PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Haksız, korkak ve saldırgan..

Kemal BURKAY

Türkiye’nin şu günlerdeki Kürt politikası geri viteste. 

Ama ne zaman ileri viteste oldu ki, diyeceksiniz. Doğru. Bu ülkede, bu ülkenin en büyük sorunu olan Kürt sorununa ilişkin olarak ikiyüz yıldır ki, -Osmanlısı ve TC’siyle- rejim bir tek olumlu adım atmadı, yumuşamadı, akla uygun bir çözüm aramadı. Sadece, iç ve dış kamuoyunda sıkıştığı zaman, sanki bazı olumlu adımlar atacakmış gibi yaptı; ama bunlar da bir aldatmacaydı, zaman kazanmaya yönelikti. Bu türden göz boyamaya yönelik adımların ardından, her keresinde daha uzlaşmaz,  daha sert ve çağdışı yüzüyle Kürt halkının karşısına çıktı.

Bu kez de öyle oldu.

Bu kez, Türk rejimini Kürt sorunuyla ilgili olarak sözkonusu ikiyüzlülüğe zorlayan  AB idi, Kopenhag Kriterleri’ydi. Bu kriterler, Kürt sorununun gerçek boyutlarına uygun nihayi bir çözümünü sağlamaya yetmese bile, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün sınırlarını genişleterek, bazı kültürel haklar sağlayarak (radyo-televizyon yayını, ana dilde eğitim gibi) sorunun çözümü yönünde kimi olumlu adımların atılmasını sağlayabilirdi.

Rejim AB kapısını aralamak için, görünürde bunlara evet dedi. Ama iş uygulamaya gelince oracıkta durdu, verdiği sözleri yerine getirmek için tek bir adım bile atmadı. Ne Kürtçe radyo ve televizyona yolu açtı, ne de anadilde eğitim için kımıldadı.  

Rejim kımıldamayınca Kürt gençleri harekete geçtiler, ortak dilekçelerle Kürdistan’da ve batıdaki kentlerde okul yönetimlerine başvurdular. Ama rejim buna bile katlanamadı, Anayasa’da yazılı dilekçe hakkını bile tanımadı ve anadilde eğitim isteyen gençlere, çocuklara ve ana-babalarına karşı topyekün bir saldırıya geçti.

Tamam, Türkiye bakımından “hür ve demokratik rejim” gibi lafların, boş laftan öte bir anlamı olmadığını biliyorduk. Ama doğrusu bu kadarını bu rejimden bile beklemiyorduk. Bu zamanda, böylesi bir çağda, tahammülsüzlüğün, ikiyüzlülüğün, kabalığın, utanmazlığın, zorbalığın ve zulmün bu kadarını akıl almıyor.

Bu gençler ne istiyorlar: Ana dillerinde eğitim.

Bundan daha meşru bir istem olabilir mi? Insan olan herkesin, her halkın kendi anadilinde eğitim görmesi kadar doğal bir şey var mıdır?

Herkes günlerdir “Taliban”ın kötülüklerini sayıp döküyor. Sorarım size, Paştun çoğunluğa dayanan Taliban anadil yasaklamış mıdır? Gidin sorun, Afganistan’da Taciklerin, Özbeklerin, Hazaraların dillerinde eğitim yasaklı mı?

Son günlerde Irak diktatörü Saddam Hüseyin yine manşette, herkes onu konuşuyor. Saddam’dan en büyük kötülükleri görenler biz Kürtleriz. Ama elinizi vicdanınıza koyun, Saddam yönetimi altında Kürt dili hiç yasaklandı mı? Yıllar yılı, Kürtlerle kıran kırana bir savaş sürerken bile, Bağdat radyo ve televizyonu Kürtçe yayınlarına ara verdi mi? Kürt dili Irak sınırları içinde -Saddam dönemi de dahil- sürekli bir eğitim dili değil miydi?.

Adamlar tutturmuşlar, bilmem “üniter devlet”, “vatanın ve milletin bölünmezliği”, falan filan… Kuzum, bu dünyada sizden başka devleti, vatanı ve milleti olan yok mu? Yıllardır yaza söyleye dilimizde tüy bitti. Hele bir İsviçre’ye, Belçika’ya bakın.. Kanada’ya, İngiltere’ye, Almanya’ya, Rusya’ya, Çin’e, hatta ABD’ye bakın. Dünyada daha bunlar gibi onlarca federal devlet var. Hindistan’a bakın: Parlamentosunda onlarca halkın dili -hem de resmi dil olarak- konuşulabiliyor.

Yıllarca Bulgaristan’daki Türklerin durumuyla ilgili olarak bu ülkeyi suçladınız. Bakın Bugün Bulgaristan’daki Türk azınlığı kendi partisini serbestçe örgütleyebiliyor, baskı görmeden siyasal çalışma yapıyor, seçimlere katılıyor; parlamentoda grubu, hükümette bakanları, illerde valileri var. Ve bunlar “Bulgar” kimliğiyle değil, Türk kimliğiyle oluyor..

Böylece ne oluyor; Bulgar devleti yıkılıyor mu, Bulgar vatanı ve milleti bölünüyor mu? Yoksa Bulgaristan eksiklerini giderip AB ile bütünleşmeye doğru yol mu alıyor?

Yıllarca, bula bula Fransa’nın “üniter”liğini, Korsika’daki durumu kendinize örnek ve bahane yaptınız. Ama Fransa’da da azınlık halkların dilleri ve kültürleri üzerinde baskı yok. Fransa Kopenhag Kriterleri’ne uyum sağladı. Korsika’da bile durum çok farklı. Yerel halkın kimliği inkar edilmiyor. Korsika dili eğitim ve kültür dili olarak tanındı. Korsikalılar kendi partilerini kurabiliyorlar, parlamento niteliğinde yerel meclisleri var. Şu anda sorun, Paris’teki merkezi parlamento ile yerel parlamentonun yetki bölüşümü konusundadır.

Ey Türkiye’yi yönetenler! Ne mutlu ki, sizin gibi yapan dünyada kimse yok. Ne uygar Fransa, ne ilkel Taliban.. Siz “sui jeneris”siniz, yani bir örneği daha olmayan..

Zulmün, zorbalığın bu kadarı dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir.

Şu işe bakın: Anayasa’da sözde dilekçe hakkı var; ama adamlar dilekçeleri bile kabul etmiyor. Yani göz göre göre kendi anayasalarını çiğniyorlar. Üstelik, “Anayasa’mıza göre Kürtçe eğitim mümkün değil” deyip sözkonusu dilekçeleri bir suç sayıyorlar! Bunu üniversite rektörleri, dekanlar, İçişleri, Adalet ve Milli Eğitim bakanları, Başbakan Yardımcısı söylüyor, söyleyebiliyorlar..

Bu da yetmezmiş gibi, dilekçe veren gençleri okullardan uzaklaştırıyor, gözaltına alıyor, tutukluyorlar.

İnsanlarımızın bu en masum istemini de tüm istemlerimiz gibi bir suç gibi gösteriyor, hatta götürüp “terör örgütü” dedikleri PKK’ya bağlıyorlar.

Anadilde eğitim için dilekçe veren “terör örgütünün mensubu” ve “terör suçu” işlemiş sayılıyor. Ne ala, ne ala… Tam da La Fontaine’nin “kurt ve kuzu” öyküsündeki gibi.. Kurt kuzuyu yemek isteyince bahane mi yok!.

Bu alanda sözde en ılımlıları olan ANAP Başkanı Yılmaz bile anadilde eğitim isteminin Anayasa’ya göre mümkün olmadığını söyleyip, dilekçelerin işleme konmamasını doğal buluyor. Ama “dilekçe verenlere yumuşak davranmalı” diye de ekliyor..

Şu demokratlığa bakın siz!. Peki Kopenhag Kriterleri nerde kaldı? Ayakkabı ayağa uymuyorsa, ayağı mı değiştirmek gerekir, yoksa ayakkabıyı mı? Zaten sizden istenen de şu malum deli gömleği anayasanızı değiştirip demokratik bir anayasa yapmak değil miydi?

Yılmaz, ”yumuşak davranmalı” derken de, gençlere karşı polis mekanizmasını harekete geçirenin, ayrıca, savcıları da harekete geçirmesi için Adalet Bakanlığı’na başvuranın kendi partisinden İçişleri Bakanı olduğunu bilmezden geliyor.

Daha da önemlisi, Yılmaz’ın OHAL ile ilgili söyledikleridir.  “Bölgede silahlı 500 terör örgütü mensubu varlığını korurken, OHAL’i kaldıramazsınız,” diyor.

Peki PKK, Apo’nun isteği üzerine silahlı eylemlere son verip silahlı güçlerini tümüyle sınır dışına çekme kararı almışken, bölgedeki bu “silahlı 500 terör örgütü mensubu” ya da gerilla, kimin isteği sonucu orada kaldılar? PKK istediği için mi, yoksa bizzat Türk Genelkurmayı istediği için mi?.

Bunu, Türk devletinin rızası ve isteğiyle, İmralı’dan PKK’yı yöneten Apo’dan daha iyi bilen olamaz. Bakın bu konuda Apo ne diyor:

Çatışmayı durdurduk, barış ve kardeşliği geliştirdik. Bu konuda HADEP’i çok uyardım. İlk benimle konuşan kişi Genelkurmay temsilcisiydi. (…) PKK’yı her zaman kontrol edemem. HADEP’in denetimini her zaman yapmam mümkün olmayabilir. İlerde belki PKK beni dinlemez de. Bunun için tedbirler alınmalı. Örneğin TİKKO’ya dayalı, Ermenilere dayalı savaş tehlikesi olabilir. Süleyman, Şemdin dahi kullanılabilir. Boşalttığımız köylere girerek faaliyet yapabilirler. Geçmiş dönemde bize ait mevzilerin başkalarının eline geçmemesi, kullanılmaması için denetime alınsın. Ermeni-Yunan çizgisi bunu yapabilir. Çatışma gücü olarak…(Bu kritik cümlenin devamı silinmiş.)

“Tümüyle dışarı çıkmamıza Genelkurmay yetkilisi kuşku ile baktı. Neden tümüyle dışarı çıkmayı anlamadılar diye şimdi düşünüyorum. İlk konuştuğum Genelkurmay yetkilisi bu konuda kuşkuluydu. Sağlam bir ateşkes olmalı. Tam dışarı çıkmamalı dediler. İlk başta ciddiye almadım. Şimdi daha iyi anlaşılıyor. Başka güçler kullanabilirler. İlle içeriye girin demiyorum. Ama içerdeki güçlerin görevi, olası çatışmaların gelişmesini engellemektir.

“Şemdin pratiği aşılmalı, 4’lü çeteye engel olunmalı . Çetevari güçlere karşı uyanık olmak gerek. Yeni geliştirilen barış planı adım adım uygulanmalıdır…” (Abdullah Öcalan, “Geleceğe Notlar” başlıklı yazıdan. Özgür Halk Dergisi, Ekim 2000, sayfa 18).

Buna eklenecek başka söze gerek var mı? Görülüyor ki 500 kişinin sınır içinde kalmasını isteyen Genelkurmay’dır. Amaç da ortada: Laf dinlemeyen, teslimiyet politikasına karşı çıkan olursa onlar eliyle gerekeni yapmak için… Ama yalnız bunun için değil. Aynı zamanda, iç ve dış kamuoyuna, demokrasi istemlerine karşı öcü, ya da bahane olarak kullanmak için:

“Terör tehditi devam ediyor. Bu nedenle OHAL’e son veremeyiz. Dil ve kültür alanında adım atamayız. 312’yi, 159’u değiştiremeyiz. Batı ölçülerinde düşünce ve örgütlenme özgürlüğü tanıyamayız. Önce terörün bitmesi lazım!..”

Ne güzel bahane değil mi? Terörü kendi elinle yarat, bitmemesi için elinden geleni yap. Hatta ”terörist” dediğin bu işe 3 yıldır son verdiği halde, sen ”yoo, terör tehditi devam ediyor!” diyerek onu demokratikleşme çabalarının ve Kürt sorununun barışçı çözümünün önüne bir Çin Seddi gibi dik!.

Bu tavır ve tutum, insanları, dış kamuoyunu, en başta kendi halkını aptal yerine koymadır.

Kıvrıkoğlu sık sık, en küçük demokratikleşme adımının önüne bile dikilirken bu gerekçeleri dile getiriyor. Hükümet ve parlamentodaki tutucular bu gerekçelere yaslanıyor. Hatta bakın, “milli güvenlik sendromundan” yakınan ve “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” diyerek Kürtlerden puan toplayan Yılmaz bile bu gerekçeye sığınıyor.. 

Peki, Apo’nun yakalandığı günden bu yana Başbakan Yardımcısı olan Yılmaz  bu gerçeği bilmez mi? Bilmediğine ancak aptallar, ya da aşırı saflar inanabilir. Ama o da kendi ürkek tutumunu, tutarsızlığını maskelemek için aynı bahaneye sığınmakta yarar görüyor. Ne var ki o, bütün bunlardan sonra sözlerini ciddiye alanı zor bulacaktır.

Bütün bunlar aynı zamanda, PKK’nın Türk politikası bakımından oynadığı rolü birkez daha ortaya koyuyor. Türk rejimi PKK’ yı yaratarak onun eliyle Kürt özgürlük mücadelesini yanlışa itti, provoke etti. Şimdi de, yine aynı nedenle ondan eli olmuyor. Türk devleti PKK’sız edemez. Onun, şiddet politikasını yürütmek için bahaneye ihtiyacı var ve bu bahaneyi ona PKK sağlıyor. (Birazını da yine kendi eliyle yarattığı Hizbullah filan..) “Hepsini sınır dışına çıkarma, 500 kişi kalsın!” demenin başka anlamı var mı?

Aslında rejim istese bu terör oyununa bir günde son verebilir. Bir genel af çıkarır, PKK’lıların hepsi silah bırakır. Zaten PKK da canu gönülden bunu istemekte. Ama rejim bunu yapmıyor, yapmaz. Ona kavgayı sürdürecek bir muhatap lazım. O, asıl Kürt hareketinin siyasallaşmasından korkuyor.

Ne oyun, ne oyun! Peki dışarda ve içerde bu oyuna, terör demagojisine inanacak kadar saflar kaldı mı?  

”Türkiye’de saf çok” diyeceksiniz. Beyin yıkama işlemi devam ediyor. Türk basını da her zaman olduğu gibi bu propagandaya çanak tutuyor, bu oyunun meddahlığını yapıyor.

Basındaki ırkçı ve tetikçi tayfasını, Çölaşan, Kışlalı ve Akyol gibilerini anlıyoruz, onların işi bu; ama ya bu basındaki kimi sözde “farklı ses”lere, “mutedil”lere, belki de “demokrat”lara ne diyeceksiniz? Bunlardan bazıları görünürde böylesi sert bir tutumu benimsemiyorlar. Ama onlar da bu konuda yarım, hatta çeyrek ağız konuşuyorlar.

Bu ılımlı ve demokrat bilinen yazarların bir bölümü bile İçişleri Bakanı ve HST gibi, dilekçe verdikleri için Kürt gençlerini ve çocuklarını suçluyor, bunu “örgütün eylemi” gibi niteliyorlar. “Yüce”, “baba” Türk devletinin bazı adımlar atması için böyle yaramazlıklar yapmamalarını, onu kızdırmamalarını istiyorlar.. (Yoksa baba döver!) Yani Kürtler oturup bekleyecek, Türk devleti bir gün insafa gelirse onlara bazı haklar ihsan edecek..

Peki ne hakkı verecek? Bu konuda da yarım-ağız, çeyrek demokrat baylarımızın bize ikramı şu: Kürtçe eğitim devlet okullarında olmaz. Hatta seçmeli ders bile olamaz! Ama Kürtler isterlerse, “müşteri de bulurlarsa” dil kursları açabilmeliler!..

İşte bu sözde aydınlar tarafından 20 milyonluk bir halka, bir ulusa münasip görülen “anadilde eğitim” budur!.. Yani dilenciye üç-beş kuruş türünden bağış..

Evet, bu ülkede, soruna gerçek bir aydın ve demokrat gibi, yani adam gibi eğilip eşitlik temelinde bir çözüm, örneğin kendi kaderini tayin hakkı ya da federasyon önermek şurda kalsın, “yahu ayıptır, ortada 20 milyonluk bir halk var. Bu halkın, ilkokuldan üniversiteye kadar kendi anadilindeki okullarda okuması, anadilinde radyo ve televizyon dinlemesi en doğal hakkı…” diyecek bir aydını ve demokratı boşuna aramayın! Olanlar da zaten yazacak gazete, konuşacak ekran bulamazlar. Olanları da zaten ezdiler, susturdular..

Özet olarak, son günlerde, Kürt gençlerinin verdiği dilekçelerle birlikte rejim bir kez daha kudurdu, Türk ırkçılığı ve şovenizmi bir kez daha azgınlaştı. Adamlar ne hak hukuk tanıyor, ne de insani ölçüleri var.. Adalet Bakanı olacak HST, son cezaevleri kıyımının bu baş sorumlusu, bir gazetecinin “dilekçelere cevap verilmiyor mu” sorusuna, tam bir mahalle kabadayısı ağzıyla şu alaylı cevabı veriyor:

“Veriyoruz veriyoruz; hem de tam anında ve yerinde!..”

Yani dilekçelerini yüzlerine çarparak, kendilerini gözaltına alarak, sırasında hakaret ve işkence ederek, örgüt üyesi diye suçlayıp tutuklayarak ve okuldan atarak..

Ve bu adam bu ülkenin Adalet Bakanı!

Öte yandan, şu günlerde saldırı yalnızca anadilde eğitim isteyenlere yönelik degil. Çeşitli alanlarda Kürt yurtseverlerine ve kültürüne topyekün bir saldırı sözkonusu.

Bir yandan HADEP kapanma tehditi altında tutulurken, diğer yandan yeni bir legal parti çatısı altında toplanmaya çalışan Kürt aydın ve demokratlarına yönelik gözdağı operasyonları sürüyor.

Hakkari’de yayınlanan bir takvimde ay adları, Türkçe ve İngilizce’nin yanısıra Kürtçe yazılmış diye, takvim toplandı ve onu hazırlıyan HADEP yöneticileri hakkında dava açıldı. Aynı şey daha sonra Mersin’de oldu.

Diyarbakır’da düğün davetiyesini Kürtçe bastıran Recep Şimşek adlı öğretmen hakkında soruşturma açıldı, kendisi açığa alındı.  (Dema Nu’nu gibi yarısı Kürtçe çıkan yayınların hemen her sayısının toplandığına, Diyarbakır’da kahvelerde Kürtçe kasetlerin çalınmasının bile engellendiğine bakmaksızın “Kürtçe basın artık serbest!” diye ahkam kesen “demokrat” köşe yazarlarına duyurulur..)

Kürtçe ay adına, Kürtçe adam adına, Kürtçe dükkan tabelasına, Kürtçe şarkıya bile tahammül edemeyen kafa Kürtçe kitaba, gazeteye mi eder?

Bunlar Türkiye’nin Kürt politikasının son uygulamalarından bazı örnekler. Hergün buna benzer nice olay gerçekleşiyor.

Belli ki rejim, AB adaylığı nedeniyle yumuşamış değil. Aksine bir sertleşme, hatta bir geri gidiş sözkonusu.

Bu duruma 11 Eylül olayları mı yol açtı dersiniz? ABD’nin bu olayları gerekçe göstererek, görünen ve görünmeyen düşmanlarına karşı seferberlik açmasından, bu arada insan haklarını bir yana itmesinden yararlanan Türkiye benzeri baskı rejimleri, bunu, baskı ve zulümlerini arttırmak, insan haklarını daha rahat çiğnemek için ele geçmez bir fırsat mı saydılar?

Elbet, bunun payı var. Ama tek neden, hatta asıl neden bu değil. AB adaylığı ile birlikte Türkiye bir yol ayrımında. Ya demokratikleşecek ya da AB’den vaz geçecek. Bunun ortası yok. Demokratikleşme karşıtları, ırkçı ve şoven çevreler, bu kapalı rejimin rantını yiyenler, baskı ve kandan beslenenler değişimi engellemek için elden geleni yapıyorlar.

Diğer bir deyişle, bu son kapışmadır. Sonucunu kısa dönem için kestirmek olanaksız. Ama uzun erimde değişime karşı direnenlerin şansı yoktur. Dünyadaki değişim dalgası eninde sonunda onları aşıp geçecektir.

Son olan bitenlerse rejimin maskesini düşürdü, gerçek niyetlerini ortaya koydu. Onlar AB’ye yalan söylediler. Bir kez daha şark kurnazlığıyla kağıt üzerinde söz verip öte yanda bildiklerini yapmayı denediler. Ama bu oyun artık tutmaz.

Aslında bugün, bunca zulme, keyfiliğe muhatap olsalar da güçsüz olan, çaresiz olan taraf Kürtler değildir. Kürt halkının özgürlük mücadelesi amacına doğru ilerliyor. Bu, özgür yaşamakta kararlı olan, onurlu, dirençli bir halkın mücadelesidir. Zayıf olansa bu haksız ve kokmuş rejimdir. Kendisine güveni yoktur, korkaktır ve bu korku onu daha da saldırgan yapmaktadır.

 
PSK Bulten © 2002