“Dil Devrimi” ve
“Güneş Dil Teorisi” komedisi
Kemal Burkay
Bir
önceki yazımda Türk Tarih Tezi’nden söz etmiştim.
Atatürk’ün kurdurduğu Türk Tarih Kurumu eliyle ileri
sürülen bu tez safsatalardan, efsanelerden oluşmaktadır.
Aynı yıllarda ortaya atılan Güneş Dil
Teorisi de onun bir benzeridir ve Türk Dil Kurumu eliyledir.
Bu amaçla 1932 yılında Türk Dili Tetkik Cemiyeti
oluşturuldu ve bu cemiyet daha sonra Türk Dil Kurumu
adını aldı
Bilindiği gibi Cumhuriyet’in başlarında dil
alanında yapılan çalışmalar da “dil
devrimi” olarak adlandırılır. Bu çerçevede
1928 yılında Latin harflerine geçilir.
Bu konuda öncelikle şu soru akla geliyor: Selçuklu ve
Osmanlı dönemi de dahil, yüzlerce yıldan beri kullanılan
Arap alfabesinden Latin alfabesine geçiş neden devrim
oluyor? Alfabe okuma ve yazmak için bir araçtır. Dünyamızda
bu amaçla kullanılan pek çok alfabe var ve bunlar yüzyıllar,
binyıllar içinde oluşmuştur. Latin alfabesinin
üstünlükleri ne? Ya da, gelişkin batı ülkelerinin
kullanıyor olması bu alfabeye bir üstünlük mü sağlıyor?
“Çağdaş uygarlığa ulaşmak” için Latin
Alfabesini almak zorunlu muydu?
Bu sorulara bilimsel olarak evet demek mümkün değil.
Arap Alfabesi de Latin Alfabesi gibi oldukça eski bir alfabe.
Bu alfabeyi Araplar, İranlılar, Türkler, Kürtler
dahil, birçok halk yüzyıllar boyu kullanmış
ve onunla edebi ve bilimsel alanda pek çok eser verilmiş,
koca kütüphaneler oluşmuş. Bir toplumun bir anda,
bıçakla keser gibi, kullandığı alfabeyi
bırakıp bir başkasına geçmesi, tarihiyle,
geçmişiyle adeta bağını koparması
demektir ve olacak şey değildir. Nitekim alfabe
değişiminden sonra Arap yazısını
öğrenemeyen, öğrenmelerine olanak tanınmayan
yeni kuşaklar eski kültür ürünlerinden yararlanamaz oldular.
“Eski yazı” aynı zamanda bir tür gericiliğin
sembolü olarak görüldü ve kullanmakta direnenlere kuşkuyla
bakıldı. Bu yüzden bu ülkenin insanları için
koca kütüphaneler bir kağıt yığınına
dönüştü.
Eğer sorun Batı uygarlığını
tanımak, bilimde teknikte ilerlemiş batı ülkelerine
yetişmekse, bu, alfabe bırakılmadan da pekala
olabilirdi. Nitekim Çinliler, Japonlar gibi birçok doğulu
ülke, bunun yanı sıra Ruslar ve Yunanlılar,
kendi alfabelerini bırakmadan, pekâlâ batının
tekniğini, bilimini aldılar, batılı kültürle
yoğun ilişkiler kurdular. Türkiye ise Latin harflerini
aldı, giyim kuşamını batıya göre
değiştirdi; yani görüntüde batılılara
benzedi; ama batıyı batı yapan değerlerden
-çağdaş uygarlıktan, demokrasiden, insan haklarından,
özgür bilim ve hukuktan henüz çok uzak.
Kısacası, yapılan işin devrimle bir ilişkisi
olmadığı gibi, yeni kuşakların eski
kültürle bağlarını bir anda koparması
bakımından da bu uygulama dil ve kültür alanında
olumsuz bir etki yapmıştır. Ama yeni cumhuriyetin
tek ve güçlü adamı, “Ebedi Şef” Atatürk,
zaten tam da bunu yapmak, yani geçmişle bağları
koparmak istemişti. O ve ona ayak uyduran çevresi, sözde
bir devrim yapmakta, geçmişle her türlü bağları
kopararak ülkenin önüne “çağdaş uygarlık yolunu”
açmakta idiler...
Bu dönemde ve bu amaçla yapılan iş, sadece “alfabe
devrimi” değildir. Şu “şapka devrimi”
diye nitelenen kılık kıyafet değişikliği
de bunlardan biridir. Mustafa Kemal, yurt gezilerinden birinde,
batılı ülkelerde kullanılan siperli şapkayı,
yani kasketi havaya kaldırarak kitleye göstermiş
ve Kemalist takımının tekrarlamaktan pek hoşlandığı
sözlerle şöyle demiştir:
“Efendiler, buna şapka derler!”
Ardından da, “medeni” ve de “çağdaş” olmak
için herkesin onu giymesini zorunlu saymış, giymeyenleri
mürteci olarak nitelemiş ve kellelerini almıştır!
Bu şekilde halkın yüzyıllar içinde, iklim
ve doğa koşullarına, ekonomik imkanlara göre
oluşmuş giyim kuşamı, bir anda tu kaka
edilmiş ve insanlar giyimlerini değiştirmeye
zorlanmıştır.
Bunların, “devirmci” nitelik taşıması
şurda kalsın, reformcu bir niteliği de yoktur.
Bunlar, yeni devlette gücü elde tutan bürokrat kesimin keyfi
ve baskıya dayanan akıl almaz işleridir. Batılıların
yaşam tarzına, giyim kuşamına özentidir,
aynı zamanda aşağılık kompleksinin
bir ürünüdür. Böylece Batının bilim ve sanatları,
tekniği, batı demokrasisi alınmış
olmadı. Zaten yapılan işin kendisi demokratik
değildi. Batılı ülkelerde eğitim görmüş,
batılı yaşama tarzını az çok tanımış
bu bürokrasi kendi toplumunu, alfabesiyle, giyimiyle, inancı
ve yaşam tarzıyla küçüksemekte ve batılılara
benzetmek için onunla keyfince oynamakta idi.
“Alfabe devrimi” denen şeyin ardından, Türkçeyi
Arapça ve Farsça sözcüklerin egemenliğinden kurtamak
için çabalar başlatıldı. Gerçekten de o zamana
kadar sarayda, Osmanlı aydınları arasında,
okulda, basında filan kullanılmakta olan ve “Osmanlıca”
diye nitelenen dil, Türk halkının, sıradan
köylünün konuştuğu dilden tümüyle uzaktı. Okuma
yazma bilmeyen halkın bunu anlaması bile mümkün
değildi. Bir yandan halk eğitilirken, öte yandan
dilin özleştirilmesi, halk diline yaklaştırılması
gerekliydi. Ne var ki bu alanda öyle aşırılıklar
yapıldı ve öylesine yanlış yöntemler seçildi
ki, bu kez de öz Türkçe adına içinden çıkılmaz,
garip bir dil daha ortaya çıktı.
Öncelikle dildeki tüm Arapça ve Farsça sözcüklerin terk edilmesi
buyuruldu. Bunlar binlerce idi ve Türkçe sözcüklerden çok
çok fazla idiler. Bunların yerine ise ya hızla türetilen,
ya da “Türkçe kaynak” deyip, Orta Asya halklarının
dillerinden, Türkmence, Kırgızca, Özbekçe, Uygurca
ve Kazakça’dan sözcükler devşirildi. Bu amaçla 1934 yılında
bir “Tarama Dergisi” çıkarıldı. Bu dergide,
terk edilen her Arapça veya Farsça sözcüğün (siz buna
Ermenice, Rumca ve Kürtçe sözcükleri de ekleyin) karşısına
sözde Türkçe olan birden çok sözcük konmuştu ve insanlardan
yazı yazarken bunlardan birini kullanmaları isteniyordu.
Öyle olunca da “öztürkçe” adına ortaya, kimsenin kimseyi
anlamadığı, esperantodan da öte, bir aşure
çorbası çıkıyordu. Prof. Dr. Osman Fikri
Sertkaya, “Atatürk ve Türk Dili” üzerine yaptığı
konuşmada bununla ilgili olarak şöyle diyor:
“Tarama Dergisi’nin ön sözünde “Bir sözün dergide
bulunması o sözün dilimize gireceği manasını
anlatmaz. Dergideki sözler öz Türkçe karşılık
arayanların seçmesine arz edilmiş ham veya az işlenmiş
malzeme demektir” denilerek, dergiye, herhangi bir Osmanlıca
kelimenin yerine birkaç “öztürkçe” karşılık
konulmuştur. Devlet dairelerindeki yazışmaların
ve gazetelerin Tarama Dergisi’ndeki karşılıklarla
yazılması, üstelik bunda da bir birlik gözetilmemesi
bir dil anarşisi doğurmuştur.
“Bu derleme ve taramaları yaptıkları zaman;
kalem kelimesine yedi karşılık buluyorlar:
Cizgiç, kamış, kavrı, sızgıç,
yağuş, yazgaç, yuvuţ.
Tarama Dergisi’ni açıyorsunuz; sayfa 425’te kalem
kelimesi karşısında Türk lehçelerinden gelen
yedi ayrı kelime. Burada bir olayı daha açıklayalım.
Yaşlı yazarlar Lâtin harflerini iyi yazamadıkları
için yazılarını Arap harfleriyle yazıyorlar.
Dilleri de Osmanlı Türkçesi dediğimiz eski dil.
Gençler bu yaşlı yazarların Arap harfleriyle
yazdıkları yazılarını önce 1928’de
kabul edilen Lâtin harflerine çeviriyor. Yani ilk işlem
Arap harfli makaleyi Lâtin harflerine çevirmek. İkinci
işlem ise o muharririn, o yazarın makalesindeki
Arapça kelimeleri çizip, yerine Türkçe karşılıklarını
koymak. Ancak Tarama Dergisi’nde bire bir karşılık
yok ki. Bu yüzden kalem kelimesi yerine bir yazar cizgiç,
birisi kamış, birisi kavrı, birisi
sızgıç, birisi yağuç, birisi
yazgaç, birisi yuvuţ karşılığını
kullanıyor. Bu yüzden de hiçbir kimse diğerinin
yazdığını anlamıyor. Herkes ancak
kendi yazdığını anlıyor. Türkçe asıllı
olmadığı için şey kelimesini bile
kullanmak istemeyen aşırılık, dili bir
çıkmaza sokuyor.” (Dil Bayramı nedeniyle, 26
Eylül 2001’de, Ankara’da, Türk Dil Kurumu’nda yapılan
konuşmadan).
Bu “öztürkçeleştirme” kampanyasıyla ortaya Türk
dili adına ne biçim bir garabet çıktığını
anlamak için, Atatürk’ün, İsveçli konuğu Veliahd
Prens Gustav Adolf (daha sonra kral olan VI. Gustav) onuruna,
3 Kasım 1934 tarihinde Çankaya Köşkü’nde verdiği
ziyafet sırasında yaptığı şu
konuşmaya bakmak yeterlidir:
“Altes Ruvayâl,
Bu gece ulu konuklarımıza, Türkiye’ye uğur
getirdiklerini söylerken, duygum, tükel özgü bir kıvançtır.
Burada kaldığınız uzca sizi sarmaktan
hiç durmayacak ılık sevgi, bu yurta, yurdunuz için
beslenmiş duyguların bir yankusunu bulacaksınız.
İsveç-Türk uluslarının kazanmış
oldukları utkuların silinmez damgalarını
tarih taşımaktadır. Süerdemliği, onu,
bu iki ulus, ünlü, sanlı özlerinin derinliğinde
sonsuz tutmaktadır.
Ancak, daha başka bir alanda da onlar erdemlerini
o denlü yaltırıklı yöndemle göstermişlerdir.
Bu yolda kazandıkları utkular, gerçekten daha az
özence değer değildir.
Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız,
ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak,
önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar;
onlar, bu gün, en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar:
baysal utkusu.
Altes Ruvayâl,
Yetmiş beşinci doğum yılında
oğuz babanız bütün acunda saygılı bir
sevginin söyüncü ile çevrelendi. Genlik, baysal içinde erksürmenin
gücü işte bundadır.
Ünlü babanız yüksek kralınız Beşinci
Güstav’ın gönenci için en ısı dileklerimi sunarken,
Altes Ruvayâl Prenses İngrid’in esenliğini; tüzün
İsveç ulusunun gönencine, genliğine içiyorum."
(Kaynak: Agah Sırrı Levent’in, Türk Dilinde
Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ankara, 1960,
s. 424-426).
Ne var ki sonuçta Atatürk’ün kendisi de yaptığı
işi beğenmemiş olacak ki, bir gün Çankaya sofrasının
müdavimlerinden Falih Rıfkı Atay’a şöyle
diyor:
‘Çocuk! Türkçe’nin hiçbir yabancı kelimeye ihtiyacı
olmadığını söyleyenlerin iddiasını
tecrübe ettik. Bir çıkmaza girmişizdir. Dili bu
çıkmazda bırakırlar mı? Bırakmazlar.
Biz de bu çıkmazdan kurtarma şerefini başkalarına
bırakamayız.”
“Memleketimizin en büyük bilginlerini, yazarlarını
bir komisyon hâlinde aylarca çalıştırdık.
Elde edilen netice şu bir küçük lügatten ibaret. Bu Tarama
Dergileri ve Cep Kılavuzları ile bu dil işi
yürümez. Falih Bey, biz Osmanlıcadan ve batı dillerinden
istifadeye mecburuz.”
Peki Atütürk’ün şu ünlü “dil devrimi”ni “bu halde bırakmayıp”
yaptığı nedir? Bu kez de “Güneş Dil
Teorisi”ni sahneye sürmüştür. Buna göre, nasıl
Orta Asya’dan dünyaya yayılan Türkler her yere uygarlık
götürmüşlerse ve dünyamızdaki tüm uygarlıklar
nasıl ki Türklerin eliyle kurulmuşsa(!), tüm diller
de, doğal olarak(!), Türkçeden türemiştir!.. Sonuç
olarak, bugün Türkçede bulunan ve yabancı sanılan
kelimeler, aslında Türkçedir!..
Atatürk ortaya bu görüşü attıktan sonra, sıra
bu görüşe uygun teoriyi oluşturmaya gelmiştir.
Bunu kanıtlamak üzere, dil bilgini sıfatı yakıştırılan
birtakım adamlara görev verilmiş ve onlar, İnka
ve Mayaların dili de dahil olmak üzere, tüm dillerdeki
Türkçe kelimeleri araştırır olmuşlardır!
Tabi bu arada, Pasifik’te, 70.000 yıl önce battığı
varsayılan şu efsanevi MU ülkesinin dili de Türkçe
oluvermiştir!
“Türk dil bilginleri” böylesine harıl harıl çalışırlarken,
işin içine Avrupalı bir “uzman” da karışmıştır.
Dr. Phil. Hermann F. Kvergitsch adlı ne idüğü
belirsiz bu Avusturyalı “La psychologie de Quelques
Elements des Langues Turques (Türk Dillerindeki Bazı
Unsurların Psikolojisi) adlı 41 sayfalık bir
“inceleme” kaleme almış, bunu 1935 yılında
Atatürk’e göndermiştir. Hermann F. Kvergitsch de söz
konusu teorisinde öz olarak “Türk dilinin dünyadaki temel
dil olduğunu ve dünya dillerindeki birçok kelimenin Türkçeden
türediğini” ileri sürmektedir... (Bu sözde inceleme
bugüne kadar basılmış değil). Atatürk
bu tezden pek hoşlanmış, ayrıca onu “geliştirerek”
3. Dil Kurultayı’na sunmuş ve böylece Güneş
dil Teorisi 24 Ağustos 1936 yılında toplanan
Kurultay’da kabul edilmiştir.
Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya, bununla ilgili olarak yukarda
sözünü ettiğim makalesinde şu bilgileri veriyor:
“Yakup Kadri Karaosmanoğlu Güneş-Dil Teorisi
hakkında şunları söylemektedir: ‘Viyana’lı
bir dil uzmanı bir tez hazırlamış. Bizim
sesli ve sessiz harfler üzerinde durmuş. Her harfe ayrı
bir anlam vermiş ve bu tezi o zamanın Matbuat Umum
Müdürü olan Vedat Nedim Tör’e göndermiş. Vedat
Nedim benim arkadaşımdır. Tezi alıp bana
getirdi. Ben de bunun dil ile ilgisi olduğunu görünce
Atatürk’e götürdüm. Atatürk tezi okuyunca, “Tamam” demişti,
“Aradığımı buldum”. Sonra o uzmanı
Ankara’ya, Dil Kurultayı’na çağırdılar.’
”Ben üşenmedim Türk Dili dergisinde, Tan
gazetesinde, Cumhuriyet gazetesinde, Ulus gazetesinde
o zaman yapılan Güneş-Dil Teorisi açıklamalarını
teker teker aradım. Aristotales’in Ali ustadan
geldiği benzeri tuhaf açıklamalar gördüm. Sinüs
ve kosinüs kelimelerinin Türkçe olduğu anlaşılarak
ispat edilmiş. Sümerce, Hititçe, Arapça, Farsça, Lâtince,
Fransızca vb. gibi dünya dillerindeki her kelimenin etimolojileri
yapılmış. Teori ile bir dönüş yolu açılıyor
ama uygulama son derece yanlış. Ve o sıralarda
Atatürk hastalanıyor.
Güneş-Dil Teorisi’nin dil davasındaki müspet yönü
tasfiyecilik ve özleştirmecilikteki aşırılığı
durdurmasıdır. Fakat bu durumun yanında Sümerce,
Hititçe, Arapça, Farsça, Lâtince, Fransızca ... vb.
eski ve yeni dillere ait kelimelerin Türkçe asıllı
olduğunun iddia edilmesi, yurt içinde ve dışında
tepkiler uyandırdı. Bu yüzden de teorinin manevî
değeri ve itibarı sarsıldı.”
Öte yandan, bu, sözde Türkçeyi özleştirme çabaları
sırasında Arapça, Farsça (siz buna aynı zamanda
Kürtçeden alınan çok sayıda sözcüğü ekleyin)
sözcükler tu kaka edilirken, türetme adına batı
dillerindeki ekleri kullanmaktan geri kalınmamıştır.
Örneğin, İngilizce ve Almancada ”adam” anlamına
gelen ve mesleki adlar türetmekte kullanılan ”man” ekinden
pek çok isim türetilmiştir: Öğretmen, eğitmen,
okutman, uzman gibi… Bunun gibi Arapça ve Farsça dillerinden
gelen kimi kelimelerin ekleri, takıları atılmış,
yerine batı dillerinden alınanlar konmuştur.
Örneğin siyasi yerine siyasal, tarihi
yerine tarihsel, bedeni yerine bedensel…Ayrıca,
yine söz konusu ”sel-sal” eki kullanılarak kilemeler
türetilmiştir: Evrensel, bölgesel, görsel, onursal…
Demek ki Arapça ve Farsça gibi diller, salt doğulu oldukları
için küçümsenirken (aynen Arap harfleri gibi) batılı
diller önemsenmekte, eklerini takılarını bile
kullanmak doğal sayılmaktadır!
Bu “öztürkçeleştirme furyası”, daha sonra hızından
bir parça yitirse bile tümden terk edilmedi. Türk Dil Kurumu
ve Türk yazarlarının bir bölümü bunda ısrarcı
oldular. “Şey”, “hasta”, “masa”, “akıl” dahil, günlük
konuşma dilindeki yüzlerce sözcük yerine, halkın
da aydınların da hiç bilmediği alışamadığı
sözcükler konmak istendi. Öyle ki “öztürkçe” denen dil hayattan
koptu, bir kuşak diğerini anlayamaz oldu. (Bu durum,
şimdi Kürt dilinde de benzer bir arılığın
peşinde koşan ve kendilerince bir dil yaratan bazı
Kürt aydınlarını akla getiriyor. Oysa Kürt
aydınları dilerini arıtıp geliştirmek
isterken Türkçenin yaşadığı bu serüvenden
dersler çıkarmalı ve halk dilinden kopmamalılar.)
Sevgili okurlar, sanırım bu konuda daha fazla söze
gerek yok. Bir yemeğin tuzlu olduğunu anlamak için
sonuna kadar yemek gerekmez, derler. Bu Güneş Dil Teorisi
ucubesini tanımak için de bu kadarı yeter sanırım.
Ama bu aynı zamanda, bu ülkede, yalnızca tarih ve
dil üzerine ileri sürülenlerin nasıl safsata olduğunu
göstermekle kalmıyor, bilimin de nasıl rezil edildiğini
göstermeye yetiyor.
Daha da kötüsü, dil ve tarih adına piyasaya sürülen
bu zırvaların “Atatürk ilke ve inkılapları”
kapsamında korumaya alınmış olmasıdır.
Aynen 12 Eylül cuntacılarının kendilerini
ve bir deli gömleği olan 1982 Anayasası’nın
bazı maddelerini korumaya almaları, kendilerini
yargılanamaz, bu maddeleri ise değiştirilemez
yapmaları gibi...
Böyle bir ülkede bilim gelişemez. Bilim adına safsata,
dil ve tarih dahil, her alana egemen olur.
Son olarak bir noktaya daha değinmek istiyorum. Bazı
okurlarımız bilmeyebilir, ama Türk diline en çok
emeği geçenlerden biri de Agop Martayan adlı
bir Ermenidir. Ailesi 1915’te kırımdan geçen Agop
şans eseri sağ kalır. Sofya Üniversitesi’nde
Türkçe ve eski doğu dilleri üzerine ders verirken 1932
yılında Atatürk tarafından Ankara’ya davet
edilir ve 1. Türk Dil Kurultayı’na katılır.
(Bu kurultaya katılan tek Ermeni o değil; ayrıca
Bedros Bey, Hrant Bey, Gürdikyan Bey, Kevork Bey, Mihran
Bey adlı Ermeniler de bu kurultaya katılmışlardır).
Agop Martayan daha sonra Atatürk tarafından “Dilaçar”
soyadı verilerek 1934 yılında Türk Dil Kurumu
Başuzmanlığı’na getirildi ve öldüğü
1979 yılına kadar TDK’da başuzmanlık yaptı.
Türk diliyle ilgili pek çok eser verdi. Ama yalnız Ermeni
soy adını değil, adını da hiç kullanamadı.
O “A. Dilaçar” dı. Öldüğü zaman bile Türk
radyo ve televizyonunda, Türk basınında adı
“A” olarak verildi...
Belki de bu onun için iyi olmuştur. Yoksa vatan ve millet
düşkünü bir Türk milliyetçisi eliyle, çok daha önce bu
dünyadan göç ettirilebilirdi...
|