Demokrasi ve laiklik ile
çağdaş bir ekonominin ilişkisi (*)
Kemal Burkay
Afganistan'da Taliban gitti, Kuzey ittifakı
ile Taliban muhalifi Paştun'lardan oluşan geçici
bir hükümet kuruldu.
İlginç olan, yeni hükümetin aktörleri
gibi Taliban’ın da, hatta bunca kavga gürültünün nedeni
olan El Kaide'nin de Amerika'nın eski dostları olması..
Bunların tümü de bir dönem Afganistan'ın
eski solcu rejimine ve onu destekleyen Sovyet Kızılordusu'na
karşı, başta ABD olmak üzere batının
ve Suudi Arabistan, Pakistan, İran gibi islam ülkelerinin
desteğiyle savaştılar. Afganistan Sovyetler'in
Vietnam'ı oldu.
Sovyetler gidip solcu rejim yıkılınca
yeni gelenler çok geçmeden birbirlerine girdiler ve bu kez
ABD, Pakistan ve Suudi Arabistan'ın ortak tercihi Taliban
oldu.
Günü gelip de Taliban ve El Kaide ikilisi
İslam adına ABD ile cebelleşir olunca dost
düşman cephesi yine değişti. Bu kez Ruslar
da dahil olmak üzere eski düşmanlar dost, eski dostlar
ise düşman oldu.
Diğer bir deyişle ABD daha
eski düşmanlarıyla birleşerek daha yeni düşmanlarını
ezdi..
Peki Afganistan'da bundan sonra ne olacak?
Bugünkü Afgan koalisyonu sürebilecek mi?
Bu zor görünüyor. Bu noktadan sonra Afganistan
üzerinde ABD ve Rusya'nın çıkar çatışması
ön plana çıkacaktır ve bu daha şimdiden göze
çarpıyor. ABD'nin zoraki müttefik Pakistan'la yolu da,
bu ülkenin bağnaz İslami rejimi ve sahip olduğu
atom silahları yüzünden ayrılabilir.. Hindistan-Pakistan
çatışmasının tam da şu günlerde ısınması
bir rastlantı olmasa gerek. En azından ABD ve batılı
müttefikleri bu ülkede İslam radikalizmini törpüleyecek
daha ılıman bir rejimin başa gelmesi için fırsatları
değerlendireceklerdir..
Diğer yandan, Afganistan ve Pakistan'daki
rejimlerin yakın zamanda demokratik ve laik olması
mümkün mü? Buna kesinlikle hayır diyebiliriz!
Örneğin Afganistan'da mevcut şeriatçı
uygulamada bir parça hafifleme olsa bile (kadınların
yüzünü açması, müzik dinleyebilme, spor karşılaşmalarına
izin verme vb.) ciddi ve köklü bir değişim yakın
bir zamanda beklenemez. Demokrasi de laiklik de istenince
sırta geçirilecek bir gömlek değil. Bunlar köklü,
geniş ekonomik ve bunun yolaçtığı sosyal
değişime bağlı.
Kadın iş pazarına girmedikçe
özgürleşemez. Teknik ve bilim, gelişen ekonomiyle
birlikte toplumu sarıp sarmalamadıkça kafalar da
kolay kolay değişmez.
Örneğin Japonya gibi bir Asya ülkesinin
nasıl değiştiğini biliyoruz. 19. Yüzyıldan
başlayarak, bilinçli ve sistemli biçimde batının
tekniğine yöneldi (kılık-kıyafetine değil).
Sanayi devrimini başardı, çağdaş bir ekonomi
kurdu ve çağdaş demokratik-laik düzeyi de yakaladı.
Rus Çarı Deli Petro da (gerçekte
Büyük Petro), çok daha önce (17. Yüzyıl sonu, 18. Yüzyıl
başları) aynı yöntemi izledi. Bizzat Batı
Avrupa’ya geçti, bir tornacı çırağı gibi
ustalık öğrendi ve ülkesine taşıdı.
Petro çağdaşlığın smokin ve kravatta
değil, teknik ve bilimde olduğunu kavramış
bir liderdi.
Osmanlı da son döneminde ufaktan
ufaktan buna yöneldi. Ama bu yöneliş kararlı olmadı,
köklü değişimlere yol açmadı. Cumhuriyet dönemindeki
sözde "reformlar" hatta "devrimler" bile
üst yapıya, kılık-kıyafete, yaşama
tarzına yönelik değişim çabaları olmaktan
öteye gidemedi. Bu yüzden de ne sanayi devrimi başarıldı,
ne batının güçlü bilim ve tekniği yakalandı,
ne de batı ölçeğinde güçlü bir ekonomi inşa
edilebildi. Üst yapıdaki zorlamlar ise altı kaval,
üstü şeşhane türünden iğreti, doğu ile
batı arasında gidip gelen, adeta kimliksiz bir toplumsal
yapıya yol açtı.
Geri bir ekonomi üzerine ileri bir sosyal
yaşam yaratılamaz. Ortaçağ köylüsünün kafasına
fes yerine şapka, bacağına şalvar yerine
pantolon geçirmekle onu "batılı" ya da
"çağdaş" yapamazsınız. Kadın
da jandarma zoruyla başını açmakla, çarşaf
yerine manto giymekle modernleşemez..
Değişim sorununun kafanın
içiyle -toplumsal yaşamda ise alt yapıyla (ekonomiyle)-
ilgili olduğu bu toplumda, en başta yöneticiler
tarafından iyi biçimde anlaşılamadı. Anlayıp
söyleyen aydınların ise, aynen Osmanlı yönetiminde
olduğu gibi, dipçik ve sopa marifetiyle, anasından
emdiği burnundan getirildi. Bu nedenle ülke düşünce
hayatı bakımından çoraktır.
Türkiye’de gerçekte ne demokrasi ne de
laiklik var.
Demokrasinin hali işte ortada: Sözde
60 küsur yıllık şu demokrasi döneminde cuntanın
biri gidip öteki geliyor. Ülkenin seçilmiş başbakanı
ve bakanları bile idam edildi, ilk sivil cumhurbaşkanı
idamdan zor sıyırdı.. Ülkeyi hala MGK adı
altında generaller ve gizli belgeler yönetiyor, siviller
buna itiraz bile edemiyor.
İşkence sözde yasak; ama sistemli
ve yoğun biçimde sürüp gidiyor. Karakola, kışlaya
sağ giren ölü ya da sakat çıkıyor.
20 milyonluk Kürt halkı, şu
21. yüzyılda bile akıl almaz, dünyada bir eşi
benzeri daha olmayan bir cenderenin içinde. Adı, ülkesinin
adı, dili, kültürü bile yasak!
Buna karşı çıkan, hak
ve özgürlük isteyen "ülkeyi ve vatanı bölmekle"
suçlanıyor, zindana konuyor, işkence görüyor, hatta
çoğu zaman da sorgusuz, yargısız kurşuna
diziliyor..
Bugün hala hapishaneler bilim adamlarıyla,
yazarlarla, resmi ideolojiyi ve baskı politikasını
eleştiren siyasilerle dolu.
Bilim Kemalist dogmaların dışında
bir şeyi savunamaz durumda.
Bu demokrasi değildir. Böyle demokrasi
olmaz. Bu dört başı mamur bir baskı rejimidir,
faşizmden farksız, iğrenç bir diktatörlüktür.
Ya şu laiklik hikayesi?
TC, kurulduğu günden beri Hanifi
İslamı esas aldı ve diğer dinleri, mezhepleri,
inançları korumasız bıraktı; hatta sözkonusu
inançların mensuplarını -Alevileri, Yezidi
Kürtleri, Süryanileri ve öteki Hıristiyan grupları
ezdi, sürdü.
1915'ler bir yana, Varlık Vergisi
uygulamasının ve 6-7 Eylül'ün anıları
tazedir.
Salt Sünni İslamı ve Hanefi
Mezhebini esas alan, dev bütçesiyle pekçok bakanlıktan
daha fazla harcama yapan Diyanet İşleri Teşkilatı
bile, tek başına bu rejimin laik olmadığını,
inançlar arasında taraf tuttuğunu kanıtlamaya
yeter.
İlokuldan liselere kadar, Sünni
İslamı esas alan zorunlu din dersi de bu ülkenin
laik olmadığının diğer bir kanıtıdır.
Bir yandan Aleviyi, Yezidiyi, Hıristiyanı
horlayıp, inancını baskı altında
tutup, öte yandan aynı insanlara namaz sureleri ezberletmenin
anlamı ne?
Böyle bir ülkenin laik olduğunu
söyleyenler ya laikliğin ne olduğunu bilmeyecek
kadar cahiller, ya da dünya alemi aptal yerine koyan gözaçıklardır.
Ama, aslında Kemalizmi bir din haline
dönüştüren bu rejim, Sünni İslamı bile gönlünce
dizayn etmeye çalışıyor. İnsanların
inanç yaşamına gerekli gereksiz müdahale ediyor.
Türk devleti dini politik amaçları için bir araç olarak
kullanıyor.
Geçmişte sola karşı kışkırtılan
dini örgütler devletin eseri idi. Aynı şey Kürt
yurtsever hareketine karşı da yapıldı.
Üniversitede kız öğrenciye,
devlet dairesinde bayan memura başörtüsü yasak! Taliban
zorla kapatıyordu, burada ise zorla açtırılıyor!
"Laik ve demokratik Türkiye"
lafı bir yalandan, demagojiden başka birşey
değil.
Radikal İslamın güçlendiği
ve dünyanın başına türlü sorunlar açtığı
şu dönemde, Türk rejimi de bununla ilgili ikili bir tutum
içinde. Bir yandan İslami devrimden duyduğu korkuyla
dindar kesimleri sıkıştırıyor, onların
giyim kuşamına, yaşam tarzına müdahale
ediyor, bunu bahane edip politik yaşamı daha da
daraltıyor, öte yandan bu iğreti "demokratik
ve laik” rejimi uluslararası planda pazarlamaya kalkışıyor.
Avrupa'ya ve Amerika’ya "Türkiye'nin
tek laik ve demokratik İslam ülkesi olduğu"
söyleniyor, bu gerekçeyle batının daha fazla ekonomik
ve askeri destek vermesi, rejimin zulüm ve kötülüklerine ise
göz yumması isteniyor.
Yani Türk rejimi dün komünizme karşı
kale idi, şimdi de radikal İslama karşı..
"Demokratik ve Laik Türkiye"
İslam ülkeleri için "örnek" gösteriliyor..
Son dönemde bu güzelim "demokrasi" ve "laiklik"
Afganistan'a ihraç edilmek istendi! Oysa kelin merhemi olsa
başına sürer..
Batılılar bu temelsiz ve komik
iddialara ne kadar inanıyorlar bilemem. En azından
bu dönemde, bu laflara inanır gibi görünebilirler. İslam
dünyasında kullanılacak birilerinin olması
işlerine gelir..
Kimileri şu sorunun cevabını
arıyor: Demokraksi ve laiklik İslamla bağdaşır
mı? Bağdaşacağı konusunda hiçbir
kuşkum yok. Hıristiyanlıkla nasıl bağdaştıysa
İslamla da öyle bağdaşır. Bütün dinler
katı kurallar koyar, dogmalara dayanırlar; ama zaman
tümünü etkiler, değiştirir.
Demokrasi ve laiklik ortaçağ toplum
yapısıyla bağdaşmaz, ister İslam,
ister Hıristiyan, ister Musevi ya da Budist olsun..
Eğer günümüzde, Türkiye de dahil,
herhangi bir İslam ülkesinde demokrasi ve laiklik yoksa,
bu ülkeler çağdaş, gelişkin bir ekonomiye sahip
olmadıkları içindir.
Hatta eğer, Latin Amerika ülkelerinde
olduğu gibi, birçok Hristiyan ülke demokrasiye ulaşamıyorsa,
bize benziyorsa, bu da yine aynı nedenledir.
Kuşkusuz dinlerin sosyal yaşama
verdikleri farklı renkler vardır. İslam dini
kadınlar ve sanatlar konusunda oldukça tutucudur. Ama
gelişen bir ekonomi ve sosyal yaşam bunu da değiştirir.
Nitekim Lübnan, hatta Suriye, Mısır, Irak gibi ülkelerde
kadınlar giyim kuşamlarında ve sosyal yaşama,
iş hayatına katılmada oldukça mesafe almışlarsa,
bu, nisbi de olsa, sözkonusu ekonomik ve sosyal değişim
nedeniyledir. Bu ülkeler hiçbir "Atatürk devrimi"
yapmadılar...
Öte yandan, gerek Afganistan için, gerek
ekonomik ve sosyal olarak geri öteki İslam ülkeleri,
hatta Türkiye için demokrasi ve laiklik bakımından
bir umut yok mu?
Türkiye de dahil, bu ülkelerde manzara
hoş değil. İnsan özellikle, demokrasi ve laiklik
üzerine bunca demagoji yaptıkları halde değişmemekte
bu kadar direnen Türk yöneticilere bakınca karamsarlığa
kapılabilir. Ne var ki dünyayı sarsan değişim
rüzgarı bu adamların inadından ve kalın
kafasından daha güçlüdür. Bir bütün olarak İslam
dünyası da Türkiye de –düşe kalka da olsa- zaman
içinde değişecektir. Bugünkü kuşakların
yaşadığı acılar bir gün geride kalacak.
Bu uğurda ödenen bedeller boşa gitmiş olmuyor.
Bu bedeller olmasa değişim de olmazdı.
Laik ve demokratik ülkeler –Avrupa, Kuzey
Amerika, Japonya ve ötekiler de çileli, ağrılı
değişim dönemleri yaşadılar. Onlar bakımından
da herşey çok kolay olmadı.
Toplumsal doğumların acıları
daha uzun süreli, kan kayıpları daha büyük oluyor.
------------------------------
(*) Dema Nû gazetesinin 1 Ocak 2002 tarihli 20. sayısından
alınmıştır.
|