Ayın Yorumu (*)
Kapanma Refleksi..
Kemal BURKAY
Kaplumbağa kabuklu bir sürüngen, salyangoz
da kabuklu bir yumuşakça (aynı zamanda da sürünerek
ilerleyen bir hayvan). İkisi de çok ağır hareket
ederler. İkisi de çok kuşkucudurlar, dıştan
gelen etkiler karşısında hemen kabuklarının
içine çekilirler.
Bu korunma güdüsünden kaynaklanan bir kapanma
refleksidir.
Türkiye’nin durumu uzun zamandır tam da
buna benziyor.
Avrupa Birliği, Türkiye’yi üyeliğe
almak için ekonomik ve siyasal reformlar öneriyor, bunları
“Kopenhag Kriterleri” halinde Türkiye’nin önüne koyuyor. IMF
ve Dünya Bankası ise Türkiye’nin krizi atlatması
için ekonomik reformlar öneriyor. İçerden de Türkiye’nin
değişmesi, yenilenmesi yönünde akla yatkın
öneriler yükseliyor. Yıllardır demokrasi güçlerinin
önerileri. Son olarak işveren çevrelerinden, özellikle
TÜSİAD’dan gelen öneriler…
Ama Türkiye’nin geleneksel güçleri, bu değişim
önerileri ve etkiler karşısında bir kaplumbağa
ya da salyangoz refleksiyle kapanıyorlar.
Şu işe bakın, krizi atlatmak
için dış krediye ihtiyaçları var. Bu nedenle
18. Niyet Mektubu’nu imzalayıp IMF’ye iletiyorlar, onların
istedikleri reformları yapmaya söz veriyorlar. Ama para
muslukları açıldıktan sonra, aradan birkaç
gün bile geçmeden, programı orasından burasından
delmeye başlıyorlar!
Serbest piyasa ekonomisi karşısında
geleneksel yapı kapanıyor. İdareyi maslahatçılıkla
oy avcılığı yapıp siyaset sahnesinde
varolanlar, eski yöntemlerimden el edemiyor. En başta
da MHP. Bu parti sınıfsal planda küçük esnafa ve
köylülüğe dayanıyor. İdieolojik planda ise
ırkçılığa, şovenizme.. Yani MHP tutuculuğu
ve ilkeli temsil ediyor. Oysa reform bu sınıfları
ve bu ideolojiyi tehdit ediyor, MHP’nin sınıfsal
ve ideolojik tabanını oyuyor. Reformların başarıya
ulaşması bir bakıma bu örgütün sonu olur. Bu
nedenle MHP’deki reform ve demokrasi karşıtı
tutum anlaşılır birşeydir.
Ama yalnızca MHP mi? Sözkonusu ekonomi
programına karşı koyanlar içinde kimi sol çevreler
de var. Onlar da özellikle özelleştirmelere karşı.
Mevcut sistem emekçilerden yana olsa bu tutum anlaşılır.
Oysa şimdiye kadar oy avcılığı için
hazine eliyle ulufe dağıtıldı, KİT’ler
yandaşlar için arpalık olarak kullanıldı.
Dış kredi ve yardımlar da bu yolda harcandı.
Bu yüzden borç boğazı aştı, ödenemez hale
geldi ve artık borçlanma yolları tıkandı.
Silaha, savaşa yatırılan büyük meblağlar
da buna eklenince sistem iflas etti.
Bir başka deyişle, şu ana kadar
yürürlükte olan sistem halktan, emekten yana bir sistem değildi.
Ne sosyalizmdi, ne de kurallarına uygun bir kapitalizm.
Tam bir mostra işi idi. Eğer kapitalizm olacaksa
bırakın kurallarına uygun olsun! Eğer
sosyalizm gerekliyse -ki bizce kaçınılmaz ve gereklidir-
o da kurallarına uygun olmalı. (Ne yazık ki
sosyalizm, birçok ülke gibi Türkiye için de, onda çıkarı
olanlar henüz bu işe hazır olmadığı
için, bugünün değil, geleceğin işi..)
Siyasal reformlara, yani demokratikleşmeye
gelince, ona da genarellerin, uzatmalı çavuşların
ve polis şeflerinin yanısıra, şu anda
parlamentoda olan düzen partilerinin nerdeyse tamamı
karşı!
MHP Kopenhag kriterlerinin nerdeyse tümüne
ayak diretiyor. DSP’nin, Kürt ve Kıbrıs sorunu dahil,
pekçok konuda ondan farkı yok. Muhalefetteki DYP bu alanda
iktidarın şahinlerinden farksız. FP’ye gelince,
onun da istediği demokrasi sadece başörtüsüyle ve
benzeri dini çerçevede bazı istemlerle ilgili. Başörtüsü
ve şeriat propagandası serbest olsa FP açısından
sorun bitecek! Aslında bu kesim, ülkenin Avrupa Birliği
yolundan kopması, yönünü İran’a, Suudi Arabistan’a
dönmesi için can atıyor.. Düzen partileri içinde, siyasal
reformlarla ilgili bir parça makul davranan Yılmaz ve
partisi. Ama ANAP’ın da, bu alanda kararlıca davranmasını
engelleyen bir dizi takıntısı var.
Siyasal reform önerileri, demokratikleşme
ve barışçı çözüm istemleri karşısında
Türkiye’nin, şu anda parlamentoda, hükümette, asker ve
sivil bürokraside ağır basan geleneksel çevreleri,
aksine daha çok içlerine kapanıyorlar.
Örneğin Kıbrıs sorununun çözümü
için BM’nin ve AB’nin hakemliğine başvurmak ya da
uluslararası mahkemelere gitmek mümkünken, Türkiye giderek
sertleşiyor, uzlaşmaz bir politikayı keskinleştiriyor,
herkesi karşısına alıyor.
Kürt sorununu çözmek için hiçbir adım
atmıyor. Söz verdiği halde Kopenhag Kriterlerini
bile yerine getirmemek için ayak diretiyor ve AB’nin azınlıklara,
kültürel haklara ilişkin ilkelerini sulandırıyor,
baypas etmeye çalışıyor. Anayasa’da “devletin
dili Türkçedir” ifadesinin yerine, ondan pek de farkı
olmayan “devletin resmi dili Türkçedir” diye bir ifade koymakla
yetiniyor. (Bu da henüz kesin değil ya..) Kürt kimliğini
kabul etmek, anayasal güvence altına almak için hiçbir
niyet ve çaba yok.
Uygulamada ise daha da geriye adımlar
atılıyor. Diyarbakır kahvelerinde son yıllarda
serbestçe çalınan Kürtçe Türküler bile yasaklanıyor.
Tüm topluma 10. Yıl Marşı gibi “Türk önde,
Türk ileri”li ırkçı marşlar dayatılıyor.
Hitler de “Deuchland über alles!” (Almanya herşeyin
üstünde) demişti. Ne farkı var? Onunki hiç değilse
bir ülke adıydı, bu ise bir milletin, hatta ırkın
adı..
20 milyonluk Kürt halkına, Kıbrıs’taki
yüzbin Türkün sahip olduğu federatif hakları tanımak,
yerel parlamento ve hükümete yolu açmak, böylece bu sorunu
kalıcı bir çözüme ulaştırıp yüzlerce
yıldır işleyen, ekonomik ve sosyal alanda büyük
kayıplara yol açan bu yarayı iyileştirmek şurda
kalsın, “yerel yönetim reformu” adı altında,
il özel idareleri ve belediyelerin şimdiye kadar sahip
oldukları hakları bile budamak için hazırlık
yapılıyor. Örneğin, buna ilişkin yeni
tasarıyla belediyelerin memur, işçi, sözleşmeli
personel almaları valilerin iznine bağlanıyor.
Cadde, sokak, meydan, park, tesis ve benzeri yerlere isim
vermek, belediyeyi tanıtıcı amblem, flama ve
benzeri şeyleri tespit etmek, şimdiye kadar belediye
meclislerinin yetkisindeydi. Şimdi bu tür kararlar ancak
mülki amirin (yani vali veya kaymakamların) onayıyla
yürürlüğe girecek. Belediyelerin belli projeler için
dış borç almaları için Hazine Müsteşarlığı
ve Bakanlar Kurulu’nun izni aranıyor. Bunun gibi, yerel
yönetimlerin yetkilerini budayan, sınırlayan daha
bir dizi hüküm…
Yani rejim halkın seçtiği yönetimlere
güvenmiyor, en basit ve sıradan işler dahil, herşeyi
Ankaranın elinde tutmaya çalışıyor, böylece
yerel yönetimlerin işlevini hiçe indirirken merkeziyetçiliği
büyüttükçe büyütüyor. Oysa bu korkuyu gidermenin, huzur içinde
uyumanın daha basit yolları da var: Belediye başkanlıklarını
ve meclislerini, il özel idarelerini bütünüyle kaldırıp,
tüm yetkiyi Ankara’nın emrindeki vali ve kamakamlara
vermek…
Rejim, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü
tanıyıp insanları görüşlerinden dolayı
cezaevlerine sokma gibi ilkel bir uygulamaya son vereceğine,
siyasi tutukluları F Tipi cezaevlerinde daha da tecrit
etmeye çalışıyor, cezaevlerine kanlı seferler
düzenliyor, çaresiz insanları açlık grevlerine,
ölüm oruçlarına itiyor ve çözümden ısrarla kaçınıyor.
Basın ve düşünce özgürlüğü alanında
ciddi hiçbir adım atmaya yanaşmıyor. Aksine
bu özgürlükleri darbeleyecek yeni adımlar atıyor.
RTÜK yasasında yaptığı değişikliklerle
basında tekelleşmenin önünü açıyor, daha doğrusu
mevcut tekelci statüye meşru zemin hazırlıyor.
Şimdiye kadarki astronomik hapis ve para cezaları
yetmezmiş gibi, basın-yayın kuruluşları
için daha ağır cezalar getiriyor, böylece özellikle
yerel radyo ve televizyon kanallarını, ekonomik
bakımdan güçsüz basını, canını sıkan
muhalif basını tümüyle susturmaya yönelik bir yasal
zemin hazırlıyor.
Bunun yanısıra şimdiye kadar
hiçbir ülkenin, hele hele, uygar ve demokratik hiçbir ülkenin
düşünmediği birşey yapıyor, interneti
basın yasasına tabi kılarak tümüyle boğmaya
hazırlanıyor. Yeni tasarıya göre internet sayfası
açmak bile binbir formaliteye ve onaya bağlanıyor.
Her gün internet sayfasından iki nüshayı polise
iletmek gerekiyor!..
YÖK’ü kaldırıp üniversitelere bilimsel özgürlük
tanıyacağına, üniversiteleri daha da denetime
almaya çalışıyor; olmazsa, Fatih Üniversitesi
örneğinde görüldüğü gibi, tümüyle kapatmaya yöneliyor.
Kısacası, rejim muhalefetin, daha
doğrusu toplumun tüm nefes borularını tıkamaya,
tüm ışık deliklerini karartmaya çalışıyor.
Heryerden, herkesten tehlike ve kötülük bekleyen paranoyak
biri gibi adeta saklanıyor, dış dünyaya açılan
düm delikleri, tüm gedikleri kapamaya çalışıyor.
Bu işte baş rolü ise ordunun tercihlerine
göre karar veren MGK oynuyor. Bir generalin komutasındaki
MGK genel sekreterliği, “iç ve dış düşmanları”
tespit ederek, onlara yönelik eylem planlarını hazırlayarak
MGK’nın önüne getiriyor. Bu tasarılar orada karara
dönüşüyor. MGK kararları ise bugüne kadar nice deneyimle
görüldü ki, bir padişah fermanı gibi, parlamento
ve hükümet dahil, herkesi bağlıyor!
Yukarda sözü edilenler dahil, MGK Genel sekreterliğinin
ilgilenmediği konu yoktur. Bu ülkenin güvenliğiyle
politikasıyla, kültürüyle, tarihiyle ilgili herşey
için araştırmaları, projeleri, tasarıları
vardır. Örneğin belediye meclislerinin meydan ve
sokak adlarını bile özgürce tespit etmelerini sakıncalı
bulan odur. Ola ki “milli birliği bozucu veya güvenlik
bakımından sakıncalı” adlar koyarlar!
Kısa süre önce tarihi adların yasaklanmasını
isteyen de odur. Çünkü bu adların bazısı Kürtçe,
bazısı Yunanca, Ermenice veya başka dildendir
ve bu da milli birlik için tehlikelidir!
Türkiye’de durum şu anda özetle budur.
AB ve TÜSİAD, Kürtler ve bir bölüm aydın Türkiye’nin
siyasal reformlar yapıp demokratikleşmesini isteyedursun,
rejim, temsil ettiği geleneksel, tutucu güçlerin derin
korku ve kaygılarının ürünü olarak, daha da
içe kapanmaya çalışıyor. Demokratik hakları
daha da budamak, düşünce özgürlüğünün son kırıntılarını
da ortadan kaldırmak için telaşla birşeyler
yapıyor.
İşte bu kaplumbağa ve salyangoz
komleksidir, içe kapanma refleksidir.
Eğer bu güçler Türkiye’yi yönetmeye devam
ederlerse, daha uzunca bir süre bu ülkeden umudu kesmek gerekir.
Peki Türkiye bu tutumla nereye varabilir? Uygarlık
kervanını yakalayabilir mi? Hatta bugünkü ikinci
küme konumunu bile koruyabilir mi?
Üçüncü binyılın başında
bu tutumla, kaplumbağa adımları ve salyangoz
yürüyüşüyle uygarlık yarışının
kazanılamıyacağını söylemek kahinlik
olmasa gerek. Türkiye’nin, bugüne kadar çağın gereklerine
ve gerçeklere direnen yönetimleri, ülkeyi sonunda bir batağa
sapladılar. Aynı yolda devam etmek isterlerse bunun
da bir süresi vardır, batakta ne kadar ayakta durulabilirse
o kadar…
Yanlışta bu akılmaz ısrar karşısında
ne yazık ki yapabileceğimiz fazla birşey yok.
Nasıl olsa “iç düşmandan” sayıldığımız
için önerilerimiz para etmiyor. Üstelik tam bir çöküş
karşısında kaybedeceğimiz fazla birşey
de yok. Ne özgürlüğümüz, ne hazinemiz var!
Kıvançta ortak değiliz ki tasada
ortak olalım..
(*) Bu yazı Dema Nu gazetesinin 15 Haziran 2001
tarihli 7. sayısından alındı.
|