Şiddet çıkmazı(*)
Kemal Burkay
İsrail Başbakanı Şaron zora, yalnızca
zora inanan, zor ve şiddet yoluyla amaçlarına ulaşabileceğini
sanan bir anlayışı temsil ediyor. İsrail
toplumu, son seçimlerde onu başa getirmekle, ne yazık
ki bu eğilime destek verdi ve bununla en büyük yanlışı
yaptı.
İsrailoğulları, daha sonraki adlarıyla
Museviler, Firavunlar döneminden başlayarak pekçok acılar
çektiler. Ülkeleri işgale uğradı, Babil’e
esir düştüler ve dünyanın dörtbir yanına dağıldılar.
Dini baskılar, ayrımlar, pogromlar sürdü. Direndiler,
ayakta kalmak için yollar buldular; ekonomik güç
edindiler; güzel sanatlarda, bilim ve felsefede başarılı
oldular.. Ama aynı zamanda, yüreklerinin derininde bir
kin ve öfkeyi de büyüttüler..
Son büyük darbeyi ise ırkçı faşizmden
yediler, Naziler tarafından tarihte eşi benzeri
görülmemiş bir soykırıma uğratıldılar.
Soykırımın anıları hala tazedir.
Ve onlara yapılan bu acımasızca zulüm ve kıyım
insanlığın vicdanında mahkum edildi, dünyanın
her yanında onlara dostlar ve sempati yarattı. O
kadar ki, Alman faşizmini yenilgiye uğratan büyük
devletler, binlerce yıl içinde köprülerin altından
akan sulara da aldırmaksızın, “Eksodus” seferleri
düzenleyerek onları “Kenaneli”ndeki "vadedilmiş
topraklara" geri dönderdiler.
Bu dönüş, onlarla Filistinliler arasında giderek
büyüyen, karmaşıklaşan, amansız bir savaşa
yol açtı. Kendilerine bir yurt yaratmaya çalışan
Yahudiler, Filistinlileri yurtlarından ettiler. Bu Savaşta
Batılıların, özellikle de ABD’nin desteği
Yahudilerin, ve onların kurduğu İsrail devletinin
arkasında oldu. Filistinliler ve öteki Araplar her
keresinde örgütlü ve iyi donanımlı karşıtlarına
yenildiler. Ama savaş da kronikleşerek sürdü.
Topraklarını yitiren ve büyük bölümüyle göçmen
durumuna düşen Filistinliler için direnişi sürdürmekten
başka yol yoktu. Yahudiler ise geriye dönemezlerdi. Denize
dökülmekten veya yeni büyük bir kırımdan, sürgünden
kendilerini korumak için savaşmak zorundaydılar.
Bir seçenek daha vardı, o da uzlaşma. Yani birbirlerini
kabul ederek, karşılıklı tavizler vererek
barış içinde birarada veya yanyana yaşama..
Aslında tek çıkar yol, tek gerçekçi seçenek bu
sonuncusuydu. Ama başlangıçta Filistinliler ve Araplar
buna yanaşmadılar. Onlar “Yahudi devletini” tanımadılar
ve yok etmeyi hedef seçtiler. Ama bunu başaramadılar.
Her savaşta daha çok kaybedince, savaş uzayıp
kronikleşince daha gerçekçi çözümlere yöneldiler. Önce
Mısır, Ürdün gibi bazı Arap devletleri, İsrail’i
tanıyıp barışçı ilişkiler kurdular.
Arkasından Yasir Arafat liderliğindeki FKÖ politikasında
önemli değişiklik yaparak İsrail devletinin
varlığını kabul etti, barış
görüşmeleri başladı. Oslo süreci sonunda bir
anlaşmaya varıldı.
Ne yazık ki barış sözleşmesinin hayata
geçmesi kolay olmadı. Geçmişten miras kalan, yıllarca
süren bir kanlı boğuşmanın ürünü olan
kin ve nefret bu anlaşmaya sorunlar çıkardı.
Her iki kesimde de anlaşmaya karşı olan, karşı
tarafı kabul etmeyen güçler vardı. Bunlardan biri
Şaron ve partisiydi. Filistin kesiminde de, İsrail
devletini birtürlü içine sindiremeyen, barışa
yanaştığı için Arafat’ı ihanetle
suçlayan ve İsrail’i yok edinceye kadar savaşı
sürdürmekten yana olan kesimler vardı. Hamas bunlardan
biriydi ve ilginçtir, FKÖ’ye karşı kullanılmak
üzere bizzat İsrail tarafından kurulmuş, ama
zamanla denetimi yitirilmiş bir örgüttü..
Her iki kesimde de varolan barış ve uzlaşma
karşıtlarının nasıl olumsuz bir rol
oynadıkları herkesin malumudur. Önce Rabin, barış
karşıtı bir Yahudi fanatik tarafından
öldürüldü. Olaylar zincirleme birbirini izledi. Şaron’un,
büyük bir yandaş kitlesiyle, Müslümanlarca
kutsal bilinen Mescidi Aksa’ya giderek yaptığı
boy gösterisi, çatışmayı yeniden başlatan
kıvılcım, yani tam bir provokasyon oldu, yeni
bir Filistin intifadasına yol açtı. Bu ise yeniden
şiddet yanlılarına güç kazandırarak Şaron’u
iktidara getirdi.
Şaron ve yandaşları şu anda amaçlarına
ulaşmış görünüyorlar. Yani barış
süreci darbelenmiş, ve artık tam bir boğazlaşma
sözkonusudur. Tanklara, toplara, uçaklara sahip olan İsrail,
Filistin özerk bölgesini işgal ederek, yakıp yıkarakYasir
Arafat’ı bir rehine durumuna düşürdü. Öte yandan
Filistin kesiminde de barış sürecine karşı
olan, şiddeti kutsayan kesimlerin istediği olmuş
gibidir..
Yani her iki yanda da şiddet yanlıları kazanmış
görünüyor. Ama her iki halkın da -hem İsrailliler
hem Filistinliler- kaybettiğine kuşku yok. Aslında
şiddet yanlılarının kazancı da bir
görünüşten ibaret. Şaron neyi kazanmış
oldu? Yasir Arafat’ın beş-altı metre kadar
yakınına sokuldu, çevresini tanklarla sardı;
ama ne öldürmeyi göze alabiliyor, ne tutsak
etmeyi, ne de sürebilmeyi.. Şaron Filistin şehirlerini
alt üst etti, yüzlerce kişiyi daha öldürdü, binlercesini
tutukladı; ama bununla milyonlarca Filistinliyi bitirebilir
mi? Onlara baş eğdirebilir mi? O kadar yakındığı
"terörü" durdurabilir mi?. Yoksa sonunda
Nazilerin Filistinlilere yaptığını yapıp
onları toptan kırımdan mı geçirecek, sınırlar
dışına mı sürecek?..
Gerçek şu ki, Şaron, şiddete boşvurdukça
Filistinlilerdeki kini büyüttü, şiddet eğilimini
besledi, Filistin gençlerini canlı bombalara dönüştürdü.
Bu kadarı, kuşku yok onun beklemediği birşeydi.
Şiddet sarmalı büyüdükçe büyüdü ve Şaron yönetimi
işin içinden çıkamaz duruma düştü. Filistin’e
yönelik son pervasızca saldırının da bir
işe yaramadığı görülecek..
Hayatı boyunca hep savaşan, terör estiren, şiddete
tapınan Şaron, bu yöntemle bir yere varamadı
ve tam bir çıkmaza girdi. Şu anda çaresiz
durumda olan,Yasir Arafat’tan çok Şaron’un kendisidir;
o, beslediği şiddet sarmalının tutsağı
olmuştur.
Bundan da önemlisi, Şaron’un, bu yaptıklarıyla
İsrail’in imajını büyük ölçüde sarsması,
darbelemesidir; hatta dünya ölçüsünde Yahudilere karşı
bir nefret dalgasının kabarmasına yol açmasıdır.
Evet, Şaron, bu yaptıklarıyla, Nazi kurbanı
Yahudilere dünya ölçüsünde duyulan
sempatiyi yerle bir etmekte.. Bu yapılanların Nazilerin
yaptıklarıyla kıyaslanmasına yol açmakta
ve uluslararası kamuoyunda büyük tepki yaratmakta.. Buna
karşılık dünya kamuoyunun Filistin halkına
sempatisi hızla büyümekte.
Şiddet eğilimi İsrail halkının saflarındaki
demokrasiyi ve barış eğilimlerini de kemirip
tüketmekte; bu, İsrail halkı için çok daha
büyük kayıptır..
Acaba İsrail halkı, kendi adına yapılanlara
karşı dünya ölçüsünde yükselen
tepkiyi, moral alandaki kazanımlarının nasıl
yok olup gittiğini görebilecek mi? Bu zora ve şiddete
dayalı akıl almaz derecede yanlış politikadan
dönebilecek mi? Çünkü kendileri için başka çıkar
yol yoktur.
Öte yandan, Filistin halkı için de, salt
şiddetle sonuç almak olanaksızdır. Şiddet
sarmalı büyüyerek hem her iki taraf için, hem de bölge
ve dünya için tehlikeli bir noktaya ulaşmıştır
ve sağduyu buna artık dur denmesini gerektiriyor.
Her iki kesim için de çözüm yeni bir başlangıç yapmakta,
çatışmaları durdurup barış sürecine
dönmektedir.
Ama şu anda, kendilerini sözkonusu çatışma
ortamının çılgınlığına
kaptırmış olan İsraillilerin de Filistinlilerin
de kendiliğinden böylesine sağduyulu bir politika
değişikliğine yönelmeleri beklenemez. Bu tür
kanlı boğuşmalar sağduyuyu da yok eder.
Örneğin şu anda İsrail kamuoyunda şiddet
yoluyla sorunu çözme eğiliminin oldukça güçlü olduğu
söyleniyor. İsrail toplumunda her zaman var olan barış
yanlısı sesler ise, ne yazık ki bu kötü gidişi
önleyebilecek durumda değil.
Bunu ancak uluslararası topluluk başarabilir. Uluslararası
düzeyde yeni ve etkili girişimlere gerek var.
Ama “uluslararası topluluk" dediğimiz şey
de şu anda, oldukça garip, bir bakıma umut vermeyen
bir durumda.
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve ABD’nin
ekonomik ve özellikle askeri gücünün eşitsiz
bir biçimde artışıyla dünyamızda dengesiz
bir durum oluştu. ABD uluslararası ilişkilerde
bir bakıma bildiğini okuyor. 11 Eylül olaylarının
ardından ise, “teröre karşı mücadele"
adı altında yaptıklarıyla uluslararası
kamuoyunu hiçe sayan bir tutum izliyor, öteki
NATO ortaklarını, Avrupa Birliği’ni bile kale
almıyor.. Bu koşullarda Birleşmiş Milletler
Örgütü etkisiz ve nerdeyse zavallı bir
durumda.
Genellikle “Ortadoğu sorunu" olarak nitelenen Filistin-İsrail,
ya da Arap-İsral çatışmasının (ki
Ortadoğu’daki tek sorun elbet bu değil) bu aşamada
çözümü için, bu durumda ABD’nin
tavrı ve tutumu belirleyicidir. ABD ise, İsrail’e
verdiği büyük destek, Şaron’a yaktığı
yeşil ışıkla bu sorunda aslında taraf
olmuş durumda. Ama sorun bu haliyle ABD’nin de bölgedeki
çıkarlarını tehdit etmekte ve uluslararası
çapta ABD’ye yönelik tepki ve eleştirileri güçlendirmektedir.
Bu nedenle ABD böyle devam edemez ve Şaron’un iplerini
çekmek, ilk elde çatışmaları durdurmak,
daha sonra da barış için daha yoğun çabalar
harcamak zorundadır.
Son günlerde bunun işaretleri var. Bush yönetimi
İsrail’in işgal ettiği Filistin özerk bölgesinden
çekilmesini istedi. Bush ve Blair bunu ortaklaşa da tekrarladılar.
Bu bir bakıma, Şaron’u da içine düştüğü
bataktan çekme girişimidir. Ama geri çekilmeyi karşılıklı
ateşkes ve barış yolunda girişimler izlemelidir.
ABD’nin yanısıra, AB ve öteki ülkeler de bu konuda
rol oynayabilirler. İsrail’in 1967 Savaşı’nda
işgal ettiği Arap topraklarından çekilmesine
karşılık Arap devletlerince tanınması
esasına dayalı Suudi barış önerisi, büyük
ihtimalle yeni süreçte temel alınacaktır.
* * *
Görülüyor ki, İsrail’de ve Filistin’de
barış karşıtlarının engellemeleri
sorunu çözmeye hizmet etmedi, kimse bundan birşey kazanmadı;
aksine iki halkın da zaman yitirmesine ve çok daha büyük
acılara ve kayıplara yol açtı. İki tarafın
da bundan dersler alması gerekiyor.
Ama yalnızca onlar mı? Başlıca zor ve
şiddet yöntemleriyle amaçlarına ulaşacağını
sanan, zoru ve şiddeti her kapıyı açacak anahtar
gibi gören, şiddete tapınan başkalarının
da.. En başta da Türk rejiminin.. Bu rejimin, yıllar
yılıdır Kürt sorununda, inkar ve terör politikası
izleyen yöneticilerinin..
Bu yöneticiler izledikleri baskı politikasıyla
Kürt sorunundan kurtulabildiler mi, yoksa onu daha da ağırlaştırarak
bugüne mi taşıdılar?
1977 yılında, yani bundan 25 yıl kadar önce,
Ankara’da Kürtçe-Türkçe bir gazeteyi,
Roja Welat’ı çıkardığımız zaman,
rejim bu yayını engellemek için olmayacak baskılara
yöneldi, kendi yasalarını bile çiğnemekten
çekinmedi. Polis, “Kürtçe yayın çıkaramazsınız,
başınızı keseriz!" diye tehdit etti.
Ankara Valisi, Lozan Antlaşması’nın açık
hükümlerini bile bir yana iterek, Kürtçe yayın
yapılamıyacağına dair resmi yazı
gönderdi. İlk sayı çıktığında
ise gazetenin sahibi ve sorumlu müdürü apar topar göz altına
alınarak tutuklandılar.
O zaman, Roja Welat’ın ikinci sayısında yayınlanan
"Kürtçe Yayın Yapmak Hakkımızıdır
ve Bu Hakkı Kullanacağız"”başlıklı
yazıda şunları söylemiştik:
“Bugün mevcut burjuva yasaları da çiğnenerek, polis
gücüyle Roja Welat’ın veya başka bir gazetenin,
derginin çıkışı engellenebilir. Ama bununla
sorunlar çözülmez. Türkiye Kürdistanı’ndaki 10 milyonluk
Kürt halkını bu tür zor yöntemleriyle
susturmak artık olanaksızdır. Unutmayın
baylar, zor zoru getirir. Osmanlı zaptiyesi kafasıyla
hiçbir sorunu çözemezsiniz."
Nitekim hayat bizi bir kez daha acı biçimde doğruladı.
Rejim Roja Welat’ı da öteki ilerici dergi ve gazeteleri
de 1979 sıkıyönetimiyle tümden kapadı. Türk
solunun ve Kürt hareketinin üzerinden 12 Eylül merdanesi geçirildi.
Ama bu da rejimin derdine çare olmadı. 1980’li yıllarda
rejimin karşısına gerilla hareketi çıktı
ve 15 yıl süreyle kan döküldü, ülke alt üst oldu,
kaynaklar kirli savaşta heder oldu ve sonuç bugünkü
ekonomik-sosyal ve politik iflastır.
Bugün de rejimin sorumluları, sözkonusu savaşı
kazandıklarını sanıyor ve bununla övünüyorlar.
Kafa aynı kafa, tutum aynı tutum. Bugün de baskı
politikası tüm hızıyla devam ediyor. Kürtçe
yayın ve eğitimin önünü açmamak için bile direniyorlar.
Sorunun gerçek boyutlarını ise görmemek için kafalarını
kuma gömüyorlar. Bununla da daha iyi bir yere varamıyacakları,
ülkeyi yeni kaoslara sürükleyecekleri kesindir.
Sahip oldukları kaba güç bazan zorbaların başını
döndürür. Onlar, estirdikleri şiddetle ve güç
gösterisiyle bir dönem için kitleleri de
yanlarına çekmeyi başarabilirler. Oysa bu şiddet
çoğu zaman bir bumerang gibi dönüp sahiplerini vurur.
İşte Alman Nazilerinin, İtalyan faşistlerinin
şiddeti.. Kendi halklarına da dünyaya da felaket
getirdi. İşte Şaron’un dizginsiz şiddeti,
İsrail’i bir batağa sürükledi. Türk yönetiminin
baskı ve terör politikası da bu ülkede yaşayan
herkes gibi, Türk halkı için de yararlı sonuçlar
vermemiştir. Eğer bugün Türkiye yoksul, kriz
içinde ve adeta yatalak bir durumdaysa; demokrasiden,
temel insan hak ve özgürlüklerinden yoksunsa,
bu, sözkonusu politika yüzündendir..
Bu ülkeyi yönetenler geçmişten ders alabilecekler
mi? Şimdilik iyimser olmak zor. Anlaşılan yanlış
yolda sonuna kadar gitmekte kararlılar. Bunun ceremesini
ise yalnız onlar değil, ne yazık ki bu ülkenin
tüm insanları çekecek. Kürtler ve Türkler olarak
yeni ve büyük acılar cekeceğiz ve zaman yitireceğiz..
Dileğimiz o ki, herşey Filistin’e , yani tam bir
arapsaçına dönüşmeden sorunlarımıza akıl
ve mantıkla, adalet ilkelerine uygun olarak çözüm bulalım.
-------------------------------------------------
(*) Dema Nû gazetesinin 15 Nisan tarihli 27. Sayısından
alınmıştır.
|