PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 
Azınlık Tartışması ve Kürt Sorunu

Kemal Burkay

Avrupa Birliği´nin son ilerleme raporunun yarattığı tartışmalar hem Avrupa´da, hem Türkiye´de devam ediyor. Avrupa siyasal çevreleri ve medyası, daha çok Türkiye‘nin coğrafi, ekonomik ve kültürel olarak AB´ye uygun düşüp düşmediği, Türkiye‘nin üyeliğinin ne getirip ne götüreceği üzerine tartışıyorlar. Türk tarafında ise rapor birkaç noktada yoğun tepkiler topladı.

Bunlardan biri müzakere sürecinin ucunun açık olması, yani üyeliğin 10-15 yıl sonra bile garanti olmaması; bir başka deyişle bunun, Türkiye´nin müzakere sürecinde üstüne düşenleri iyi biçimde yapıp birliğe uyum sağlamasına bağlı olması. Bundan daha doğal ne olabilir? Müzakere sürecinden amaç zaten bu değil mi?

Türk yöneticiler, rapordaki olumlu belirlemelerden de cesaret alarak „Kopenhag Kriterleri´ni yerine getirdik“ diye övünüyorlar. Oysa gerçek durumun böyle olmadığını Avrupalılar da kendileri de çok iyi biliyor. İşkence geçmişe oranla bir parça azalmış olabilir. Düşünce ve basın özgürlüğü de yine geçmişe oranla bir derece düzelmiş olabilir. Ama, bu alanlarda AB´ye uyum demek, müzakere sürecinde işkencenin tümden son bulması, düşünce ve basın özgürlüğünün ise Avrupa standartlarında bir gerçeğe dönüşmesidir. Türk yöneticiler eğer bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da AB´nin gözünü boyayabileceklerini sanıyorlarsa aldanıyorlar.

Bir diğer tartışma noktası, Türkiye´nin, özellikle insan hakları alanında geri adım atması, ya da sisteme antidemokratik müdahaleler (örneğin askeri darbe) durumunda ilişkilerin askıya alınmasıdır. Bu da son derece doğal değil mi? Böyle durumlarda AB hiçbir şey olmamış gibi mi davranmalı?

Rapordaki tepki gören diğer bir koşul, işgücünün serbest dolaşımını engellemek için önerilen kayıttır. Bu alanda diğer bazı aday ülkeler, örneğin Romanya için belli bir süre konduğu halde, Türkiye için bu kısıtlamanın da ucu açık. Bunun farklı bir uygulama olduğu söylenebilir. Ama Türkiye de farklı bir ülke. Diğer aday (ve şimdiki üye) ülkelerden AB‘ye hiçbir dönemde kitlesel bir işgücü akını olmadı; tam üye olduktan sonra da yok. Oysa son 40 yılda Türkiye´den Avrupa´ya, sıkı kapalı sınırlar bile kalbura çevrilerek yoğun bir işgücü akını oldu. Kapılar tam olarak açılınca ise milyonlarca insanın bir anda AB´ye akın edip burada istihdam dengesini altüst etmesi şaşırtıcı olmaz. Türkiye´li yurttaşların büyük bir bölümü AB demokrasisini, değerlerini, yaşama tarzını filan önemsedikleri ve buna imrendikleri için değil, orayı bir iş ve ekmek kapısı olarak gördükleri için Türkiye´nin bir an önce AB´ye katılmasından yanalar. AB de doğal olarak tedbirlerini alıyor. Türkiye´de ekonomik dengeler kurulup böylesine yoğun bir işgücü akını ihtimali kalmadığı zaman herhalde bu sınırlamayı da kaldırırlar..

Raporun Türkiye´deki belli çevrelerde tepki uyandıran, hatta ötekilerden daha yoğun bir tartışmaya yol açan bir yanı ise, azınlıklar konusunda, özellikle Kürtlere ve Alevilere ilişkin olarak dile getirilenlerdir.

Türkiye´deki ırkçı şoven çevrelerin genel olarak AB´ye, özel olarak da Kürtlerle ilgili taleplere tepkisi anlaşılırdır. Bunlar öteden beri Kürt adını duymak bile istemiyorlar. AB üyeliğini kendi ırkçı ideolojileri, faşist ve sömürgeci devlet sistemleri için bir tehlike olarak görüyorlar. Bunda haklılar. Onların dünyası yalanla, zorbalıkla örülü ilkel bir dünyadır ve barışı, eşitliği, insan haklarını, çoğulculuğu, renkliliği kaldırmaz...

Ama ırkçılık, şovenizm, bundan kaynaklanan önyargılar bu ülkede çok yaygın ve çok güçlü. Bu nedenle Kürt halkının ve öteki etnik grupların varlığını kabul etmek, onların meşru haklarını tanımak, bunu sindirmek toplumun liberal, demokrat, hatta sosyalist bilinen çoğu kesimleri bakımından bile kolay değil.. Bu kafa karışıklığı son dönemde her renktenTürk medyasına yansıyor.

Kimisi Kürtlerden ve bu arada Boşnak, Çerkez, Arap gibi azınlıklardan söz edilmiş olmasını, Lozan´ın bozulması, Sevr´in canlandırılması çabası olarak görüyorlar.

Türk hükümeti ve bir kısım basın eski teraneyi tekrarlıyor: „Bizde Müslüman azınlık yoktur, Ne Kürtler, ne dini azınlık (Aleviler), ne de başkaları...“

Bir bölümü –nisbeten küçük bir bölüm- ise azınlık kavramının Lozan´dan bugüne değiştiği kanısında. Bunlar da yine „azınlık“ teriminin kullanılmasından pek memnun değiller ve „AB‘nin azınlık olarak nitelediklerine belli haklar tanıyalım, bu işi AB´ye bırakmayalım“ diyorlar. Ama bunlar da Kürt sorununu gerçek boyutlarıyla ele almaya pek yanaşmıyorlar.

Öte yandan, bizzat azınlık kavramı üzerine de, hem bilgisizlik ürünü, hem de bilerek yapılan yoğun çarpıtmalar var: Kürtler ve Aleviler „azınlık“ mı, yoksa „asli unsur“ mu? Yoksa bunların ikisi de mi değil? Zaten bu soruyu bazan kendileri de soruyor: „Peki o zaman ne?..“ diyorlar.

Kürtler azınlık sayılınca hakları ne, asli unsur olunca ne?.. Bu konularda kafalar hiç açık değil.

Bir bölümü „vatandaşlık hakları“ kapsamında, bir bölümü „Türkiyelilik üst kimliği“ altında sorunu çözelim diyor. Ama bu kapsamda da tanınması düşünülen haklar öyle ahım şahım, hatta dişe dokunur türden değil. „Bireysel haklar“ tanıyalım diyorlar. Yani sonuçta yine birkaç özel okul ve haftada yarım saatlik televizyon...

Kısacası, Türk siyasileri, basını; sağcısı, liberali, sosyal demokratı ile aydınları; hatta bir zamanların Marsist-Leninist ve de Maoistlerinin eğer tamı değilse çoğu, şu aşamada bir kez daha oldukça şaşkın durumdalar. Kürtleri ve Alevileri nereye koyacaklarını bilemiyorlar; doluya koyuyorlar olmuyor, boşa koyuyorlar dolmuyor.

Bazıları, ne olup olmadığımız, kendimizi ne sayıp saymamamız konusunda biz Kürtlere bile ders vermeye kalkışıyorlar. Oysa, biz Kürtlerin bu konuda bir sıkıntımız yok, ne olduğumuzu çok iyi biliyoruz. Biz „ülkesi ve ulusuyla“ parçalanmış bir halkız, elbet bir azınlık değiliz. Kırk milyonluk bir ulus ve Fransa veya Almanya  genişliğinde bir ülke… Salt Türkiye Kürdistanı bile dünyadaki bir çok ulusun nüfusundan fazlasına ve birçok devletin toprağından daha geniş bir alana sahip. Biz kendi topraklarımız üzerinde çoğunluğuz.

Sen bir ülkeyi parçala, halkını tutsak et, sonra da sen azınlıksın de, olur mu? Kaldı ki baylarımız bize azınlık hakları bile tanımaya razı değil.

Yunanistan ve Bulgaristan, hala özgür olmasalardı, Yunan ve Bulgar uluslarını azınlık mı sayacaktık?

Bazıları diyor ki, bir ülkede nüfusu çok olan etnik grup çoğunluk, az olan ise azınlıktır! Peki Kıbrıs´taki, adanın beşte bir nüfusunu oluşturan 150 bin Türkü neden azınlık saymıyorsun da orada iki eşit devlet istiyorsun?

Federal Belçika´da azınlık kimdir, Valonlar mı, Flamanlar mı? Ya Federal İsviçre´de: Almanca Konuşan bölgelerin halkı mı, yoksa Fransızca, İtalyanca konuşan bölgelerin halkı mı? Ya Kanada´da Fransızca konuşan Kebek bölgesinin durumu? Kanada´nın çoğu İngilizce konuşan halkına oranla onlar bir azınlık mı? Eğer öyleyse Kebeklilerin sahip olduğu geniş otonom haklar ne? Malum, Fransızca Kebek´te resmi dil ve yerel parlamentoları, hükümetleri var.

Daha dün parçalanan Yugoslavya´da kim çoğunluk, kim azınlıktı: Sırplar mı, Hırvatlar mı, Boşnaklar mı, Slovenler mi, ötekiler mi?.. Dün bu ülke bir federasyondu, bugün her birinin kendi ayrı devletleri var.

Baylar, ayıptır! Kürt sorunu azınlık hakları kapsamında ele alınamaz. (Türkiye´nin gözaçık yöneticileri, bu dediklerimize bakarak, „bakın Kürtler de kendilerini azınlık saymıyor, onlara azınlık hakları gerekmez!“ diyecek kadar pişkin davranıyor, demagoji yapıyorlar. Elbetteki AB, Kürtler için en azından azınlık haklarını gerekli görüyor. Elbetteki Kürtlerin bu haklardan yararlanmaya hakkı var. Ama bu kadarı yetmez. Tüm özgür uluslar için gerekli olan haklar Kürtler için de geçerlidir.)

Bu konuları tartışırken, hem BM´nin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı prensibini, hem de Marksizmin aynı nitelikteki ilkelerini hatırlamakta yarar var. Kürtlerin kendilerine özgü bir yurdu, dili, kültürü, çok eskiye giden bir tarihleri var. Bu halk bir ulustur, ülkesi parçalanmış ve en doğal hakları kendisinden esirgenmiştir. Bu durumun meşru, sürdürülebilir hiçbir yanı yoktur. Yapılması gereken ise Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına saygı duymaktır.

Bu sorun İsviçre´de, Kanada´da, Belçika´da, Çekoslovakya´da, Yugoslavya´da ve dünyanın benzer yerlerinde nasıl çözülmüşse öyle çözülmeli. Bizce federasyon koşullara uygun gerçekçi bir çözümdür. Eşit koşullarda barış içinde birlikte yaşıyabiliriz.

Alevi sorununa gelince, o da, Aleviler ister Müslümanlık içinde ayrı bir mezhep, ister Müslümanlıktan tümüyle ayrı bir din sayılsın, din ve inanç özgürlüğü temelinde çözülmeli. Bir önceki yazımda bu konuya değinmiştim. Avrupa ülkelerinde, İrlanda sorunu bir yana (ki o da çözüm yolunda), farklı din ve mezhepler arasında hiçbir sorun yok. Aynı ülkede Katoliklerle Protestanlar, Ortadokslar barış içinde yan yana yaşıyorlar. Herkesin kendi kilisesi özgür ve devlet onlara eşit mesafede. Bu ülkelerdeki Müslümanların camileri, Musevilerin havraları var. Türkiye´de de böylesine yan yana serbestçe var olmak mümkündür.

 
 
PSK Bulten © 2004