Generalleri Yargılamak..
Çok Komik! (*)
Kemal BURKAY
Önce MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç,
arkasından da emekli generaller, yaptıkları
açıklamalarla peş peşe Türkiye’nin gündemini
değiştirdiler.
Orgeneral Kılınç, Harb Akademileri’nin
düzenlediği bir toplantıda yaptığı
konuşmada, Türkiye’nin AB’ye üye olma sevdasından
vazgeçip “Amerika’yı gözeterek Rusya ve İran’la
işbirliği yapmasını” önerdi!
Türkiye’nin AB aday üyeliği nedeniyle
olan bitenin AB yanlıları ve karşıtları
arasında yoğun biçimde tartışıldığı
bir ortamda, hem de MGK gibi, ülkenin en güçlü ve aynı
zamanda gerçek yöneticisi olan bir kurumun genel sekreterliğini
yapan bir orgeneralden gelen bu öneri, gündeme bomba gibi
düştü. Bu, yalnız gündemi değiştiren türden
değil, aynı zamanda Türkiye’nin yönünü de Batı’dan
Doğu’ya çevirmeye, yani bir bakıma yüzyıllık
stratejileri değiştirmeye yönelik bir öneri..
Bu sözler doğal olarak politik çevrelerden,
basından büyük tepki aldı.Bazıları sordular:
“O zaman 28 Şubat boşuna mı yapıldı?”
Bazı çevreler ise açık ya da kapalı bu işten
memnun oldular. Bu görüşlerin, bölünme fobisiyle her
demokratik adımın önüne dikilen Genelkurmay’a yabancı
olmadığı açık. Genelkurmay’la dirsek teması
içinde AB’ye uyumu engellemek için her şeyi yapan MHP’ye
de. Ama, İslamcı kesimler de şu “İran’la
işbirliği” ve yönünü doğuya dönme eğiliminden
pek hoşlandılar. “Başkası bu sözleri söylese
kıyamet kopardı” dediler. O “başkası”
ise kendilerinden başkası değil..
Türkiye’de olaylar öyle gelişiyor ki bir
anda saflar bozulup yeniden dizilebiliyor. Dostlar düşman,
doşmanlar dost oluyor.. İleri-geri, sağ-sol,
doğu-batı, herşey karmakarışık
oluyor!
Neden? Çünkü bu ülkede ilkeler yok da onun
için. Herkes pusulasız. Sözde “vatan-millet” adına
izlenen politikalar, gerçekte iktidar sahiplerinin veya iktidara
göz koyanların çıkarlarını korumaya, ihtiraslarını
gerçekleştirmeye yönelik. Bu adamların ne “batıcısı”
gerçekten batıcı, ne de “İslamcısı”
gerçekten İslamcı.. Ne laiki laik, ne aydını
aydın!
Bazılarının dilindeki “çağdaş
uygarlık” söylemi ise bir palavradan ibaret.
Adam sözde laik, lafa gelince bu meselede kıyametleri
koparıyor. Ama okullara din dersi koyduran, Diyanet İşleri
Teşkilatı eliyle ülkenin din işlerini belli
bir mezhebe göre düzenleyen, böylece öteki mezhep ve inançları
ya doğrudan yasaklayan, ya da baskı altına
alan da o!
Adam çağdaş uygarlıktan söz
ediyor, onu hedef seçtiğini iddia ediyor. Ama düşünce
özgürlüğünü yasaklayan, ülkeyi partiler ve dernekler
mezarlığına çeviren de o. İşkenceyi
sistemli biçimde sürdüren, idam cezasından el edemiyen,
dil-kültür yasaklayan da o!
Adam sözde “aydınlanmacı”, mangalda
kül bırakmıyor. Bu yolda saçını, sakalını
ağartmış. Ama Kürt dili ve Kültürünün yasaklanmasına,
bir tarihin ve uygarlığın yok edilmesine hiç
karşı değil! Kirli savaşı alkışlıyor.
Düşünceyi yasaklayan, aydınları içeri tıkan,
hatta -açık ya da gizli- kurşuna dizen bu iğrenç,
işkenceci rejimi alkışlıyor. Militarizmle
kolkola…
Adam solcu geçiniyor; ama taktik ustalık
adına akşamdan sabaha yön ve saf değiştiren,
bir gün ak dediğine ertesi gün kara diyen, bir gün “PKK’lı
olmayan Kürt bölücüdür” diyecek kadar PKK yağcılığı
yapan, Kürt sorununun çözümü için federasyon öneren, ertesi
gün Kürtlere anadil hakkını bile çok gören, militarizmin
şakşakçılığına yapan, şovenizm
yarışında Demirel’i geride bırakan, ülkenin
en namlı ırkçıları ve faşistleriyle
el ele tutuşan da o!
Adam İslamcı geçiniyor. Ama bir ayak
üstünde elli yalan söyleyen de o! Bu dünyada evleri, hanları,
otomobilleri diziyor, altın külçelerini depo ediyor.
Ama halka öbür dünyadaki cennetin anahtarını vadeden
de o.. İktidar uğruna ülkenin ünlü hırsızlarıyla
uzlaşmaktan kaçınmıyor. Ülkenin yolsuzluğa
karşı çıkan, aydınlık isteyen güçleriyle
“gulu gulu dansı yapıyorlar” diyerek dalga geçiyor,
“fasa-fiso” deyip Susurluk skandalının üstünü kapamaya
çalışıyor.. Sözde doğulu, islamcı
ve batının “yoz” sistemine karşı; ama
sıkışınca batının demokratik
kurumlarına sığınan da o. Bu yüzden AB’ye
bile evet diyor. Öte yandan gözü arkada; yönünü doğuya
dönmek için fırsat kolluyor..
Bir ülke sağcı, solcu, laik, islamcı,
batıcı, aydınlanmacı, demokrat yaftası
altında bunca ilkesiz, belkemiksiz adamla dolu olursa,
yönünü yolunu bulabilir mi?.
Yine o soruya dönelim: “28 Şubat neden
yapıldı?” Onu yapanlara göre, ülkeyi bir İran
olmaktan korumak içindi değil mi? Türkiye’yi destabilize
eden İran’dı. Hizbullah’ı o kurmuştu.
Bir dizi İslamcı örgütü o destekliyordu. Muammer
Aksoy, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı
ve daha bir dizi faili meçhul cinayetin arkasında güya
İran vardı.. Türkiye’nin “Laik ve de demokratik”
düzenini tehdit eden ülkelerin başında İran
geliyordu…
Peki nasıl oldu da şimdi birden bire,
laik ve demokratik Avrupa Türkiye’nin düşmanına
dönüşürken, mollaların egemenliğindeki İran,
“kadim düşman Moskoflar”la birlikte adeta bir sığınağa
dönüştü?
Bu adamların dediklerine inanılabilir
mi? Bu adamlar kendi dediklerine inanıyorlar mı?
Hayır!
Onlar dün de dediklerine inanmıyorlardı.
“Faili meçhullerin arkasında İran var” derken sadece
halkı aldatıyorlardı. Faili meçhullerin arkasında
“Kontrgerillası”, JİTEM’i vs. ile Türk derin devleti
vardı.
12 Martta Kültür Sarayı’nı yakıp,
Marmara Gemisi’ni batırıp eylemleri sola yükleyen
bu derin devletti.
12 Eylül öncesi Abdi İpekçi’yi ödürten, İstanbul
Üniversitesi’ne, İzmir İnciraltı’na bomba
attıran, Bahçelievler’de TİP'li gençleri
katleden aynı derin devletti.
PKK’yı da Hizbullahı da o kurdu.
(Önce Kürt örgütlerine karşı kullanmak üzere Apo’nun
eliyle PKK’yı kurdu. Ardından, Apo 12 Eylül sonrası
denetimden çıkınca, bu kez ona karşı Hizbullah’ı
örgütledi ve eyleme geçirdi).
12 Mart öncesinin “Sakıncalı Piyadesi”
Uğur Mumcu’yu, bu gerçeklerin açıklanmasını
önlemek için o öldürttü, ardından da görkemli bir tören
düzenledi..
ANAP kongresinde Özal’a ateş eden tetikçiyi
yöneten de aynı merkezdi. Özal’ın kuşkulu –bir
bakıma da artık kuşkusuz!- ölümünün arkasında
da aynı el vardı…
Bu el yıllardır bu ülkenin, bu halkın
kaderiyle oynuyor. Komplo ve düzmecelerle dilediğini
düşman, dilediğini dost veya kahraman yapıyor,
kamuoyuna yön veriyor, başa cuntalar getirip götürüyor,
anayasaları çöpe atıp, gönlünce anayasalar yapıyor!..
İran’ın da, “Türkiye’nin laik ve demokratik rejiminin
kaderiyle oynayan korkutucu bir düşman”ken, ansızın,
onu “Batı’nın korkunç tehlikelerinden koruyucu bir
dost”a dönüşmesi aynı nedenledir!..
Gerçekler bu. Bu gerçeği Ecevit biliyor,
Demirel biliyor. Siyasi partilerin liderleri biliyor. Basının
köşe başını tutanlar biliyor. Ama kimse
açıklayamıyor. Açıklamak hem işlerine
gelmiyor, hem buna cesaret edemiyorlar!
1997 yılında Susurluk olayında
bu bilmecenin bir köşesi açılır gibi oldu.
Ama bu işin sorumluları, ülkenin egemenleri elbirliğiyle
hemen kapattılar. Birkaç tetikçi mahkum oldu. Bir de
Korkut Eken adında bir taşaron. Ama perde gerisindeki
asıl sorumluların kılına kimse dokunamadı.
Şimdi, içinde eski Genel Kurmay Başkanı
Doğan Güreş’in de bulunduğu emekli generallerin
ortaya çıkıp “Eken suçsuzdur, o bizim verdiğimiz
emirleri yaptı,” demeleri, bir sürpriz değil, sadece
bir pervasızlık örneği. Hukuka, topluma bir
meydan okuma. “Bizim adamımızı nasıl mahkum
edersiniz!” demek. Aynı zamanda, “mahkemenin mahkumiyet
kararına gerekçe olan tüm o suçlar (uyuşturucu ticareti,
kara para aklama, adam kaçırma, cinayet vs.) bizim bilgimiz
ve onayımız dahilinde yapılmıştır,”
demek..
Elbet bu da bir sır değildi. Türk
gladyosu 1950’li yıllarda örgütlendi ve bugüne kadar
nice yasa dışı karanlık işler yaptı.
12 Eylül sonrası oluşturulan “Terörle Mücadele ve
Hareket Dairesi”nin görevi de bu tür işlerdi. En üst
düzey devlet yöneticilerinin ve politikacıların,
istihbarat ve güvenlik birimlerinin, medyanın olup bitenden
elbet haberleri vardı. Mehmet Ağar kaç kez açık
açık konuştu:
“Bir tuğla çekilse hepimiz altında
kalırız!”
“Ben ifade vereceksem benimle birlikte bir
cumhurbaşkanı, üç başbakan ve beş generalin
de ifade vermesi gerekir…"
Bu cumhurbaşkanı besbelli Demirel’di.
Bu başbakanlardan biri Çiller’di. Generaller de malum..
Aslında yalnız Mehmet Ağar’ın Emniyet
Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı olduğu
dönemdeki MGK üyeleri değil, ondan önceki ve sonraki
dönemdeki MGK üyelerinin tümü olan bitenden haberdardılar
ve sorumluydular. Çünkü DGM kararı ve Yargıtay onayıyla
varlığı kesinleşen bu kanunsuzluğa
ve çeteleşme olayına yol açan, bizzat MGK’nın
kararları ve politikalarıydı.
Rejimi bu kanunsuzluğa iten ise Kürt sorunundan
başkası değildi. Rejim kendi eliyle Kürt sorununu
terörize etti, ama çıkardığı yangını
denetleyemez oldu. Batak çektikçe çekti. Kürt köyleri yakılıp
yıkıldı; faili meçhul cinayetler, yargısız
infazlar tırmandı. Devlet kurduğu çeteler eliyle
uyuşturucu ve kumar işine girdi. Ordu, polis, mülki
erkan bu işe boğazına kadar battı. “Vatan-millet”
için yaptığını bu kez kendisi için yapmaya
başladı. Devlet devlet olmaktan çıktı.
İşte Susurluk bu aşamada patlak
verdi. Rejim kendisini kurtarmak için birşeyler yapma
gereği duydu. Birkaç tetikçiyi harcayarak kontrolü sağlamaya
çalıştı. Ciddi bir temizlenmeyi ise göze alamadı;
çünkü bu, daha öncesi bir yana, 1980-2000 arasındaki
geniş bir yönetici kadroyu ve politikacıyı
götürürdü. Bu bayların hepsi suç ortağıydılar.
Bu nedenle yargının önünü kestiler.
TBMM Araştırma Komisyonu bile birşey yapamadı.
O zamanın Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman gibileri
rest çektiler, gelip ifade bile vermediler. Katillere yeşil
pasaport ve silah veren Mehmet Ağar’dan kimse hesap soramadı.
Mahkum olan çete mensubu subayları bile kimse yakalayıp
hapse sokamadı.
Bugün, mahkemenin açık kararından
sonra bu hesap sorulabilir mi? Emekli generallerin son açıklamalarından
sonra Türk basınında birçok köşe yazarı,
adeta “kahramanca” bir cesaretle, yapılan şeyin
bir suç itirafı olduğunu ve bu emekli generallerin
de yargılanması gerektiğini söylüyorlar.
Generallerin sözkonusu açıklamalarının
suç itirafı olduğu doğru. Ama kim onları
yargıya teslim edecek? Yüksekova Çetesi olayından
mahkum olmuş binbaşıyı bile hapse sokamıyan
rejim, onları mı yargılıyacak? Çok komik!
Bu ülkede çok büyük alt üst oluşlar yaşanmadıkça,
ki görünürde böyle bir umut da yok, ülkeyi kana teröre, kanunsuzluğa
batıran, kaynaklarını heder eden, halka yalan
söyleyen bu egemenlerden, bu “suçlu ama güçlü”lerden kimse
hesap soramıyacak.
Aslında onların bu derece güçlü ve
pervasız olmasında günahı olanların bir
bölümü de bugün onların yaptıklarından yakınanlardır.
Onlara sormak gerekir: Şu son 15-20 yılda,
Kürt halkına karşı eşi görülmemiş
bir kirli savaş sürerken siz nerdeydiniz, ne yaptınız?
Alkış çaldınız değil mi? Kürt köyleri
peşpeşe yakılıp yıkılır
ve Kürtler milyonlar halinde sürdürülürken, askerler kestikleri
gerilla başları önünde poz verirken bile.. Bütün
bunlar olurken siz “Kahraman ordumuz” diye edebiyat yaptınız,
değil mi? Oysa kirli savaş -adı üzerinde- hem
onu yürütenleri, hem tüm toplumu kirletir..
Faili meçhuller birbirini izlerken siz ne yaptınız?
Aydınlar düşünceleri, gencecik çocuklar masumane
eylemleri –bir afiş, bir slogan- yüzünden zindana konurken,
gazeteciler öldürülürken siz ne yaptınız?
Hep “kahraman orduyu ve polisi” alkışladınız
değil mi?
Çünkü ötekiler “terörist”ti, “bölücü” idi,
onlara ne yapılsa mübahtı.. Onlar için kanun geçmezdi..
Hiç onların ne istedikleri üzerinde düşündünüz
mü? 20 milyon Kürdün de, yüzbin Kıbrıs Türkü kadar
bazı hak ve özgürlüklere hakkı olduğu hiç aklınıza
geldi mi?.
Hiç barıştan ve özgürlükten yana
oldunuz mu? Demokrasiyi ne kadar savundunuz, ne kadar istediniz?
Kürtlerin hakları tanınsa, baş
örtüsü gibi sorunlar büyütülüp yeni düşmanlar yaratılmasa,
ülkede barış ve demokrasi olsa, kaynaklar kirli
savaşa, yakıp yıkmaya değil, üretime,
eğitime, sağlığa yönelse, bu ülke nasıl
olurdu, hiç düşündünüz mü?
Hayır, bu gün durumdan yakınan koca
koca adamların birçoğu bunları hiç düşünmedi.
Onlarda eksik olan sağduyu, mantık, öngörü ve vicdandı.
Şimdi ağlayıp sızlamaları
ne kadar boşuna!..
Generalleri yargılayamazsınız;
çünkü onları böylesine büyütüp semirtip, yasa-kural dinlemez,
astığı astık, kestiği kestik hale
getiren sizsiniz.
----------------------------------------------------------
(*) Dema Nu’nun 26. sayısından
alınmıştır.
|