PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Demirel, Çiller, Ağar, Güreş…

Bunlar tanık mı, sanık mı?.

Kemal Burkay

Sedat Bucak’ın davasına bakan mahkeme Demirel, Çiller, Mehmet Ağar, Doğan Güreş ve General Hasan Kundakçı’yı dinleyecekmiş. Medya buna sansasyonel bir haber olarak yaklaştı. Ama bundan, belki Susurluk’un, yani derin devletin marifetleri aydınlanır, belki yeniden bir hesap sorma dönemi başlar diye umutlananlar da var..

Malum, Susurluk davası birkaç tetikçi, ya da en alt sıradan sorumlunun mahkumiyeti ile sonuçlandı. Buz dağının su altındaki bölümüne ise hiç dokunulmadı. Abdullah Çatlı ve Emniyet Müdürü Hüseyin Kocadağ kazada öldükleri için yargılanamadılar. Ölmeseler herhalde hiç yargılanamazlardı! Arabada bulunan silahlar, susturucular için bir tek mersedesin sahibi Sedat Bucak elde kaldı. O da milletvekili olduğu için bir dönem yargılanamadı. DYP son seçimde baraja takılıp o da meclise giremeyince dokunulmazlığı kalmadı ve hakkındaki dava ister istemez işlemeye başladı.

Aynı zamanda güçlü bir aşiretin ve “korucu örgütünün” başında olan Sedat Bucak’a yöneltilen suçlamalar arasında uyuşturucu ticareti, rüşvet vs. de var. Bucak da, daha ilk duruşmadan başlayarak, Susurluk Davası ve benzeri davalarda yargılanan, veya benzeri eylemlerle suçlanan kişilerin hep yaptığı gibi, o dönemde olup bitenlerin ve kendi yaptıklarının devletin bilgi ve onayı dahilinde olduğunu, yani bir devlet politikası olduğunu söyledi. Demirel’in, Çiller’in, Mehmet Ağar’ın, Doğan Güreş’in adından o zaman da söz etti ve tanık olarak dinlenmelerini istedi. Bir ara elindeki belgelerden söz etti. Adeta, “beni tonganın altına itiyorsunuz, ama bu bilgileri açıklarsam sizin için de kötü olur; hepiniz bu işin içende, hatta başındasınız!” demeye getirdi.

Dedikleri doğruydu. Susurluk birkaç tetikçiye ve “aşiret reisi” diye küçümsenen Sedat Bucak’a mal edilen birtakım eylemlerle ve onların sorumluluğu ile sınırlanacak türden değil. Bu, devletin tepeden tırnağa içinde olduğu devasa bir suç örgütü. İşlediği suçlar ise herhalde nice dosyalar doldurur ve nice faşist rejime yeter! Geçmişte bir veya birkaç Mustafa Muğlalı olayı varsa, 1960’lı yıllardan bu yana onun gibi yüzlercesi, binlercesi var…

Bu konuda çok yazılıp çizildi ve biz de çok yazdık. Devletin yasa dışına (hukuk demiyorum, o hiçbir dönemde hukuk devleti olmadı zaten) düşmesi eskidir ve 1950’li yıllarda, soğuk savaş döneminde, CİA’nın yönlendirmesi ile birçok NATO ülkesi gibi Türkiye’de de kurulan Gladyo örgütü, ya da Kontrgerilla bu doğrultuda önemli bir adımdır. Bunu başka türden illegal, yarı legal yapılanmalar izledi. Bu yapıların 1960’lı 70’li yıllarda yaptıkları provokasyonlar, işlediği cinayetler, kamuoyunu sarsıcı türden eylemler (solcu gençlere, bilim adamlarına, gazetecilere karşı cinayetler, Alevi-Sünni çatışmaları yaratma; Marmara Gemisi’nin Batırılması, Kültür Sarayı’nın yakılması; Maraş, Malatya, Kırıkhan ve Çorum olayları; 1977 1 Mayıs Katliamı ve daha niceleri) malum… Rejim, “ülkücü” denen gençleri, Kontrgerillacı Türkeş’in “bozkurtlar”ını, daha 1960’lı yıllardan başlayarak yoğun biçimde kullandı. Bunlar asıl olarak MİT eliyle yönlendirildiler. Bu dönemde Kürt ulusal hareketini sindirmek için de sivil bozkurt örgütlerinin yanısıra orduya bağlı komando birlikleri kullanıldı ve bunlar Kürdistan’da “silah ve suçlu arama” adı altında, Kürt köy ve kasabalarında dehşet saçtılar…

Bizzat devlet eliyle beslenen ve sahnelenen bu terör, aynı zamanda solu ve Kürt hareketini zamansız bir başkaldırıya, terör minderine çekmeyi amaçlamıştı ve bunda başarılı da oldu. Ordu içindeki cuntalar kendi elleriyle döşedikleri bu terör kaldırımına basarak, onu bahane ederek sözde kardeş kavgasını önleme, milli birlik ve beraberliği koruma sloganlarıyla 1971 ve 1980’de iktidara el koydular.

1980 darbesinin ardından faşizm, Evren cuntası eliyle iktidar olurken, ne gariptir ki Türkeş ve bir bölüm adamı “geçici olarak” cezaevine kondular. Öte yandan MİT güdümündeki ülkücü katil ve çetelerin statüsünde bir “yükselme” oldu; Çatlı ve arkadaşlarına yeşil pasaportlar eşliğinde yurtdışı görevleri verildi. Avrupa’da ve Kafkaslarda, Ermeni örgütü ASALA’ya, Kürt ve Türk devrimci muhaliflere karşı ve Papa Suikasti, –büyük ihtimalle, aynı zamanda Palme Suikasti-  Aliyef’e suikast girişimi dahil, bir dizi eylemde kullanıldılar. Böylece “kahraman” sıfatı kazandılar, “saygınlıkları” arttı… Çatlı gibileri bu dönemde “reis”lik mertebesine ulaştılar…

Devletin yasa dışı eylemlerinin tırmanmasında 1990’lı yıllar ve Kürt halkının direnişinin yükselmesi üçüncü evreyi oluşturur.

Rejim, PKK’nın 1984’te Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla başlattığı silahlı eylemleri bahane ederek Kürdistan’a yönelik, şiddete dayalı sindirme ve göçertme planlarını hayata geçirmeye başladı. İlk yıllarda bunun için asker ve polis güçlerini kullandı; ama Suriye ve İran’ın, bir ölçüde de Saddam’ın verdiği destek nedeniyle PKK karşısında pek başarılı olamadı ve PKK liderliğinin tüm yanlış ve zaaflarına rağmen partizan savaşı Kuzey Kürdistan’da yayılıp güçlendi. 1980’li yılların sonlarında ve 90’lı yılların başında ise Kürdistan’da, özellikle Newroz dönemlerinde kitlesel protesto hareketleri boy verdi ve rejim paniğe kapıldı. Bu aşamadan sonra kendi yasalarını bile bir yana iterek, Bizzat Milli Güvenlik Kurulu kararıyla, Kürt halkına karşı hertürlü yasa dışı yöntemi ve eylemi mübah sayan bir politikaya yöneldi. Bu işte hem ordu ve polisin bir parçası olan “Özel Harekat Timleri” kullanıldı, hem de jandarma içinde JİTEM adıyla örgütlendirilen asker ve sivil elemanlardan oluşan çeteler. Bunlara bölge valilerini, jandarma komutanlarını, emniyet müdürlerini bile aşan yetkiler tanındı… “Dilediğinizi yapın, sizden hesap sorulmayacak!” dendi. Mahmut Yıldırım (Yeşil) gibileri de bu dönemde ün kazandılar…

Türk devleti, bir yandan ordusu polisi, bir yandan bu çeteler eliyle 1991’den başlayarak Kürdistan’da baskı ve terörü tırmandırdı. Binlerce köy ve onlarca kasaba yakılıp yıkıldı, milyonlarca insanımız yerinden yurdundan sürüldü. Hem sınır boyları, hem de iç kesimde kırsal alanlar önemli derecede boşaldı. Binlerce aydın, ve yurtsever insanımız yargısız infazlar ve “faili meçhul” denen cinayetlerle yok edildi. Diğer bir deyişle, balığı yakalıyamayan Türk rejimi gölleri kuruttu. Ve İlhan Selçuk gibileri bunu “Türk ordusunun partizan savaşını öğrenmesi” olarak nitelediler, göklere çıkardılar..

Milli Güvenlik Kurulu’nda bu politikaların belirlendiği, bu kararların alındığı yıllarda Demirel önce başbakan sonra cumhurbaşkanı,  Çiller başbakan, Mehmet Ağar önce Emniyet Genel Müdürü, sonra Adalet Bakanı, Doğan Güreş Genelkurmay Başkanı, Kundakçı da, “bıraksalar  öyle yaparım ki buralarda yıllarca ot bitmez!” lafıyla ünlü Jandarma Asayiş Bölge Komutanı idi… Bunlar o dönemin önde gelen sorumluları. Bunların yanısıra, Olağanüstü Hal Bölge valileri, il valileri ve ötekiler...

İşte Susurluk denen olayın, Şemdinli’nin ve onların yanısıra son dönemde pıtrak gibi yüze vuran çetelerin öyküsü özetle budur. Açığa çıkan çeteler bir bütünün sıradan dişlileri. Türk devleti Kürt halkına karşı bu kirli savaşta bir bütün olarak, devlet başkanından bölgedeki uzatmalıya kadar, yasa dışına düştü, çeteleşti. Şimdi birkaç tetikçiyi, birkaç polisi ve çavuşu, birkaç PKK itirafçısını, birkaç korucuyu veya korucubaşını yargılayıp, kurban edip işin içinden sıyrılmak mümkün mü?. Üstelik çeteleşmiş, kana irine batmış devlet orada öylece durup dururken veya yeni melanetlerine devam ederken?..

Sedat Bucak işte bunu söylemek istiyor. Sayın Demirel ve Çiller, bu politikayı siz çizdiniz, bu kararları en başta siz aldınız, diyor… Sayın Ağar, Çatlı gibilerine yeşil pasaportları ve susturucu takılmış silahları siz verdiniz, diyor… Sayın Güreş, hiçbir kural, hiçbir yasa tanımayan kirli savaşın başında siz ve Kundakçı gibileri vardı, diyor…”Yargılanacaksak gelin birlikte yargılanalım. Olağanüstü hal valileri de gelsin!..”

Bence Sedat Bucak haklı.. Onları tanık olarak çağırıyorsa da asıl demek istediği budur. Doğrusu da budur. Eğer adil bir yargılama olacaksa bu kişiler ve o dönemin onlarca, yüzlerce öteki üst düzey sorumlusu yargılanmalı, hesap vermeliler.

Ama bunu kim yapacak? Devlet hala onların, ya da onlar gibilerin elinde. Onlar hem suçlu hem güçlü!

 
 
PSK Bulten © 2006