PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Şiddet çıkmazı(*)

Kemal Burkay

İsrail Başbakanı Şaron zora, yalnızca zora inanan, zor ve şiddet yoluyla amaçlarına ulaşabileceğini sanan bir anlayışı temsil ediyor. İsrail toplumu, son seçimlerde onu başa getirmekle, ne yazık ki bu eğilime destek verdi ve bununla en büyük yanlışı yaptı.

İsrailoğulları, daha sonraki adlarıyla Museviler, Firavunlar döneminden başlayarak pekçok acılar çektiler. Ülkeleri işgale uğradı, Babil’e esir düştüler ve dünyanın dörtbir yanına dağıldılar. Dini baskılar, ayrımlar, pogromlar sürdü. Direndiler, ayakta kalmak için yollar buldular; ekonomik güç edindiler; güzel sanatlarda, bilim ve felsefede başarılı oldular.. Ama aynı zamanda, yüreklerinin derininde bir kin ve öfkeyi de büyüttüler..

Son büyük darbeyi ise ırkçı faşizmden yediler, Naziler tarafından tarihte eşi benzeri görülmemiş bir soykırıma uğratıldılar. Soykırımın anıları hala tazedir. Ve onlara yapılan bu acımasızca zulüm ve kıyım insanlığın vicdanında mahkum edildi, dünyanın her yanında onlara dostlar ve sempati yarattı. O kadar ki, Alman faşizmini yenilgiye uğratan büyük devletler, binlerce yıl içinde köprülerin altından akan sulara da aldırmaksızın, “Eksodus” seferleri düzenleyerek onları “Kenaneli”ndeki "vadedilmiş topraklara" geri dönderdiler.

Bu dönüş, onlarla Filistinliler arasında giderek büyüyen, karmaşıklaşan, amansız bir savaşa yol açtı. Kendilerine bir yurt yaratmaya çalışan Yahudiler, Filistinlileri yurtlarından ettiler. Bu Savaşta Batılıların, özellikle de ABD’nin desteği Yahudilerin, ve onların kurduğu İsrail devletinin arkasında oldu. Filistinliler ve öteki Araplar her keresinde örgütlü ve iyi donanımlı karşıtlarına yenildiler. Ama savaş da kronikleşerek sürdü.

Topraklarını yitiren ve büyük bölümüyle göçmen durumuna düşen Filistinliler için direnişi sürdürmekten başka yol yoktu. Yahudiler ise geriye dönemezlerdi. Denize dökülmekten veya yeni büyük bir kırımdan, sürgünden kendilerini korumak için savaşmak zorundaydılar. Bir seçenek daha vardı, o da uzlaşma. Yani birbirlerini kabul ederek, karşılıklı tavizler vererek barış içinde birarada veya yanyana yaşama..

Aslında tek çıkar yol, tek gerçekçi seçenek bu sonuncusuydu. Ama başlangıçta Filistinliler ve Araplar buna yanaşmadılar. Onlar “Yahudi devletini” tanımadılar ve yok etmeyi hedef seçtiler. Ama bunu başaramadılar. Her savaşta daha çok kaybedince, savaş uzayıp kronikleşince daha gerçekçi çözümlere yöneldiler. Önce Mısır, Ürdün gibi bazı Arap devletleri, İsrail’i tanıyıp barışçı ilişkiler kurdular. Arkasından Yasir Arafat liderliğindeki FKÖ politikasında önemli değişiklik yaparak İsrail devletinin varlığını kabul etti, barış görüşmeleri başladı. Oslo süreci sonunda bir anlaşmaya varıldı.

Ne yazık ki barış sözleşmesinin hayata geçmesi kolay olmadı. Geçmişten miras kalan, yıllarca süren bir kanlı boğuşmanın ürünü olan kin ve nefret bu anlaşmaya sorunlar çıkardı. Her iki kesimde de anlaşmaya karşı olan, karşı tarafı kabul etmeyen güçler vardı. Bunlardan biri Şaron ve partisiydi. Filistin kesiminde de, İsrail devletini birtürlü içine sindiremeyen, barışa yanaştığı için Arafat’ı ihanetle suçlayan ve İsrail’i yok edinceye kadar savaşı sürdürmekten yana olan kesimler vardı. Hamas bunlardan biriydi ve ilginçtir, FKÖ’ye karşı kullanılmak üzere bizzat İsrail tarafından kurulmuş, ama zamanla denetimi yitirilmiş bir örgüttü..

Her iki kesimde de varolan barış ve uzlaşma karşıtlarının nasıl olumsuz bir rol oynadıkları herkesin malumudur. Önce Rabin, barış karşıtı bir Yahudi fanatik tarafından öldürüldü. Olaylar zincirleme birbirini izledi. Şaron’un, büyük bir yandaş kitlesiyle, Müslümanlarca kutsal bilinen Mescidi Aksa’ya giderek yaptığı boy gösterisi, çatışmayı yeniden başlatan kıvılcım, yani tam bir provokasyon oldu, yeni bir Filistin intifadasına yol açtı. Bu ise yeniden şiddet yanlılarına güç kazandırarak Şaron’u iktidara getirdi.

Şaron ve yandaşları şu anda amaçlarına ulaşmış görünüyorlar. Yani barış süreci darbelenmiş, ve artık tam bir boğazlaşma sözkonusudur. Tanklara, toplara, uçaklara sahip olan İsrail, Filistin özerk bölgesini işgal ederek, yakıp yıkarakYasir Arafat’ı bir rehine durumuna düşürdü. Öte yandan Filistin kesiminde de barış sürecine karşı olan, şiddeti kutsayan kesimlerin istediği olmuş gibidir..

Yani her iki yanda da şiddet yanlıları kazanmış görünüyor. Ama her iki halkın da -hem İsrailliler hem Filistinliler- kaybettiğine kuşku yok. Aslında şiddet yanlılarının kazancı da bir görünüşten ibaret. Şaron neyi kazanmış oldu? Yasir Arafat’ın beş-altı metre kadar yakınına sokuldu, çevresini tanklarla sardı; ama ne öldürmeyi göze alabiliyor, ne tutsak etmeyi, ne de sürebilmeyi.. Şaron Filistin şehirlerini alt üst etti, yüzlerce kişiyi daha öldürdü, binlercesini tutukladı; ama bununla milyonlarca Filistinliyi bitirebilir mi? Onlara baş eğdirebilir mi? O kadar yakındığı "terörü" durdurabilir mi?. Yoksa sonunda Nazilerin Filistinlilere yaptığını yapıp onları toptan kırımdan mı geçirecek, sınırlar dışına mı sürecek?..

Gerçek şu ki, Şaron, şiddete boşvurdukça Filistinlilerdeki kini büyüttü, şiddet eğilimini besledi, Filistin gençlerini canlı bombalara dönüştürdü. Bu kadarı, kuşku yok onun beklemediği birşeydi. Şiddet sarmalı büyüdükçe büyüdü ve Şaron yönetimi işin içinden çıkamaz duruma düştü. Filistin’e yönelik son pervasızca saldırının da bir işe yaramadığı görülecek..

Hayatı boyunca hep savaşan, terör estiren, şiddete tapınan Şaron, bu yöntemle bir yere varamadı ve tam bir çıkmaza girdi. Şu anda çaresiz durumda olan,Yasir Arafat’tan çok Şaron’un kendisidir; o, beslediği şiddet sarmalının tutsağı olmuştur.

Bundan da önemlisi, Şaron’un, bu yaptıklarıyla İsrail’in imajını büyük ölçüde sarsması, darbelemesidir; hatta dünya ölçüsünde Yahudilere karşı bir nefret dalgasının kabarmasına yol açmasıdır.

Evet, Şaron, bu yaptıklarıyla, Nazi kurbanı Yahudilere dünya ölçüsünde duyulan sempatiyi yerle bir etmekte.. Bu yapılanların Nazilerin yaptıklarıyla kıyaslanmasına yol açmakta ve uluslararası kamuoyunda büyük tepki yaratmakta.. Buna karşılık dünya kamuoyunun Filistin halkına sempatisi hızla büyümekte.

Şiddet eğilimi İsrail halkının saflarındaki demokrasiyi ve barış eğilimlerini de kemirip tüketmekte; bu, İsrail halkı için çok daha büyük kayıptır..

Acaba İsrail halkı, kendi adına yapılanlara karşı dünya ölçüsünde yükselen tepkiyi, moral alandaki kazanımlarının nasıl yok olup gittiğini görebilecek mi? Bu zora ve şiddete dayalı akıl almaz derecede yanlış politikadan dönebilecek mi? Çünkü kendileri için başka çıkar yol yoktur.

 

Öte yandan, Filistin halkı için de, salt şiddetle sonuç almak olanaksızdır. Şiddet sarmalı büyüyerek hem her iki taraf için, hem de bölge ve dünya için tehlikeli bir noktaya ulaşmıştır ve sağduyu buna artık dur denmesini gerektiriyor. Her iki kesim için de çözüm yeni bir başlangıç yapmakta, çatışmaları durdurup barış sürecine dönmektedir.

Ama şu anda, kendilerini sözkonusu çatışma ortamının çılgınlığına kaptırmış olan İsraillilerin de Filistinlilerin de kendiliğinden böylesine sağduyulu bir politika değişikliğine yönelmeleri beklenemez. Bu tür kanlı boğuşmalar sağduyuyu da yok eder. Örneğin şu anda İsrail kamuoyunda şiddet yoluyla sorunu çözme eğiliminin oldukça güçlü olduğu söyleniyor. İsrail toplumunda her zaman var olan barış yanlısı sesler ise, ne yazık ki bu kötü gidişi önleyebilecek durumda değil.

Bunu ancak uluslararası topluluk başarabilir. Uluslararası düzeyde yeni ve etkili girişimlere gerek var.

Ama “uluslararası topluluk" dediğimiz şey de şu anda, oldukça garip, bir bakıma umut vermeyen bir durumda.

Sovyetler Birliği’nin dağılması ve ABD’nin ekonomik ve özellikle askeri gücünün eşitsiz bir biçimde artışıyla dünyamızda dengesiz bir durum oluştu. ABD uluslararası ilişkilerde bir bakıma bildiğini okuyor. 11 Eylül olaylarının ardından ise, “teröre karşı mücadele" adı altında yaptıklarıyla uluslararası kamuoyunu hiçe sayan bir tutum izliyor, öteki NATO ortaklarını, Avrupa Birliği’ni bile kale almıyor.. Bu koşullarda Birleşmiş Milletler Örgütü etkisiz ve nerdeyse zavallı bir durumda.

Genellikle “Ortadoğu sorunu" olarak nitelenen Filistin-İsrail, ya da Arap-İsral çatışmasının (ki Ortadoğu’daki tek sorun elbet bu değil) bu aşamada çözümü için, bu durumda ABD’nin tavrı ve tutumu belirleyicidir. ABD ise, İsrail’e verdiği büyük destek, Şaron’a yaktığı yeşil ışıkla bu sorunda aslında taraf olmuş durumda. Ama sorun bu haliyle ABD’nin de bölgedeki çıkarlarını tehdit etmekte ve uluslararası çapta ABD’ye yönelik tepki ve eleştirileri güçlendirmektedir. Bu nedenle ABD böyle devam edemez ve Şaron’un iplerini çekmek, ilk elde çatışmaları durdurmak, daha sonra da barış için daha yoğun çabalar harcamak zorundadır.

Son günlerde bunun işaretleri var. Bush yönetimi İsrail’in işgal ettiği Filistin özerk bölgesinden çekilmesini istedi. Bush ve Blair bunu ortaklaşa da tekrarladılar. Bu bir bakıma, Şaron’u da içine düştüğü bataktan çekme girişimidir. Ama geri çekilmeyi karşılıklı ateşkes ve barış yolunda girişimler izlemelidir. ABD’nin yanısıra, AB ve öteki ülkeler de bu konuda rol oynayabilirler. İsrail’in 1967 Savaşı’nda işgal ettiği Arap topraklarından çekilmesine karşılık Arap devletlerince tanınması esasına dayalı Suudi barış önerisi, büyük ihtimalle yeni süreçte temel alınacaktır.

* * *

Görülüyor ki, İsrail’de ve Filistin’de barış karşıtlarının engellemeleri sorunu çözmeye hizmet etmedi, kimse bundan birşey kazanmadı; aksine iki halkın da zaman yitirmesine ve çok daha büyük acılara ve kayıplara yol açtı. İki tarafın da bundan dersler alması gerekiyor.

Ama yalnızca onlar mı? Başlıca zor ve şiddet yöntemleriyle amaçlarına ulaşacağını sanan, zoru ve şiddeti her kapıyı açacak anahtar gibi gören, şiddete tapınan başkalarının da.. En başta da Türk rejiminin.. Bu rejimin, yıllar yılıdır Kürt sorununda, inkar ve terör politikası izleyen yöneticilerinin..

Bu yöneticiler izledikleri baskı politikasıyla Kürt sorunundan kurtulabildiler mi, yoksa onu daha da ağırlaştırarak bugüne mi taşıdılar?

1977 yılında, yani bundan 25 yıl kadar önce, Ankara’da Kürtçe-Türkçe bir gazeteyi, Roja Welat’ı çıkardığımız zaman, rejim bu yayını engellemek için olmayacak baskılara yöneldi, kendi yasalarını bile çiğnemekten çekinmedi. Polis, “Kürtçe yayın çıkaramazsınız, başınızı keseriz!" diye tehdit etti. Ankara Valisi, Lozan Antlaşması’nın açık hükümlerini bile bir yana iterek, Kürtçe yayın yapılamıyacağına dair resmi yazı gönderdi. İlk sayı çıktığında ise gazetenin sahibi ve sorumlu müdürü apar topar göz altına alınarak tutuklandılar.

O zaman, Roja Welat’ın ikinci sayısında yayınlanan "Kürtçe Yayın Yapmak Hakkımızıdır ve Bu Hakkı Kullanacağız"”başlıklı yazıda şunları söylemiştik:

“Bugün mevcut burjuva yasaları da çiğnenerek, polis gücüyle Roja Welat’ın veya başka bir gazetenin, derginin çıkışı engellenebilir. Ama bununla sorunlar çözülmez. Türkiye Kürdistanı’ndaki 10 milyonluk Kürt halkını bu tür zor yöntemleriyle susturmak artık olanaksızdır. Unutmayın baylar, zor zoru getirir. Osmanlı zaptiyesi kafasıyla hiçbir sorunu çözemezsiniz."

Nitekim hayat bizi bir kez daha acı biçimde doğruladı. Rejim Roja Welat’ı da öteki ilerici dergi ve gazeteleri de 1979 sıkıyönetimiyle tümden kapadı. Türk solunun ve Kürt hareketinin üzerinden 12 Eylül merdanesi geçirildi. Ama bu da rejimin derdine çare olmadı. 1980’li yıllarda rejimin karşısına gerilla hareketi çıktı ve 15 yıl süreyle kan döküldü, ülke alt üst oldu, kaynaklar kirli savaşta heder oldu ve sonuç bugünkü ekonomik-sosyal ve politik iflastır.

Bugün de rejimin sorumluları, sözkonusu savaşı kazandıklarını sanıyor ve bununla övünüyorlar. Kafa aynı kafa, tutum aynı tutum. Bugün de baskı politikası tüm hızıyla devam ediyor. Kürtçe yayın ve eğitimin önünü açmamak için bile direniyorlar. Sorunun gerçek boyutlarını ise görmemek için kafalarını kuma gömüyorlar. Bununla da daha iyi bir yere varamıyacakları, ülkeyi yeni kaoslara sürükleyecekleri kesindir.

Sahip oldukları kaba güç bazan zorbaların başını döndürür. Onlar, estirdikleri şiddetle ve güç gösterisiyle bir dönem için kitleleri de yanlarına çekmeyi başarabilirler. Oysa bu şiddet çoğu zaman bir bumerang gibi dönüp sahiplerini vurur. İşte Alman Nazilerinin, İtalyan faşistlerinin şiddeti.. Kendi halklarına da dünyaya da felaket getirdi. İşte Şaron’un dizginsiz şiddeti, İsrail’i bir batağa sürükledi. Türk yönetiminin baskı ve terör politikası da bu ülkede yaşayan herkes gibi, Türk halkı için de yararlı sonuçlar vermemiştir. Eğer bugün Türkiye yoksul, kriz içinde ve adeta yatalak bir durumdaysa; demokrasiden, temel insan hak ve özgürlüklerinden yoksunsa, bu, sözkonusu politika yüzündendir..

Bu ülkeyi yönetenler geçmişten ders alabilecekler mi? Şimdilik iyimser olmak zor. Anlaşılan yanlış yolda sonuna kadar gitmekte kararlılar. Bunun ceremesini ise yalnız onlar değil, ne yazık ki bu ülkenin tüm insanları çekecek. Kürtler ve Türkler olarak yeni ve büyük acılar cekeceğiz ve zaman yitireceğiz..

Dileğimiz o ki, herşey Filistin’e , yani tam bir arapsaçına dönüşmeden sorunlarımıza akıl ve mantıkla, adalet ilkelerine uygun olarak çözüm bulalım.

-------------------------------------------------

(*) Dema Nû gazetesinin 15 Nisan tarihli 27. Sayısından alınmıştır.

 

 
PSK Bulten © 2002