HAK-PAR Kongresi üstüne
estirilen fırtına
Kemal Burkay
Hak ve Özgürlükler Partisi’nin (HAK-PAR) ilk olağan
büyük kongresi 4 Ocak pazartesi günü Ankara’da yapıldı.
Kongre Türk medyasına beklenmedik bir ölçüde, ama beklenir
tarzda yansıdı. Birçok günlük gazete ve TV kanalı
kongreyi hemen hemen aynı cümlelerle haber yaptılar.
Bazı kanallar ise, kongre esnasında ve onu izleyen
günde nerdeyse saat başı aynı şeyleri
tekrarladılar.
Bu ilgi neyin nesiydi?
Okurlar yanlış anlamasınlar, HAK-PAR bu
ilgiye değmezdi demiyorum. Aksine, henüz etiyle buduyla,
ekonomik gücü ve kitle desteğiyle küçük olan bu parti,
Türkiye ve Kürdistan sahnesinde ilgiye değer ve nitelikli
partilerden biridir. Hatta, legal planda, Kürt sorununun
çözümü konusunda açık, net bir programa ve söyleme
sahip olan, bu konudaki görüşlerini dürüstçe, cesaretle
ortaya koyan tek partidir. Bu yüzdendir ki kuruluş
aşamasında bile kurucu kadroları türlü baskılara
uğradılar. Kuruluşunun üzerinden daha bir
ay geçmeden, yani yıldırım hızıyla,
Cumhuriyet Başsavcılığı‘nca hakkında
kapatma davası açıldı.
Kuruluşu da zaten şurada bir buçuk yıl
kadar bir şey.. Parti o günden bu yana demoklesin kılıcı
altında örgütlenip çalışma yürütüyor.
Peki Türk medyasının kongreye bu ilgisi ne?
Partinin programını, görüşlerini beğendiği
için mi? Bu bir destek anlamına mı geliyor? Yoksa
Türk medyasının huyu mu değişti; o artık
objektif yayıncılık, kamuoyunu bilgilendirme
görevi mi yapıyor?
Hangi dağda kurt öldü?
Elbette hayır. Ne Türkiye’nin bol sayıdaki kurtlarına
kıran girdi, ne de Türk medyasının huyu suyu
değişti. Bu ilgi hiç de hayra alamet değil!
Bu medya sadece HAK-PAR’ın ve onun şahsında
Kürtlerin aleyhinde yazmak için bu kongreye ilgi gösterdi.
Asıl olarak da öcüler yaratmak, kamuoyunu ürkütmek,
iyi saatte olsunları göreve çağırmak için...
AB‘den müzakere tarihi alınması ile Kıbrıs
sorununun çözümü çabalarının –birbiriyle sıkı
ilişki içinde olan bu iki konunun- ısındığı
son dönemde, malum derin devlet çevrelerinin yeni bir psikolojik
hareketi söz konusu. Yok, bir milletvekili kuliste sohbet
sırasında Meclis taburunun durumundan yakınıp
kendisini kışlada hissettiğini söylemiş…
Mecliste, Atatürk‘ün mareşal üniformalı resmi
yerine sivil bir resminin daha uygun düşeceğini
dile getirmiş… Yok bir şeyh ölmüş, bir miktar
müridi cenaze töreninde sakalını öpmüşler…
Bu nedenle generaller hop otorup hop kalkıyorlar. „İrtica
tehlikesi“ öcüsü sandıktan çıkarılıp,
parlatılıp harlatılıyor, birkısım
medyanın manşetlerine taşınıyor...
Tabi bu yetmez, yanına bir de bol salçalı bir
sos gibi „bölücülük tehlikesi“nin eklenmesi gerekiyor. PKK
ve devamı niteliğindeki örgütler de şu anda
„barış ve demokrasi işleriyle“ meşgul
olup derin devletin kullanabileceği türden eylemler
yapmadığı ve bu nedenle doğrudan derin
devlet örgütleri tarafından kotarılıp bu
kesime mal edilmek istenen bazı düzmece eylemler de
tutmadığı için, baylarımız bula
bula HAK-PAR kongresini buldular…
Bir başka deyişle, düzen basınının
bu ilgisi güdümlü bir ilgi. Bu, daha kongre öncesi başladı.
HAK-PAR’ın kongre davetiyesinin Türkçenin yanı
sıra Kürtçe kaleme alınmış olmasına,
bir suçmuş gibi dikkat çekildi.
Kongreyle ilgili haber ise belli ki aynı merkezde
hazırlanmış ve tüm medya kuruluşlarına
servis edilmiş. Bu haberde HAK-PAR kongresinde dile
getirilen görüşlerden, ülke sorunlarına yönelik
çözüm önerilerinden ve alınan kararlardan hiç bahis
yok. Hayır, bunlar baylarımız için hiç önem
taşımıyor veya kamuoyuna duyurulmaması
gereken sakıncalı şeyler sayılıyor.
Evrensel dışında, Kongreyi haber yapan öteki
gazetelerin ve TV kanallarının çoğunun ortak
bir ağızdan söyledikleri ise şu:
HAK-PAR Kongresinde Türk bayrağı, Atatürk posteri
asılmadı, istiklal marşı okunmadı.
Kürtçe pankartlar asıldı. Mesut Barzani ve Celal
Talabani gibi Kürt liderlerin mesajları ayakta alkışlandı.
Divan adına açılışı yapan Reşit
Deli konuşmasına Kürtçe başladı. Diğer
bir konuşmacı, Celal Baykara ise Kürt sorununun
çözümü için Kıbrıs’taki federal çözüm şeklinin
örnek alınmasını istedi....
Bunlar büyük suçlar gibi ilan ediliyor. Bunların
yanı sıra, HAK-PAR Genel Başkanı Abdülmelik
Fırat’ın Şeyh Sait’in torunu olması
ön plana çıkarılıyor...
Bu servis üzerine „Türkiye Türklerindir“ logolu „devlet
gazetesi“ Hürriyet‘in iki memetçik gazetecisi, Bay Ekşi
ile Çölaşan hemen salvo atışlarına geçtiler.
Efendim, bu nasıl olurmuş? Ülke nereye gidiyormuş?..
Siyasi partilerin kongrelerinde bayrak ve Atatürk posteri
asılması, istiklal marşı okunması
zorunlu mu? Bir siyasi parti, kongrelerinde ülke sorunlarını
tartışıp politika mı oluşturucak,
yoksa böylesine şovenizm gösterileri mi yapacak?
Siyasi partilerin kongreleri 30 Ağustos ya da 29
Ekim törenleri değildir. Bazıları eğer
o duruma düşürmüş, yozlaştırmışsa
herkesin de bunu yapması gerekmez.
Ayrıca, kongrede Kürtçe pankart da asılmış
olması, bir konuşmacının Kürtçe birkaç
söz söylemesi ve bir başkasının federatif
çözümden söz etmesi baylarımızı nasıl
da çileden çıkarıyor. Bütün bunlar nasıl
olurmuş!.. Neden olmasın? Hatta, neden dileyen
konuşmacı tümüyle Kürtçe konuşmasın?
Son dönemde, sözde AB’ye uyum sağlamak için çıkarılan
göstermelik yasaları bir yana bırakın, ama
dil yasaklamak, en başta Lozan Antlaşması’nın
39. Maddesi‘ne aykırıdır. Zaten bu ülkede
yıllardır, insan hakları, BM sözleşmeleri
bir yana, Lozan‘ın, tüm TC yurttaşlarına,
dillerini sosyal yaşamın her alanında özgürce
kullanma hakkını tanıyan bu maddesi de işletilmiyor.
Demek ki baylarımız buna alışmışlar,
zorbalığı, uluslararası anlaşmaları
çiğnemeyi hak sayıyorlar. „Biz yaparız, olur!“
diyorlar.
Bay Çölaşan, sık sık Kürt siyasilerinin
kendi anadilleriyle okuyup yazamadığını
söyler ve onlarla alay eder. Bayım, sen bir dili böylesine
basın-yayın, eğitim alanında yasaklarsan,
onu kullanmak isteyenin üzerine polis copuyla, ağır
cezalarla, kıyımla, zulümle gidersen, onlar nasıl
anadillerini okuyup yazmasını, hatta iyi konuşmasını
öğrenecekler? Kaldı ki buna rağmen, bir onur
meselesi yaparak direniyor ve öğreniyorlar.
Kürtlerin bir parça özgürlük soludukları Güney Kürdistan‘da,
tüm Kürt halkı aile içinde, sokakta, pazarda, okulda,
üniversitede, parlamentoda, kısacası sosyal hayatın
her alanında anadili Kürtçeyi kullanıyor. Bunca
baskının, yasağın geçerli olduğu
Kuzey Kürdistan‘da bile Kürt halkı anadilini korumayı
başarmış. Siyasi ve edebi alanda Kürtçeyi
iyi kullanan, onunla değerli ürünler veren çok sayıdaki
yazarın arasında Kürt liderler ve siyaset adamları
da var.
Ya federal çözüm önerisi? HAK-PAR silaha sarılmadı,
şiddet kullanmadı ve böyle bir yöntem önermiyor
da; ama bir siyasi parti olarak, ya da onun bir yöneticisi,
üyesi, Kürt sorununun çözümü için federasyon öneremez mi?
Bu suç mudur?
Evet, size göre suçtur. Size göre Kürt adını
ağzına almak bile hala suçtur. Siz bir yandan
terör demagojisi yapar, Kürt hareketini tüm olarak bir terör
olayı gibi göstermeye çalışır, öte yandan
doğrudan düşünceyi, tartışmayı
da yasaklarsınız. Siz Kıbrıs’taki 150
bin Türk için federesyonu bile az bulup iki devletli bir
konfederasyon istersiniz; ama 20 milyon Kürt için bu düşünülemez,
lafı bile edilemez! Bu, „vatanın ve milletin bölünmesi“
olur!.
Baylar, siz ne utanmaz adamlarsınız!
Yıllardır bu ülkede düşünce özgürlüğü
için insanlar mücadele ediyor ve siz yıllardır
bunu engellemek için çırpınıyorsunuz. AB‘den
ödünüzün kopması bundan. AB‘de insanlara işkence
edemezsiniz, fali meçhul cinayet işleyemezsiniz, dil-kültür
yasaklıyamazsınız. „Kahraman ırkım“
diye haykırıp ırkçılık yapamazsınız;
yani şu ulusal andınız bile defolu hele gelir.
Bunun farkındasınız elbet. Şu AB adaylığı
sürecinde, eskiden batıcılık, çağdaşlık
üzerine söylediklerinizin bir demagoji ve palavra olduğu
nasıl da ortaya çıkıyor. Maskeniz düştü,
keliniz ortada.
Bu durumda sizin gibi ırkçı ve zorbalar için,
doğal olarak en iyisi AB‘ye girmemek! Hatta BM‘den,
Avrupa Konseyi‘nden bile çıkmak, tüm uluslararası
anlaşmaları iptal etmek.. Mümkünse çevrenizi
bir demir perdeyle de çevirin!..
Tamam, zorbalığı hak sayıyorsunuz,
zorbalığa dayalı bir sistem kurmuşsunuz;
anladık.. Ama siz bu zorbalıkla 20 milyon Kürdün
gönlünü değil, ancak nefretini kazanırsınız.
Böyle bir ülke ise ne barışın, ne demokrasinin
yüzünü görür. Böyle bir ülke cennet olsa, insanı aç,
perişan dolaşır.
Çünkü bu vahşi bir sistemdir ve vahşet insanlara
mutluluk getiremez.
Siz Kürtleri zincire vururken, aynı zamanda kendinizi
de zincire vurmuşsunuz, bunun farkında değilsiniz.
Marks, „başka bir ulusu baskı altında tutan
ulus, kendisi de özgür olamaz“ derken işte bu gerçeği
ifade ediyordu.
Bay Çölaşan, Şeyh Sait‘e dil uzatarak „vatan
haini, İngiliz ajanı“ diye niteliyor. Şeyh
Sait kimin vatanının haini idi? O kendi halkının,
Kürtlerin hakları için savaştı, ulusal baskıya,
haksızlığa karşı çıktı.
Böyle bir insan, kuşku yok, tam bir vatanseverdir.
Kürtler ve Türkler ulusal kurtuluş savaşında
birlikte savaştılar. Savaş sonunda da eğer
Kürtlerin hakları tanınsaydı, eşitlik
temelinde bir birlik kurulsaydı Kürtler ayaklanır
ve Şeyh Sait de bu direnişin başına
geçer miydi?
Şeyh Sait‘in İngiliz ajanı olduğuna
dair iddialar ise tam bir palavradır, hiçbir belgesi,
kanıtı yoktur. Bir insanın hak ve özgürlük
istemesi, bu amaçla direnmesi için başkalarının
ajanı olmasına gerek yok, onur taşıması
yeterlidir.
Evet, Şayh Sait bir vatan haini değil, ama Çölaşan
gibilerinin iflah olmaz, arlanmaz bir Kürt düşmanı
oldukları ortada. Böyleleri aynı zamanda da Türk
halkına büyük kötülük yapmaktalar. Bunlar eşitliğin,
özgürlüğün, barışın düşmanları.
Bunların temsil ettiği zihniyet, değişimin,
gelişimin önündeki ayakbağı.
Her iki halk, Kürtler ve Türkler, eşitlik koşullarında
bir arada, kardeşçe, barış içinde yaşıyabilirler.
Böylesine bir özgürlük ve demokrasi ortamında her iki
halk da ekonomik, sosyal ve kültürel alanda gelişip
çağdaş düzeyi yakalıyabilir. Bunu engelleyen
söz konusu zihniyet ve günü geçmiş yönetim tarzıdır.
Her şey bir yana, 20 milyonluk bir halkın dilini
bile yasaklamaya çalışmak, hatta bununla yetinmeyip
baskı ve saldırı mekanizmasını
sınırın öbür tarafındaki Kürt halkına
kadar uzatmak, onların dahi kendi kendilerini yönetmesini
engellemeye çabalamak nasıl bir tutumdur? Bundan daha
büyük bir vahşet olur mu?
Bay Çölaşan ve Bay Ekşi, siz ilkel ve çağdışı
adamlarsınız. İlkel insanlar kendi yol açtıkları,
başlarına gelen kötülüklerden dolayı başka
suçlu ararlar hep.
Bugün hala zorla, arsızlıkla bu iğrenç
ve zorba sistemi ayakta tutmaya çalışıyorsunuz.
Ama böyle bir sistem bir gün başınıza çöker;
bunu bilesiniz.
Sizler ırkçılığın, şovenizmin,
sömürgeciliğin, militarizmin ve faşizmin temsilcilerisiniz.
Ama bu tür anlayışlar ve sistemler bugünün dünyasına
ters düşüyor. Bunlar tarihin çöp sepetine doğru
yol alıyorlar.
Sizin geleceğiniz yok, telaşa kapılmakta
haklısınız..