Demirel, Çiller, Ağar, Güreş…
Bunlar tanık mı, sanık
mı?.
Kemal Burkay
Sedat Bucak’ın davasına bakan mahkeme
Demirel, Çiller, Mehmet Ağar, Doğan Güreş ve
General Hasan Kundakçı’yı dinleyecekmiş. Medya
buna sansasyonel bir haber olarak yaklaştı. Ama
bundan, belki Susurluk’un, yani derin devletin marifetleri
aydınlanır, belki yeniden bir hesap sorma dönemi
başlar diye umutlananlar da var..
Malum, Susurluk davası birkaç tetikçi,
ya da en alt sıradan sorumlunun mahkumiyeti ile sonuçlandı.
Buz dağının su altındaki bölümüne ise
hiç dokunulmadı. Abdullah Çatlı ve Emniyet Müdürü
Hüseyin Kocadağ kazada öldükleri için yargılanamadılar.
Ölmeseler herhalde hiç yargılanamazlardı! Arabada
bulunan silahlar, susturucular için bir tek mersedesin sahibi
Sedat Bucak elde kaldı. O da milletvekili olduğu
için bir dönem yargılanamadı. DYP son seçimde baraja
takılıp o da meclise giremeyince dokunulmazlığı
kalmadı ve hakkındaki dava ister istemez işlemeye
başladı.
Aynı zamanda güçlü bir aşiretin ve
“korucu örgütünün” başında olan Sedat Bucak’a yöneltilen
suçlamalar arasında uyuşturucu ticareti, rüşvet
vs. de var. Bucak da, daha ilk duruşmadan başlayarak,
Susurluk Davası ve benzeri davalarda yargılanan,
veya benzeri eylemlerle suçlanan kişilerin hep yaptığı
gibi, o dönemde olup bitenlerin ve kendi yaptıklarının
devletin bilgi ve onayı dahilinde olduğunu, yani
bir devlet politikası olduğunu söyledi. Demirel’in,
Çiller’in, Mehmet Ağar’ın, Doğan Güreş’in
adından o zaman da söz etti ve tanık olarak dinlenmelerini
istedi. Bir ara elindeki belgelerden söz etti. Adeta, “beni
tonganın altına itiyorsunuz, ama bu bilgileri açıklarsam
sizin için de kötü olur; hepiniz bu işin içende, hatta
başındasınız!” demeye getirdi.
Dedikleri doğruydu. Susurluk birkaç tetikçiye
ve “aşiret reisi” diye küçümsenen Sedat Bucak’a mal edilen
birtakım eylemlerle ve onların sorumluluğu
ile sınırlanacak türden değil. Bu, devletin
tepeden tırnağa içinde olduğu devasa bir suç
örgütü. İşlediği suçlar ise herhalde nice dosyalar
doldurur ve nice faşist rejime yeter! Geçmişte bir
veya birkaç Mustafa Muğlalı olayı varsa, 1960’lı
yıllardan bu yana onun gibi yüzlercesi, binlercesi var…
Bu konuda çok yazılıp çizildi ve
biz de çok yazdık. Devletin yasa dışına
(hukuk demiyorum, o hiçbir dönemde hukuk devleti olmadı
zaten) düşmesi eskidir ve 1950’li yıllarda, soğuk
savaş döneminde, CİA’nın yönlendirmesi ile
birçok NATO ülkesi gibi Türkiye’de de kurulan Gladyo örgütü,
ya da Kontrgerilla bu doğrultuda önemli bir adımdır.
Bunu başka türden illegal, yarı legal yapılanmalar
izledi. Bu yapıların 1960’lı 70’li yıllarda
yaptıkları provokasyonlar, işlediği cinayetler,
kamuoyunu sarsıcı türden eylemler (solcu gençlere,
bilim adamlarına, gazetecilere karşı cinayetler,
Alevi-Sünni çatışmaları yaratma; Marmara Gemisi’nin
Batırılması, Kültür Sarayı’nın yakılması;
Maraş, Malatya, Kırıkhan ve Çorum olayları;
1977 1 Mayıs Katliamı ve daha niceleri) malum… Rejim,
“ülkücü” denen gençleri, Kontrgerillacı Türkeş’in
“bozkurtlar”ını, daha 1960’lı yıllardan
başlayarak yoğun biçimde kullandı. Bunlar asıl
olarak MİT eliyle yönlendirildiler. Bu dönemde Kürt ulusal
hareketini sindirmek için de sivil bozkurt örgütlerinin yanısıra
orduya bağlı komando birlikleri kullanıldı
ve bunlar Kürdistan’da “silah ve suçlu arama” adı altında,
Kürt köy ve kasabalarında dehşet saçtılar…
Bizzat devlet eliyle beslenen ve sahnelenen
bu terör, aynı zamanda solu ve Kürt hareketini zamansız
bir başkaldırıya, terör minderine çekmeyi amaçlamıştı
ve bunda başarılı da oldu. Ordu içindeki cuntalar
kendi elleriyle döşedikleri bu terör kaldırımına
basarak, onu bahane ederek sözde kardeş kavgasını
önleme, milli birlik ve beraberliği koruma sloganlarıyla
1971 ve 1980’de iktidara el koydular.
1980 darbesinin ardından faşizm, Evren cuntası
eliyle iktidar olurken, ne gariptir ki Türkeş ve bir
bölüm adamı “geçici olarak” cezaevine kondular. Öte yandan
MİT güdümündeki ülkücü katil ve çetelerin statüsünde
bir “yükselme” oldu; Çatlı ve arkadaşlarına
yeşil pasaportlar eşliğinde yurtdışı
görevleri verildi. Avrupa’da ve Kafkaslarda, Ermeni örgütü
ASALA’ya, Kürt ve Türk devrimci muhaliflere karşı
ve Papa Suikasti, –büyük ihtimalle, aynı zamanda Palme
Suikasti- Aliyef’e suikast girişimi dahil, bir dizi
eylemde kullanıldılar. Böylece “kahraman” sıfatı
kazandılar, “saygınlıkları” arttı…
Çatlı gibileri bu dönemde “reis”lik mertebesine ulaştılar…
Devletin yasa dışı eylemlerinin
tırmanmasında 1990’lı yıllar ve Kürt halkının
direnişinin yükselmesi üçüncü evreyi oluşturur.
Rejim, PKK’nın 1984’te Eruh ve Şemdinli
baskınlarıyla başlattığı silahlı
eylemleri bahane ederek Kürdistan’a yönelik, şiddete
dayalı sindirme ve göçertme planlarını hayata
geçirmeye başladı. İlk yıllarda bunun
için asker ve polis güçlerini kullandı; ama Suriye ve
İran’ın, bir ölçüde de Saddam’ın verdiği
destek nedeniyle PKK karşısında pek başarılı
olamadı ve PKK liderliğinin tüm yanlış
ve zaaflarına rağmen partizan savaşı Kuzey
Kürdistan’da yayılıp güçlendi. 1980’li yılların
sonlarında ve 90’lı yılların başında
ise Kürdistan’da, özellikle Newroz dönemlerinde kitlesel protesto
hareketleri boy verdi ve rejim paniğe kapıldı.
Bu aşamadan sonra kendi yasalarını bile bir
yana iterek, Bizzat Milli Güvenlik Kurulu kararıyla,
Kürt halkına karşı hertürlü yasa dışı
yöntemi ve eylemi mübah sayan bir politikaya yöneldi. Bu işte
hem ordu ve polisin bir parçası olan “Özel Harekat Timleri”
kullanıldı, hem de jandarma içinde JİTEM adıyla
örgütlendirilen asker ve sivil elemanlardan oluşan çeteler.
Bunlara bölge valilerini, jandarma komutanlarını,
emniyet müdürlerini bile aşan yetkiler tanındı…
“Dilediğinizi yapın, sizden hesap sorulmayacak!”
dendi. Mahmut Yıldırım (Yeşil) gibileri
de bu dönemde ün kazandılar…
Türk devleti, bir yandan ordusu polisi, bir
yandan bu çeteler eliyle 1991’den başlayarak Kürdistan’da
baskı ve terörü tırmandırdı. Binlerce
köy ve onlarca kasaba yakılıp yıkıldı,
milyonlarca insanımız yerinden yurdundan sürüldü.
Hem sınır boyları, hem de iç kesimde kırsal
alanlar önemli derecede boşaldı. Binlerce aydın,
ve yurtsever insanımız yargısız infazlar
ve “faili meçhul” denen cinayetlerle yok edildi. Diğer
bir deyişle, balığı yakalıyamayan
Türk rejimi gölleri kuruttu. Ve İlhan Selçuk gibileri
bunu “Türk ordusunun partizan savaşını öğrenmesi”
olarak nitelediler, göklere çıkardılar..
Milli Güvenlik Kurulu’nda bu politikaların belirlendiği,
bu kararların alındığı yıllarda
Demirel önce başbakan sonra cumhurbaşkanı,
Çiller başbakan, Mehmet Ağar önce Emniyet Genel
Müdürü, sonra Adalet Bakanı, Doğan Güreş Genelkurmay
Başkanı, Kundakçı da, “bıraksalar öyle
yaparım ki buralarda yıllarca ot bitmez!” lafıyla
ünlü Jandarma Asayiş Bölge Komutanı idi… Bunlar
o dönemin önde gelen sorumluları. Bunların yanısıra,
Olağanüstü Hal Bölge valileri, il valileri ve ötekiler...
İşte Susurluk denen olayın,
Şemdinli’nin ve onların yanısıra son dönemde
pıtrak gibi yüze vuran çetelerin öyküsü özetle budur.
Açığa çıkan çeteler bir bütünün sıradan
dişlileri. Türk devleti Kürt halkına karşı
bu kirli savaşta bir bütün olarak, devlet başkanından
bölgedeki uzatmalıya kadar, yasa dışına
düştü, çeteleşti. Şimdi birkaç tetikçiyi, birkaç
polisi ve çavuşu, birkaç PKK itirafçısını,
birkaç korucuyu veya korucubaşını yargılayıp,
kurban edip işin içinden sıyrılmak mümkün mü?.
Üstelik çeteleşmiş, kana irine batmış
devlet orada öylece durup dururken veya yeni melanetlerine
devam ederken?..
Sedat Bucak işte bunu söylemek istiyor.
Sayın Demirel ve Çiller, bu politikayı siz çizdiniz,
bu kararları en başta siz aldınız, diyor…
Sayın Ağar, Çatlı gibilerine yeşil pasaportları
ve susturucu takılmış silahları siz verdiniz,
diyor… Sayın Güreş, hiçbir kural, hiçbir yasa tanımayan
kirli savaşın başında siz ve Kundakçı
gibileri vardı, diyor…”Yargılanacaksak gelin birlikte
yargılanalım. Olağanüstü hal valileri de gelsin!..”
Bence Sedat Bucak haklı.. Onları
tanık olarak çağırıyorsa da asıl
demek istediği budur. Doğrusu da budur. Eğer
adil bir yargılama olacaksa bu kişiler ve o dönemin
onlarca, yüzlerce öteki üst düzey sorumlusu yargılanmalı,
hesap vermeliler.
Ama bunu kim yapacak? Devlet hala onların,
ya da onlar gibilerin elinde. Onlar hem suçlu hem güçlü!
|