PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Doğum Sancıları var ama…

Kemal BURKAY

Seçimden şu yazının yazıldığı  ana kadar henüz 20 günlük bir zaman geçti. Gelişmeler nasıl?

Bir yanıyla olumlu, bir yanıyla olumsuz.

Olumlu yanı iç kamuoyundaki rahatlama ve değişim yönünde belli umutların doğmuş olması. Bir AKP iktidarına karşı önyargılı, bunu rejim için bir tehlike gibi gösteren kesimlerin bir bölümüyle (ordu) sessiz kalması, bir bölümüyle (özellikle basın) tavır değiştirmesi. Yine Türkiye politikası üzerinde etkili uluslararası güçlerin de (ABD ve AB) bir AKP iktidarına yeşil ışık yakmaları, en azından böyle bir iktidara şans verilmesi gereğini duymaları.

Bu tutum, iç ve dış güç dengelerinin bir ürünüdür. İçerde halkoyu, yüzde 35 dolayında da olsa, seçim sisteminin azizliği sonucu (ki bu sistemi yapan AKP değildi) ezici bir çoğunlukla AKP’yi iktidara getirdi. Seçim sonuçlarına karşı çıkmak, halkın istem ve eğilimlerini hiçe saymak olurdu. Kimse darbe filan yaparak bu yükün altına girmeyi de göze alamaz. Zaten bu kesimler şimdiye kadar, bu eğilim ve istemleri hiçe saydıkları için bir bakıma bugünkü sonucun ortaya çıkmasını kolaylaştırdılar.

Öte yandan uluslararası durum da 1960’lı, 1970’li yıllar gibi darbelere uygun değil. Nedenlerden biri soğuk savaş döneminin sona ermesiyle ABD ve NATO’nun kendilerine yandaş diktatörlüklere ihtiyaçlarının kalmamasıdır. İkinci neden ise, yeni dönemde İslam dünyası ve Batı arasında ortaya çıkan yeni çelişkilerin yol açtığı yeni ihtiyaçlardır. Bu çelişkiler özellikle 11 Eylül olaylarıyla ivme kazandı.

Soğuk savaşın amansızca yaşandığı ve İslam dünyasının da yer yer devrimlerle sarsıldığı dönemde, emperyalist güçler İslam ülkelerindeki dinsel duygu ve değerleri sosyalizme ve değişime karşı bir panzehir olarak kullanmaya çalıştılar. “Yeşil kuşak” politikası buna yönelikti. Böylece hemen hemen tüm İslam ülkelerinde şeriatçı eğilimler örgütlendi, beslendi, kışkırtıldı. Batılıların İslam dünyasındaki en iyi dostları en gerici, en bağnaz rejimlerdi. Türkiye gibi laik ve demokratik geçinen ülkelerde bile ayrıca ırkçı-şeriatçı eğilimleri sola ve demokrasi güçlerine karşı örgütleyip eyleme geçirdiler; hatta bu da yetmeyince doğrudan askeri darbelere başvurup var olan göstermelik demokrasiyi de zaman zaman rafa kaldırdılar.

Oysa sosyalist sistemin çökmesi, Sovyetler Birliği’nin dağılması, kapitalist sistemin şimdilik “rakipsiz”, ABD’nin ise tek süpergüç haline gelmesi, durumu büyük ölçüde değiştirdi. Bir yandan ABD, dünya ölçüsünde egemenliğini güçlendirmek için yeni bahanelere ve düşmanlara gerek duydu. Bir yandan da İslam ülkelerindeki, sola ve devrimci harekete karşı örgütlenip kışkırtılmış olan şeriatçı, ya da radikal İslami akımlar boşlukta kaldılar ve onlar da eşyanın doğasına uygun olarak bir düşman arayışı içine girdiler. Şeriata dayalı bir toplum düzeni kurmayı hedeflemiş olan bu akımların, batı kültürü ve hayat tarzıyla çatışması kaçınılmazdı. Üstelik, dünkü dost şimdiki düşman, dünyaya egemen olmaya çalışan, bu arada geri konumdaki İslam ülkelerini de sömüren türdendi. Onun, Filistin’i ezen İsrail’i desteklemesi ise, mevcut tepkilerin ve öfkenin ona yönelmesini hızlandırdı.

İşte bu durum El Kaide ve Taliban gibileriyle ABD’yi karşı karşıya getirdi. Bunlar, daha dün, ABD ve dostlarının kendi beslemeleri ve “mücahit” iken,  bir anda “teröriste” dönüştüler. Şeriate, yani katı İslami kurallara göre yönetilen Suudi Arabistan ve benzeri ülkeler de, bu tür hareketlere parasal ve moral destek verdikleri, kaynak oluşturdukları gerekçesiyle bu saatten sonra sakıncalı duruma düştüler..

Bu durumda emeryalist sistemin bu ülkelere yaklaşımı da doğal olarak değişti. Kültürlerin çatışması tezi bu dönemde ön plana çıktı. Ancak, dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan koca bir İslam dünyasıyla toptan savaşmak, İslamı yeryüzünden silmek veya Türkiye’deki “laiklerin” yaptığı türden “devrimler”le, sopa gücüyle değiştirip Batıya benzetmek mümkün olmadığı için de başka seçenekler ve çözümler üzerinde düşünmek gerekiyordu. “Demokrasiyle barışık mutedil islam” ihtiyacı işte böylesi bir dönemde ortaya çıktı.

Başka bir deyişle, Batı ile İslam arasında sorunların çözümü de ancak bir uyum ve uzlaşma ile mümkün. Bu aynı zamanda her iki tarafın, özellikle de İslam dünyasının kendi içinde bir değişim geçirmesine, bir İslam rönesansına bağlı. Karşıdakini, farkları, çoğulculuğu kabul etme, birlikte yaşamayı içine sindirme, yani hoşgörü gerekli. Bu demokrasi kültürünün temel unsurudur. İslam dünyasının bilim ve teknik alanında gelişmesi, çağı yakalaması da, Batı ile çatışarak değil, bu şekilde mümkün olacaktır.

Ama bu aynı zamanda, her şeyiyle karşıdaki gibi olma, onu taklit etme, binyıllar içinde oluşmuş değerlerini, yaşam tarzını bir gecede soyunma demek değildir. Zaten Batıda da böylesine tek renk bir yaşam biçimi yoktur. Bu nedenle, demokratik bir toplumda baş örtüsü gibi şeyler sorun olmaz, olmamalı. Ama demokratik bir toplumda zorunlu din dersleri, devletin emrinde “Diyanet İşleri Teşkilatı” da olmaz..

İslami orijinli bir parti olarak AKP’nin iktidara gelmesi işte bu koşullarda gerçekleşti. AKP’nin kendisi de bu kez geçmişten farklı davrandı. Bir rövanş alır gibi değil, ama güç dengelerini gözeten, gerçekçi ve uzlaşmaya açık bir tavırla, yani “ılımlı” bir çehreyle.. Bu, tam da Batılıların bu dönemdeki arayışlarına denk düştü.

Bu yeni durumun olumlu bir yanı. Yani siyaset ve dinle ilgili olarak olaylar bu ülkede ilk kez doğal mecrasına giriyor gibi.

Ama unutmamalı ki, AKP iktidarından kaygı duyan iç ve dış güçler, söz konusu nedenlerle şu anda onun iktidarına yeşil ışık yaksalar bile, onun uygulamalarıyla ilgili olarak pusuda olacaklardır. Özellikle de imtiyazlarını yitirmekten ürken asker-sivil bürokrasi ile ideolojik egemenliklerinin sarsılacağından ürken Kemalistler..

Öte yandan, yeni durumda başka olumlu yanlar da var. Bir yandan hükümet kurulurken bir yandan da ilk bir yıl için “Eylem Planı” ortaya kondu. Bu eylem planında ağırlığın bazı ekonomik düzenlemelere ayrılması doğal. Çünkü kitleler bakımından acil sorun, sıkça tekrarlandığı gibi “iş ve aş” sorunu. Elbet AB ile ilişkilerde yapılması gerekenler, Kıbrıs sorunun çözümü ve demokratikleşme de ötekilerden daha az acil değil.

Kürt sorununun çözümü demiyorum. Çünkü o mevcut sorunlar içinde, aslında en önemlisi, bir bakıma ötekilerin nedeni ya da azdıranı, ağırlaştıranı. Ama o en yakıcı kestane, onu ateşten almak için elini uzatacak olanın yalnız elini değil, belki tüm bedenini yakacak olan türden! Bu nedenle bu hükümetten ne o denli öngörü, ne de o denli cesaret bekliyorum. En azından kısa dönemde Kürt sorununun çözümüyle ilgili olarak doğrudan yapabilecekleri fazla değil. Ama demokrasi konusunda yapabilecekleri, ülkedeki ortamı yumuşatır, demokrasi güçlerinin önünü açar ve Kürt sorununun çözümü yönünde daha ciddi, kapsamlı adımların alıtmasını da kolaylaştırabilir.

Bu alanda da olumlu işaretler var. Yeni hükümet, sözkonusu eylem planında işkencenin önünü alma, demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlarını genişletme yönünde taahhütlerde bulunuyor, Kopenhag Kriterleri’nin gereğini tam olarak yapacağını söylüyor.

Kopenhag Siyasi Kriterleri’nin, bir önceki hükümetin yaptığı gibi baştan savma ve aldatıcı biçimde değil, gerçek anlamıyla hayata geçirilmesi önemlidir. Bu, anadilde doğru dürüst eğitimi, yayını ve ulusal nitelikte örgütler (parti-dernek) kurma hakkını da kapsar.

Umarız ki bu sözler, geçmişte başka hükümetlerin de yaptığı gibi sözde kalmaz. Aslında AKP’nin de demokrasiye ihtiyacı var. En başta partinin kendisi kapanma istemiyle Anayasa Mahkemesi önünde. Genel Başkanı seçimlere sokulmadı, böylece bugünkü sakat durum ortaya çıktı. Hala Başbakan Gül’ün ve Meclis Başkanı’nın eşlerinin başörtösü sorunu tartışılıyor. Demek ki salt bu partinin varlığı, iktidarını sürdürmesi ve kendi önündeki öteki engelleri ve başağrılarını aşması için Anayasa’da ve öteki yasalarda bir dizi değişiklikler gerekiyor.

Ama salt bununla mı kalmalı? Yani AKP de sadece kendi yolunu açmakla mı yetinecek? Geçmişte Demirel, Ecevit, Erbakan gibileri bunu yaptılar. Siyasi yasaklıydılar, yasaklarını kaldırmak için “kahramanca” savaştılar, bu uğurda yasaları bile fiilen çiğnediler. Sonunda bir referandumla yasaklar kalkıp da baylarımız yeniden partilerini kurup başlarına geçince, onlar açısından tüm sorunlar bitti, ülkeye demokrasi gelmiş oldu!

Ama besbelli gelmedi. 12 Eylül faşist çarkı, başta Evren’in “polis tüzüğü” olmak üzere, tüm yasaları ve kurumlarıyla süregeldi. Onlarla birlikte, özgürce tartışılamayıp çözümlenemeyen sorunlar da. Bugün çekilmekte olan acılar, siyaset, hatta ekonomi açısından yaşanan darboğazlar işte bu anlayışın ürünüdür.

Dileriz ki aynı hataya AKP de düşmeyecek, çağdaş standartlara uygun bir demokrasinin hem kendisine, hem de tüm topluma gerekli olduğunu görüp buna uygun davranacaktır.

AKP, Kopenhag Kriterleri’nin gereğini yapacağını söylüyor. İşte bu önemlidir ve hem AB’ye giriş sürecini güvenceye alıp hızlandırmak, hem de demokraside çağdaş standartları yakalamak bakımından büyük fırsattır. Bunu yaptığı zaman hem iç hem dış kamuoyundan güçlü destek alacaktır ve bu nedenle engellenmesi kolay da değildir.

Diğer bir deyişle AKP’nin başarısı, kişisel ve partisel çıkarları aşıp, daha geniş bir bakış açısıyla ülke sorunlarını çözmeye çalışmaktadır. Bunun başında ise demokratikleşme ve iç barışın sağlanması geliyor. Yani ciddi reformcu bir atılım.

Ancak daha ilk günlerden birtakım olumsuz işaretler de göze çarpıyor. Yeni hükümet daha Kopenhag Siyasi Kriterleri’nin hayata geçirilmesi ve demokratikleşme yönünde güven verici hiçbir adım atmadan, kendisinden öncekiler gibi, Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi için dayatmalara ve umduğunu bulamayınca da AB’ye yönelik suçlamalara girişti. Oysa böylesi tutumlar haklı çıkmaya ve sonuç almaya yetmez. Yoksa AKP’liler daha şimdiden, AB’den yan çizmek için bahaneler mi arıyorlar?. Bu bahaneleri bulmak kolaydır. Buna en çok sevinecekler ise askerler, işkenceci polisler, Kemalistler ve Susurluk Çetesi olur. Bir de Bay Kanadoğlu gibileri..

Olumsuz işaretlerden biri de Erdoğan’ın durumunun ve başbakanlık sorununun öne çıkması.

Erdoğan’ın seçimlere sokulmaması ve başbakanlığının engellenmesi elbette anti demokratik bir durumdur, hak-hukukla izah edilir yanı yoktur. Demokratikleşme sürecinde yapılması gerekenlerden biri de bu garabetin ortadan kaldırılmasıdır. Ama bunu her şeyin başına almak, yapılacak anayasa değişikliğini bununla -ya da asıl olarak bununla- sınırlamak yanlıştır. Bu sorunu da geniş bir demokratikleşme paketi, hatta yepyeni, demokratik bir anayasa projesi içinde ele almak gerekir. Zaten AKP’nin bir tür hükümet programı olarak nitelediği seçim beyannamesinde yeni ve demokratik bir anayasa önerisi vardı.

Ama görünen o ki Erdoğan’ın durumu her şeyin önüne alınmakta ve onun yolunu açacak biçimde Anayasa’nın 76 ve 109. maddelerinde bir değişiklik acil olarak gündeme getirilmektedir.

Kanımızca bu hem yeni hükümet, hem AKP, hem de Erdoğan’ın şahsı bakımından hoş bir durum değil. Bu çaba AKP bakımından, ülkenin sorunlarını çözmekten çok, kendi genel başkanının sorununu çözmeyi öne aldığı, Erdoğan bakımından kişisel tutkuların ön plana çıkarıldığı izlenimi veriyor, Abdullah Gül de bir bakıma emanetçi bir başbakana dönüştürülmüş oluyor.

Tüm taraflar için de kötü bir izlenim.. Oysa AKP sorunu genel ve köklü bir demokratikleşme paketinin bir parçası haline dönüştürebilirdi. Erdoğan, bu konuda acele etmese, “ha ben, ha Abdullah gül, ne farkı var?” dese daha çok saygınlık kazanır, Gül’ün başbakanlığı da daha ciddiye alınır.  Günü gelir, gerekliyse, görev değişimi de yapılırdı..

Ya Abdullah Gül’ün, “daha önceki değerlerden yararlanacağız” diye Demirel’i ziyaretle işe başlayıp Kenan Evren’e kadar uzatması..

Bu sayın “değerler” kemikleşmiş dünya görüşleri ve öteki zaaflarıyla ülkeyi bu hale getirenler, sorunlara boğanlar, ülkenin önünü tıkayanlar değil mi?

Halk onları neden çöplüğe attı, Gül ve arkadaşlarına neden oy verdi?.

Hele hele Kenan Evren gibi 12 Eylül faşizminin baş sorumlusunu, bu demokrasi düşmanını ziyaretle onurlandırma ne anlama geliyor? Gül, böyle birine saygıda kusur etmiyorsa demokrasi alanında yapacakları nedir ve kendisinden ne beklenebilir?.

Ülkeyi demokratikleştirmeye niyeti olan bir hükümetin asıl hedefi 12 Eylül çarkını tasfiye etmek, hatta Evren faşistinden ve öteki sorumlulardan hesap sokmak değil midir? Aynen Şili’de, Yunanistan’da olduğu gibi..

 Ama gelin görün ki, şu günde bile, ülkeye demokrasi vadedenler ve “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyenler, Evren’i ve eskinin öteki sorumlularını el üstünde tutuyorlar.

Uzlaşı sanatı bu değil. Herkesle uzlaşanın herkesten farkı kalmaz..

 

Çok yazık! Galiba bu fırsat da ehil olmayanların elinde telef olup gidecek ve bir yıla kalmadan toplum yeni sancıların ve yeni bir arayışın içine düşecek.

Doğum sancıları var, ama ortada ehil ebe yok.. Böyle bir ebeyle işlerin nereye varacağını ise zaman gösterecek..

 
PSK Bulten © 2002