PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Ayın Yorumu (*)

Kapanma Refleksi..

Kemal BURKAY

Kaplumbağa kabuklu bir sürüngen, salyangoz da kabuklu bir yumuşakça (aynı zamanda da sürünerek ilerleyen bir hayvan). İkisi de çok ağır hareket ederler. İkisi de çok kuşkucudurlar, dıştan gelen etkiler karşısında hemen kabuklarının içine çekilirler.

Bu korunma güdüsünden kaynaklanan bir kapanma refleksidir.

Türkiye’nin durumu uzun zamandır tam da buna benziyor.

Avrupa Birliği, Türkiye’yi üyeliğe almak için ekonomik ve siyasal reformlar öneriyor, bunları “Kopenhag Kriterleri” halinde Türkiye’nin önüne koyuyor. IMF ve Dünya Bankası ise Türkiye’nin krizi atlatması için ekonomik reformlar öneriyor. İçerden de Türkiye’nin değişmesi, yenilenmesi yönünde akla yatkın öneriler yükseliyor. Yıllardır demokrasi güçlerinin önerileri. Son olarak işveren çevrelerinden, özellikle TÜSİAD’dan gelen öneriler…

Ama Türkiye’nin geleneksel güçleri, bu değişim önerileri ve etkiler karşısında bir kaplumbağa ya da salyangoz refleksiyle kapanıyorlar.

Şu işe bakın, krizi atlatmak için dış krediye ihtiyaçları var. Bu nedenle 18. Niyet Mektubu’nu imzalayıp IMF’ye iletiyorlar, onların istedikleri reformları yapmaya söz veriyorlar. Ama para muslukları açıldıktan sonra, aradan birkaç gün bile geçmeden, programı orasından burasından delmeye başlıyorlar!

Serbest piyasa ekonomisi karşısında geleneksel yapı kapanıyor. İdareyi maslahatçılıkla oy avcılığı yapıp siyaset sahnesinde varolanlar, eski yöntemlerimden el edemiyor. En başta da MHP. Bu parti sınıfsal planda küçük esnafa ve köylülüğe dayanıyor. İdieolojik planda ise ırkçılığa, şovenizme.. Yani MHP tutuculuğu ve ilkeli temsil ediyor. Oysa reform bu sınıfları ve bu ideolojiyi tehdit ediyor, MHP’nin sınıfsal ve ideolojik tabanını oyuyor. Reformların başarıya ulaşması bir bakıma bu örgütün sonu olur. Bu nedenle MHP’deki reform ve demokrasi karşıtı tutum anlaşılır birşeydir.

Ama yalnızca MHP mi? Sözkonusu ekonomi programına karşı koyanlar içinde kimi sol çevreler de var. Onlar da özellikle özelleştirmelere karşı. Mevcut sistem emekçilerden yana olsa bu tutum anlaşılır. Oysa şimdiye kadar oy avcılığı için hazine eliyle ulufe dağıtıldı, KİT’ler yandaşlar için arpalık olarak kullanıldı. Dış kredi ve yardımlar da bu yolda harcandı. Bu yüzden borç boğazı aştı, ödenemez hale geldi ve artık borçlanma yolları tıkandı. Silaha, savaşa yatırılan büyük meblağlar da buna eklenince sistem iflas etti.

Bir başka deyişle, şu ana kadar yürürlükte olan sistem halktan, emekten yana bir sistem değildi. Ne sosyalizmdi, ne de kurallarına uygun bir kapitalizm. Tam bir mostra işi idi. Eğer kapitalizm olacaksa bırakın kurallarına uygun olsun! Eğer sosyalizm gerekliyse -ki bizce kaçınılmaz ve gereklidir- o da kurallarına uygun olmalı. (Ne yazık ki sosyalizm, birçok ülke gibi Türkiye için de, onda çıkarı olanlar henüz bu işe hazır olmadığı için, bugünün değil, geleceğin işi..)

Siyasal reformlara, yani demokratikleşmeye gelince, ona da genarellerin, uzatmalı çavuşların ve polis şeflerinin yanısıra, şu anda parlamentoda olan düzen partilerinin nerdeyse tamamı karşı!

MHP Kopenhag kriterlerinin nerdeyse tümüne ayak diretiyor. DSP’nin, Kürt ve Kıbrıs sorunu dahil, pekçok konuda ondan farkı yok. Muhalefetteki DYP bu alanda iktidarın şahinlerinden farksız. FP’ye gelince, onun da istediği demokrasi sadece başörtüsüyle ve benzeri dini çerçevede bazı istemlerle ilgili. Başörtüsü ve şeriat propagandası serbest olsa FP açısından sorun bitecek! Aslında bu kesim, ülkenin Avrupa Birliği yolundan kopması, yönünü İran’a, Suudi Arabistan’a dönmesi için can atıyor.. Düzen partileri içinde, siyasal reformlarla ilgili bir parça makul davranan Yılmaz ve partisi. Ama ANAP’ın da, bu alanda kararlıca davranmasını engelleyen bir dizi takıntısı var.

Siyasal reform önerileri, demokratikleşme ve barışçı çözüm istemleri karşısında Türkiye’nin, şu anda parlamentoda, hükümette, asker ve sivil bürokraside ağır basan geleneksel çevreleri, aksine daha çok içlerine kapanıyorlar.

Örneğin Kıbrıs sorununun çözümü için BM’nin ve AB’nin hakemliğine başvurmak ya da uluslararası mahkemelere gitmek mümkünken, Türkiye giderek sertleşiyor, uzlaşmaz bir politikayı keskinleştiriyor, herkesi karşısına alıyor.

Kürt sorununu çözmek için hiçbir adım atmıyor. Söz verdiği halde Kopenhag Kriterlerini bile yerine getirmemek için ayak diretiyor ve AB’nin azınlıklara, kültürel haklara ilişkin ilkelerini sulandırıyor, baypas etmeye çalışıyor. Anayasa’da “devletin dili Türkçedir” ifadesinin yerine, ondan pek de farkı olmayan “devletin resmi dili Türkçedir” diye bir ifade koymakla yetiniyor. (Bu da henüz kesin değil ya..) Kürt kimliğini kabul etmek, anayasal güvence altına almak için hiçbir niyet ve çaba yok.

Uygulamada ise daha da geriye adımlar atılıyor. Diyarbakır kahvelerinde son yıllarda serbestçe çalınan Kürtçe Türküler bile yasaklanıyor. Tüm topluma 10. Yıl Marşı gibi “Türk önde, Türk ileri”li ırkçı marşlar dayatılıyor. Hitler de “Deuchland über alles!” (Almanya herşeyin üstünde) demişti. Ne farkı var? Onunki hiç değilse bir ülke adıydı, bu ise bir milletin, hatta ırkın adı..

20 milyonluk Kürt halkına, Kıbrıs’taki yüzbin Türkün sahip olduğu federatif hakları tanımak, yerel parlamento ve hükümete yolu açmak, böylece bu sorunu kalıcı bir çözüme ulaştırıp yüzlerce yıldır işleyen, ekonomik ve sosyal alanda büyük kayıplara yol açan bu yarayı iyileştirmek şurda kalsın, “yerel yönetim reformu” adı altında, il özel idareleri ve belediyelerin şimdiye kadar sahip oldukları hakları bile budamak için hazırlık yapılıyor. Örneğin, buna ilişkin yeni tasarıyla belediyelerin memur, işçi, sözleşmeli personel almaları valilerin iznine bağlanıyor. Cadde, sokak, meydan, park, tesis ve benzeri yerlere isim vermek, belediyeyi tanıtıcı amblem, flama ve benzeri şeyleri tespit etmek, şimdiye kadar belediye meclislerinin yetkisindeydi. Şimdi bu tür kararlar ancak mülki amirin (yani vali veya kaymakamların) onayıyla yürürlüğe girecek. Belediyelerin belli projeler için dış borç almaları için Hazine Müsteşarlığı ve Bakanlar Kurulu’nun izni aranıyor. Bunun gibi, yerel yönetimlerin yetkilerini budayan, sınırlayan daha bir dizi hüküm…

Yani rejim halkın seçtiği yönetimlere güvenmiyor, en basit ve sıradan işler dahil, herşeyi Ankaranın elinde tutmaya çalışıyor, böylece yerel yönetimlerin işlevini hiçe indirirken merkeziyetçiliği büyüttükçe büyütüyor. Oysa bu korkuyu gidermenin, huzur içinde uyumanın daha basit yolları da var: Belediye başkanlıklarını ve meclislerini, il özel idarelerini bütünüyle kaldırıp, tüm yetkiyi Ankara’nın emrindeki vali ve kamakamlara vermek…

Rejim, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü tanıyıp insanları görüşlerinden dolayı cezaevlerine sokma gibi ilkel bir uygulamaya son vereceğine, siyasi tutukluları F Tipi cezaevlerinde daha da tecrit etmeye çalışıyor, cezaevlerine kanlı seferler düzenliyor, çaresiz insanları açlık grevlerine, ölüm oruçlarına itiyor ve çözümden ısrarla kaçınıyor.

Basın ve düşünce özgürlüğü alanında ciddi hiçbir adım atmaya yanaşmıyor. Aksine bu özgürlükleri darbeleyecek yeni adımlar atıyor. RTÜK yasasında yaptığı değişikliklerle basında tekelleşmenin önünü açıyor, daha doğrusu mevcut tekelci statüye meşru zemin hazırlıyor. Şimdiye kadarki astronomik hapis ve para cezaları yetmezmiş gibi, basın-yayın kuruluşları için daha ağır cezalar getiriyor, böylece özellikle yerel radyo ve televizyon kanallarını, ekonomik bakımdan güçsüz basını, canını sıkan muhalif basını tümüyle susturmaya yönelik bir yasal zemin hazırlıyor.

Bunun yanısıra şimdiye kadar hiçbir ülkenin, hele hele, uygar ve demokratik hiçbir ülkenin düşünmediği birşey yapıyor, interneti basın yasasına tabi kılarak tümüyle boğmaya hazırlanıyor. Yeni tasarıya göre internet sayfası açmak bile binbir formaliteye ve onaya bağlanıyor. Her gün internet sayfasından iki nüshayı polise iletmek gerekiyor!..

YÖK’ü kaldırıp üniversitelere bilimsel özgürlük tanıyacağına, üniversiteleri daha da denetime almaya çalışıyor; olmazsa, Fatih Üniversitesi örneğinde görüldüğü gibi, tümüyle  kapatmaya yöneliyor.

Kısacası, rejim muhalefetin, daha doğrusu toplumun tüm nefes borularını tıkamaya, tüm ışık deliklerini karartmaya çalışıyor. Heryerden, herkesten tehlike ve kötülük bekleyen paranoyak biri gibi adeta saklanıyor, dış dünyaya açılan düm delikleri, tüm gedikleri kapamaya çalışıyor.

Bu işte baş rolü ise ordunun tercihlerine göre karar veren MGK oynuyor. Bir generalin komutasındaki MGK genel sekreterliği, “iç ve dış düşmanları” tespit ederek, onlara yönelik eylem planlarını hazırlayarak MGK’nın önüne getiriyor. Bu tasarılar orada karara dönüşüyor. MGK kararları ise bugüne kadar nice deneyimle görüldü ki, bir padişah fermanı gibi, parlamento ve hükümet dahil, herkesi bağlıyor!

Yukarda sözü edilenler dahil, MGK Genel sekreterliğinin ilgilenmediği konu yoktur. Bu ülkenin güvenliğiyle politikasıyla, kültürüyle, tarihiyle ilgili herşey için araştırmaları, projeleri, tasarıları vardır. Örneğin belediye meclislerinin meydan ve sokak adlarını bile özgürce tespit etmelerini sakıncalı bulan odur. Ola ki “milli birliği bozucu veya güvenlik bakımından sakıncalı” adlar koyarlar! Kısa süre önce tarihi adların yasaklanmasını isteyen de odur. Çünkü bu adların bazısı Kürtçe, bazısı Yunanca, Ermenice veya başka dildendir ve bu da milli birlik için tehlikelidir!

Türkiye’de durum şu anda özetle budur. AB ve TÜSİAD, Kürtler ve bir bölüm aydın Türkiye’nin siyasal reformlar yapıp demokratikleşmesini isteyedursun, rejim, temsil ettiği geleneksel, tutucu güçlerin derin korku ve kaygılarının ürünü olarak, daha da içe kapanmaya çalışıyor. Demokratik hakları daha da budamak, düşünce özgürlüğünün son kırıntılarını da ortadan kaldırmak için telaşla birşeyler yapıyor.

İşte bu kaplumbağa ve salyangoz komleksidir, içe kapanma refleksidir.

Eğer bu güçler Türkiye’yi yönetmeye devam ederlerse, daha uzunca bir süre bu ülkeden umudu kesmek gerekir.

Peki Türkiye bu tutumla nereye varabilir? Uygarlık kervanını yakalayabilir mi? Hatta bugünkü ikinci küme konumunu bile koruyabilir mi?

Üçüncü binyılın başında bu tutumla, kaplumbağa adımları ve salyangoz yürüyüşüyle uygarlık yarışının kazanılamıyacağını söylemek kahinlik olmasa gerek. Türkiye’nin, bugüne kadar çağın gereklerine ve gerçeklere direnen yönetimleri, ülkeyi sonunda bir batağa sapladılar. Aynı yolda devam etmek isterlerse bunun da bir süresi vardır, batakta ne kadar ayakta durulabilirse o kadar…

Yanlışta bu akılmaz ısrar karşısında ne yazık ki  yapabileceğimiz fazla birşey yok. Nasıl olsa “iç düşmandan” sayıldığımız için önerilerimiz para etmiyor. Üstelik tam bir çöküş karşısında kaybedeceğimiz fazla birşey de yok. Ne özgürlüğümüz, ne hazinemiz var!

Kıvançta ortak değiliz ki tasada ortak olalım..

(*)  Bu yazı Dema Nu gazetesinin 15 Haziran 2001 tarihli 7. sayısından alındı.

 
PSK Bulten © 2001