Böyle bir Türkiye
kaynaklarını yıkıma değil üretime
yöneltebilir ve AB’ye kolaylıkla katılabilir. Bu
ise ülkenin çağ atlaması olur.
Irak’a gelince, orada Saddam rejiminin
giderek demokratik bir yönetimin gelmesi elbet, hem Arapların
hem de Kürtlerin ve aynı zamanda Irak’ın komşularının
yararınadır. Ancak böylesine bir Irak federal olmalıdır.
ABD ve müttefikleri eğer, demokratik ve federal Irak’ı
gündemlerine alır, bunu kamuoyuna açıklar ve Irak
muhalefetine bu yönde güçlü bir destek vererek değişimi
sağlarlarsa bu elbet de olumlu olur.
* * *
Peki Amerika güçlü diye her istediğini
yapabilir mi? Veya yaptıkları haklı mı?
Yine ABD bu yoldan sonuç alabilecek mi?
Bu ayrı bir konu. Tarihte hiç
kimse, ne kadar güçlü olursa olsun her istediğini yapamamıştır.
Yapılanlar tarihsel gelişme doğrultusuna uygun
düşüyorsa insanlık hayatında olumlu bir rol
oynarlar. Ters düştükleri andan itibaren ise yenilgi
er geç kaçınılmazdır.
Tarihte yapılabilen her şey
haklı olduğu için de yapılmış değildir.
Spartaküs’ü yenilgiye uğratan Roma orduları haklı
bir iş yapmadılar. Hitler, Pinochet ve Kenan Evren
de tarihte haklı ve gerekli olanı yapmış
olmadılar.
Amerika'nın bu işten sonuç
alıp alamıyacağına gelince.. Öncelikle
şu sorunun cevabını bulmalı: ABD ne yapmak
istiyor? Yukarda da söyledim, kendisine yönelik terör tehditine
son vermek; bu arada, fırsattan istifade, dünya üzerindeki
egemenliğini güçlendirmek, hammadde kaynaklarını
güvenceye almak, belki yenilerine ulaşmak ve pazarı
genişletmek..
Ama salt böyle bir yaklaşımla
-çünkü ABD başkalarına yönelik teröre bile aldırmıyor,
ister örgüt terörü, ister devlet terörü olsun!- böyle bir
egoizmle, salt kaba güce dayanarak dünyada hem genel olarak
terörün, hem de özel olarark ABD'ye yönelik terörün önü alınamaz,
barışçı bir ortam sağlanamaz.
Terörü önlemek için uluslararası
sorunlara yönelik çok daha geniş bir bakış
açısı, zengin bir kavrayış gerekli. Terörü
hangi ortam üretiyor ve o nasıl değişebilir?
Nedenler ortadan kaldırılmadan sonuçlar önlenemez.
Sözkonusu nedenler, uluslararası
ve ulusal düzeylerdeki haksızlıklardır. Sömürüdür,
zulümdür.
Peki ABD politikalarını şimdiye
kadar böylesi bilimsel, aynı zamanda ahlaksal temeller
üzerine mi orturttu? Elbette hayır. ABD pragmatiktir.
Pragmatizm ise kısa görüşlüdür. Pek gerçekçi görünse
ve kısa vadede yarar sağlasa bile, bir süre sonra
tökezler.
Ekim Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği,
politikasını ulusal kurtuluş hareketleri ve
öteki ülkelerdeki işçi hareketiyle ittifak üzerine kurdu.
Bu ittifak işe yaradı, başarılı oldu.
Tarihin gidişine de uygundu. Dünya sömürgecilik sistemi
dağıldı. Sözkonusu rekabet ortamında kapitalist
ülkelerde sosyal haklar genişledi. Kısacası,
birinci raundu dünya ilerici güçleri kazandı.
ABD ve bir bütün olarak Batı dünyası
ise, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki soğuk
savaş döneminde, sosyalist sisteme karşı dünyanın
en gerici güçlerini, ırkçı ve faşist diktatörlükleri
ve yüzleri ortaçağa dönük fanatik dinci akımları
desteklediler. ABD yatırımını dünyanın
gidişine ters yönde yaptı, deve dikenlerine su verdi.
İslam dünyasındaki "yeşil kuşak politikası"
bu nitelikteydi. İkinci raundu ne yazık ki onlar
kazandılar. Bunun sonucu sosyalist sistem çökerken, "yeşil
kuşak"ta görülmemiş bir fanatizm boy verdi.
Umudu kırılan kitleler dine yöneldiler, yüzlerini
ortaçağa çevirdiler. Bu, en başta ABD'nin ürünüydü.
Ama bu ürünün, "komünist şeytanın"
sahneden çekilmesiyle yeni bir düşman arayışına
girmesi ve mızrağını ABD'ye "emperyalist
şeytana" çevirmesi gecikmedi.
Şimdi ABD ve bir ölçüde Avrupalı
ortakları, kendi elleriyle yarattıkları bu
yeni düşmanla savaşmaktadırlar ve savaşmak
zorundalar. Sözkonusu fanatizmin bizzat kendi yaratıcıları
tarafından ortadan kaldırılması ise, tarihin
hoş bir azizliğidir ancak.
ABD'nin kendi eserine karşı
savaşı ne kadar sürer, daha hangi evrelerden geçer
bilemeyiz. Ama salt bununla dünyamızdaki büyük sorunların
çözülemeyeceğini, dünyamıza adalet ve barış
gelmeyeceğini biliriz.
Çözüm yoksulluğu, cahilliği
yenmekte, zulmün, baskının her türlüsüne son vermektedir.Böylesine
bir dünya gerekiyor. ABD'yi ve Avrupa ülkelerini yönetenlere
bakınca bu konuda fazla iyimser olmak güç. Çağ açacak
liderler ve söylemler ne yazık ki henüz ortada görünmüyor.
Ama dünyamızın yeni koşulları, bu hızlı
globalizm rüzgarı en başta da bunu dayatıyor.
Herkes bu değişim rüzgarından etkilenecek.
Dünyamıza yeni bir anlayış
gerekli. İnsanoğluna barışı, adaleti
ve gerçek uygarlığı vermek ancak bununla mümkün.
Dünya tarihi, bugün sahnedeki aktörlerin
niyetleri ne olursa olsun, düşe kalka da olsa bu doğrultuda
yürüyor.
|