D R A M
Kemal Burkay
26 Aralık günü Hint Okyanusu’nda meydana gelen 9 şiddetindeki
depremin ve bunun neden olduğu su baskınının
çevre ülkelerde yol açtığı felaketin etkileri
hala devam ediyor ve daha uzun zaman da edecek.
Bu satırların yazıldığı sırada
ölü sayısı 150 bine ulaşmıştı.
Ayrıca onbinlerce kişi kayıp ve yüzbinlercesi
yaralı. Beş milyon insan evsiz barksız kaldı.
Doğa ve altyapı büyük tahribata uğradı;
bu nedenle bölgeye yardım ulaştırılması
bir sorun. Açlık ve salgın hastalıklar sağ
kalanların da hayatını tehdit ediyor
Eğer insan eliyle açılan savaşları saymazsak,
bu son iki yüz yılın en büyük felaketi.
Deprem gibi bir doğa olayını, bunun yol açtığı
tsunomiyi elbet bugünkü teknikle de önlemek mümkün değil.
Belki ilerde de olmayacak. Ama depremin ve su baskınlarının
etkilerini azaltmak ve bunun için önlem almak mümkün. Çağımızın
bilim ve tekniği buna el veriyor.
Örneğin ABD ve Japonya gibi sık sık büyük
depremlerle yüz yüze gelen gelişkin ülkelerde hem depreme,
hem su baskınlarına karşı ciddi, etkili
tedbirler alınmış. Binalar ve diğer altyapı
oldukça sağlam inşa ediliyor ve bir deprem anında
nasıl davranacakları konusunda insanlar eğitiliyor.
Bu nedenle, şiddetli bir deprem birçok geri kalmış
ve tedbirsiz ülkede onbinlerin ölümüne yol açarken, bu iki
ülkede pek az insanın ölümüne ve yaralanmasına yol
açıyor.
Yine söz konusu iki ülkenin (ABD ve Japonya) öncülüğünde
Pasifik Okyanusu’nda, deprem sonraları zaman zaman yaşanan
şiddetli su baskınlarına karşı da
oldukça etkili bir uyarı sistemi geliştirilmiş.
Deprem zamanında saptanıyor ve okyanusa kıyısı
olan ülkeler hızla uyarılıyor. Böylece, insanların
sahilden ayrılmaya, iç kesimlerde güvenli, yüksek yerlere
sığınmaya zamanları oluyor. Su baskını
yine mala zarar verse bile insan hayatı kurtuluyor.
Son felaket gösterdi ki Hint Okyanusu’na kıyısı
olan ülkelerin ne depreme karşı sağlıklı
bir konut yapısı, ne de tsunumiye karşı
bir uyarı sistemi yok. Olsaydı, herhalde, depremin
ana merkezine en yakın Endonezya dahil, okyanusa kıyısı
olan tüm ülkeler bu büyük felaketi belki de çok küçük kayıplarla
atlatabilirlerdi.
Bölgenin ve bir bütün olarak dünyamızın dramı
da bir yönüyle işte budur. İnsanoğlu çağımızın
gelişkin bilgi ve tekniğini doğa olaylarının
yıkıcı etkisinden korunmak için gereği
gibi kullanmıyor. Zamanında tedbirini almıyor.
İş işten geçtikten sonra da, eski insanların
benzer felekatler karşısında yaptıkları
gibi döğünüyor, ah vahla teskin olmaya çalışıyor.
Hint Okyanusu’na kıyısı olan ülkeler tümüyle
yoksul ve geri kalmış ülkeler. Bu nedenle hem sağlıklı
bir alt yapıya sahip olmadıkları, hem böylesine
modern bir uyarı sistemini uygulamalarının
zor olduğu düşünülebilir. Ne var ki aynı ülkeler,
örneğin Hindistan ve Pakistan, pekala atom bombalarını
ve bunları taşıyacak füze sistemlerini üretip,
birbirlerine karşı kullanmak üzere mevzilendirebiliyorlar…
Hindistan’ın bilgisayar alanında oldukça iyi eğitimli
geniş kadrolara sahip bir ülke olduğunu da biliyoruz.
Son depremden büyük zarar gören Endonezya ve Sri Lanka da
birer güçlü orduya, tank ve toplara, savaş uçaklarına
sahipler ve bunları pekala, kendi denetimleri altındaki
coğrafyada, özgürlük isteyen halklara karşı
kullanıyorlar. Endonezya yıllarca Doğu Timor’a,
Sıri Lanka ise Tamillere karşı savaştı
ve bu sonuncusu hala devam ediyor. İki ülke de ulusal
servetlerinin önemli bir bölümünü bu uğurda tükettiler.
Oysa bu kaynakları pekala daha sağlam bir alt yapı
için kullanabilirlerdi. Kendi ülkelerinin özgürlük isteyen
insanlarını öldürmeye, oraları yakıp yıkmaya
ayırdıkları fonların küçük bir bölümüyle
bile iyi bir alarm sistemi kurabilirlerdi…
Aynı şeyi Irak ve İran için düşünemez
miyiz? Petrol kaynakları bakımından zengin
olan bu iki ülke yıllar yılı, bir yandan özgürlük
isteyen Kürt halkını bombaladılar, Kürdistan’ı
yakıp yıktılar, bir yandan da kendi aralarında
savaşa tutuşup bir milyon dolayında genç insanın
cephelerde telef olmasına yol açtılar. Böylece hem
geniş kaynakları boşa harcadılar hem de
kendi elleriyle ülkelerini yakıp yıkarak, insanları
kırımdan geçirerek hayatı kendi halklarına
zehir ettiler.
Acaba, orta şiddette bir depreme bile binlerce kurban
veren İran, bu kaynakların bir bölümüyle kendi yurttaşlarına,
kerpiç ve taş yığını evler yerine,
depreme karşı sağlam konutlar yapamaz mıydı?
Saddam’ın salt 1988 yılında Kürt halkına
karşı ilan ettiği “enfal”de yok ettiği
Kürt sayısı birkaç ay içinde 175.000’dir. Çoğu
kadın, çocuk ve yaşlı olan bu insanların
elbiseleriyle gömülüp çürümüş cesetleri şimdi ülkenin
değişik yerlerindeki yüzlerce toplu mezarda ortaya
çıkıyor. Tek başına bu bile, acaba Güney
Asya’daki felaketten önemsiz midir?
Güney Asya’da bunca ölüme ve yıkıma yol açan deprem
ve su baskınıydı, yani bir doğa olayıydı.
Oysa bir çırpıda 175. 000 Kürdü öldüren, bir ülkenin
yönetimi ve ordusu idi...
Saddam 1988 yazında Kürt köy ve kasabalarını
peş peşe yerle bir edip bu soykırımı
yaparken, dünya Kürtlerin çığlıkları karşısında
ne yaptı? Şimdi bu aşağılık
katilin avukatlığına soyunanlar, o zaman nerede
idiler?
Aynı şeyi, sözde Kızılay eliyle bölgeye
yardım toplayıp göndermeye soyunmuş (bu yardımın
oraya gidip gitmeyeceğini ise tanrı bilir) Türkiye’ye
soramaz mıyız? 1985-2000 yılları arasında
kaç bin Kürt köyü ve kaç Kürt kent ve kasabası Türk ordu
birliklerince yakıldı, yerle bir edildi? Lice’de,
Cizre’de, Şırnak’ta yaşananlar neydi?
Neden Türk ordusu Kürdistan’da yıllar yılı
savaştı? Kürtlerin dillerini, kültürlerini, en doğal
kültürel ve siyasal haklarını yasaklayıp işkenceyle,
zindanla, kıyımla onları dağa sürüklemek
yerine, onlara özgürlüklerini tanıyarak yan yana barış
içinde bir yaşamın ortamı yaratılamaz
mıydı?.
Kürt halkını özgürlükten yoksun tutmanın,
zincire vurmanın bedeli Türkiye için nedir? Her yıl
on milyarlarca doları yutan büyük bir ordu; tank, top,
savaş uçağı; ülkenin yakılıp yıkılması;
nice can kaybı, acı; psikolojik ve sosyal sorun
değil mi?
Türkiye daha birkaç yıl öncesi Doğu Marmara depreminde
onbinlerce insanını yitirdi ve nice kenti kasabası
yerle bir oldu. Acaba tüm Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerle
savaşacağına, kendi halkının nerdeyse
ezici çoğunluğunu, Kürt, komünist, mürteci diye
düşman gibi göreceğine, onların özgürlük, iş
ve ekmek istemlerini bastırmak için boyundan çok büyük
bir ordu besleyeceğine, kaynakları militarizme,
yakıp yıkmaya aktaracağına ülkenin inşasına
ayırsaydı, Türkiye şimdi çok farklı bir
ülke olmaz mıydı?
Türkiye şu anda yine, İstanbul’u da altüst edebilecek
büyük bir Orta Marmara depremi tehlikesi ile yüzyüze. Modern
bir kentleşmeye ve sağlam konutlara sahip olmadığı
için, 7-8 şiddetinde bir deprem bile burada yüzbinlerce
konutun yıkımına, yüzbinlerce insanın
hayatını yitirmesine yol açar ve Türkiye’yi felç
eder.
Kürtleri sindirmek, Kürt kültürünü, dilini ve kimliğini
yok etmek için bunca büyük bir ordu besleyen, kaynaklarını
militarizme yatıran Türkiye, acaba yeni bir Marmara depremine
karşı hangi hazırlığı yapmakta?
Kaldı ki, yalnız Marmara bölgesi değil Türkiye
bir bütün olarak deprem bölgesidir. Türk devleti, bu ülkenin
insanlarını sağlam konutlara kavuşturmak,
onları eğitmek, onlara iş bulmak ve yaşamlarını
iyileştirmek için ne yapıyor? Neden kaynaklarını
buna değil de öldürme ve yıkım sanatına
ayırıyor?
Irak’ın, İran’ın, Suriye’nin ve Türkiye’nin
dramı da işte budur.
Bu vesileyle söylenecek söz çok. İnsanoğlu, başta
ABD ve Çin olmak üzere, havaya hesapsızca karbon dioksit
saçarak, çevreyi kirleterek, havada ve yer altında atom
denemeleri yaparak, habire dünyanın dengesini bozmakla
meşgul. Ozon tabakası bozuldu, sular bozuldu, bitkiler
hastalandı. Bozulan doğal denge eriyen buzullar,
fırtınalar, artan seller, su baskınları,
yangınlar ve salgın hastalıklarla cevap veriyor.
Bu tür felaketler, son olayda da görüldüğü gibi, yalnız
yoksulları değil, zenginleri de vuruyor. Son su
baskınında zengin batılı ülkelerden gelmiş
binlerce turist de yaşamını yitirdi. Böyle
giderse, insanoğlu aklını başına
toplayıp etkili tedbirler almazsa, daha korkunç felaketler
kapıdadır.
İnsanlığın dramı işte burada.
Zengin ya da yoksul, Modern ya da ilkel, dünyamızı
yönetenler, çeşitli ülkelerin devlet ve hükümet adamları,
sanki aptal ve sorumsuzlar. Silahlanma ve savaş için
bunca emek ve çaba harcar, kafa yorarken, daha iyi bir dünya,
insanlar ve öteki canlılar için daha iyi bir yaşam
yaratma işine aldırdıkları yok.
Depremin, selin ve fırtınanan önünden kaçıp
kurtulmaya çalışan çaresiz insanlar ise, dönüp de
bir sel gibi bu sorumsuz aptalların üstüne yürümüyorlar.
Böylesi bir bilinç ve örgütlülükten na yazık ki yoksunlar.
Oysa dünyanın gidişini iyiye çevirmek, yani bir
bütün olarak kurtuluşları buna bağlı.
|