TCK, Zina, AB…
Kemal Burkay
Yeni Türk Ceza Kanunu tasarısı, zinanın suç
sayılıp sayılmaması tartışmasına
takıldı.
Bir son dakika golü olarak, zinayı suç sayan bir maddenin
tasarıya eklenme çabası üzerine, kamuoyunda başlayan
ve günlerdir süren yoğun tartışmalar malum.
AKP’nin parlamento grubu ve hükümet, en başta da Başbakan
Erdoğan, zinayı suç sayan bir hükmün eklenmesini
desteklediler. Hatta, sözde muhalefet lideri ve pek laik Baykal
hazretleri de başlangıçta destekledi, ama tepkiler
yükselince caydı. Derken, AB’nin de devreye girmesiyle
hükümet sıkıştı ve sonuçta, artık
son iki maddesine gelinmiş, Meclis’ten geçip kanunlaşmak
üzere olan tasarıyı komisyona geri çekti, görüşmeler
ileri bir tarihe ertelendi.
Erdoğan bununla da kalmadı, AB’ye rest çekti, “biz
Türküz, içişlerimize karışamazlar, AB olmadan
da olur!” diyerek, Türk yöneticilerde görmeye alışık
olduğumuz bir tarzda efelendi. AB Sözcüsü Verheugen ise,
haklı olarak, “Türkiye’ye girmek isteyen AB değil,
Türkiye AB’ye girmek istiyor” diyerek, Türkiye’nin “içişlerini”
de ona göre düzenlemek zorunda olduğunu hatırlattı.
Şimdi Türkiye’de yoğun biçimde bu konu tartışılıyor.
Zina konusundaki tutum ve Erdoğan’ın sözleri, AB’den
müzakere tarihi almaya hazırlanmış kamuoyunda
soğuk duş etkisi yaptı. Tabi, Erdoğan’ın
tutumundan belki ilk kez memnun olanlar da var. Bunlar Türkiye’yi
AB’den uzak tutmaya çalışan ırkçılar,
Kemalistler, militaristler filan…
Erdoğan böyle yaparak AB konusundaki inandırıcılığını
büyük ölçüde sarstı ve Türkiye’nin AB’den müzakere tarihi
almasını da zora soktu.
Şimdi herkes bunun nedenlerini tartışıyor.
AB projesi, Türkiye ve Erdoğan’ın kendi partisi,
hükümeti için böylesine, zinanın suç sayılıp
sayılmaması türünden bir TCK maddesine feda edilebilecek
basit bir şey midir? Yoksa Erdoğan ve partisi, AB
konusunda, başından bu yana inanmadığı,
benimsemediği bir uğraş içinde mi idi? Yani
bazılarının deyişiyle takiye mi yapıyordu?
Yoksa Erdoğan, sözlerinin yol açacağı sonuçları
ölçemiyecek kadar öfkesine yenilen, deneyemsiz biri mi?
Lider olarak yeter donanımlı, deneyimli olmadığına
kuşku yok. Attığı adımlarda ve sözlerinde
yeterince dikkatli olmadığı, iyi hesap yapmadığı
da belli. Daha önce, güç dengelerini iyi hesaplamadan attığı
kimi adımlarda geri çekilmek zorunda kaldı. Türban
ve imam-hatip okullarıyla ilgili girişimlerinde
olduğu gibi. Bu kez de belki sonuçta yine geri adım
atacak.
Ama son olay kanımca, yalnızca Erdoğan’ın
kişisel zaaflarının ürünü değil. Geçmişte
de zaman zaman değinmiştim: AKP’nin demokratik bir
geleneği yok ve bu konuda geçmişi umut vermiyor.
Kadroları demokrasi mücadelesinde pişmediler. Aksine,
dinci kesim de aynen MHP gibi, rejimin solu ve demokrasi güçlerini
sindirmek için kullandığı bir stepne idi. Bu
şekillenme ve düşünce yapısı, bir anda
silinip gitmiş olamaz.
Elbet zaman ve değişen koşullar kişileri
ve örgütleri belli değişimlere zorlayabilir. AKP
bir yönüyle, İslamcı hareketteki böylesi bir değişimin
ürünü. Bir kere, İslamcı hareketin yolu hep Kemalist-militarist
güçlerle kesildiği için, onların başa oynamasına
göz yumulmadığı için, onlar da daha esnek yöntemler
seçer oldular. Demokrasinin kendilerine de gerekli olduğunu,
en azından işlerine yarıyabileceğini gördüler.
Bu nedenle, daha önce AB’ye karşı iken ona sığındılar.
Ama bunun içtenlikli bir demokratik tutum olmadığı
açık. Demokratlıkları salt kendilerine gerekli
olduğu kadarıyla ve gerekli olduğu yere kadar…
Örneğin, AB tarafından aydınlara, Kürt yurtseverlerine
yönelik haksız uygulamalar dile getirildiğinde,
Erdoğan hep “bir şiir yüzünden yasaklandığımda
bana neden sahip çıkmadınız!” diye tepki gösterdi.
Bir bakıma, başkalarının hakları,
özgürlüğü Erdoğan’ın pek umurunda değil;
o hep kendisiyle ve temsil ettiğini düşündüğü
cemaatin çıkarlarıyla meşgul.
AB ile bu alışverişin ise yürekteki kimi özlemleri
karşılamaya yetmediğini zamanla gördüler. Kimi
beklentiler gerçekleşmedi. AB’nin bazı tavır
ve tutumları, ona yönelik umutlarını zayıflattı.
Örneğin AİHM türbana ilişkin başvuruları
reddetti. Fransa, türbanı da kapsayan yasasıyla,
hoşlarına gitmeyen bir uygulama başlattı.
Zina konusundaki AB tepkisi ise işin tuzu biberi oldu.
AKP’liler de aynen ırkçılar, şovenler gibi,
AB’nin kendi muhafazakar dünya görüşleri ve İslami
kimlikleri için oluşturduğu reski adeta yeniden
keşfettiler..
Öyle olunca da Erdoğan ve partisi herhalde düşünmüşlerdir:
Bu demokrasi bize yarıyor mu? Böyle olduktan sonra bizim
generallerle ne diye çekişelim?. Onlarla bir güzel uzlaşır,
işimize devam ederiz. Demokrasinin de canı cehenneme!
Zaten türban, imam-hatiplilerin istemleri, içki-işret
konularını çıkarırsan, öteki konularda
bayağı uzlaşıyorlar. Zinayı suç sayma
konusunda bile.. AKP eğer AB’ye rest çekerse o zaman,
temel siyasi ve ekonomik konularda pek bir farkları kalmıyor.
MGK da, onları böylece hizaya getirdikten sonra, iktidar
değilse bile, hükümet olmalarına izin verir; neden
vermesin!
TCK konusunda da AKP ile öteki statükocular arasında
pek fark yok. Tartışmalar şu sürpriz zina maddesine
düğümlendi de, öteki maddeler güme gitti. Yeni tasarı
ne kadar demokratik, temel özgürlüklere güvence getiriyor
mu? Bu pek tartışılmadı, ya da çok az
tartışıldı.
Aslında yeni tasarı da eskisinin birçok olumsuzluğunu
sürdürüyor, hatta yer yer ağırlaştırıyor.
Örneğin, tasarının 216. Maddesinde düzenlenen
mevcut yasadaki 312. Madde. Yeni formülasyon eskisinin nerdeyse
aynı: “Halkın sosyal sınıf, ırk,
din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere
sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kamunun
güvenliği için tehlikeli tarzda kin ve düşmanlığa
alanen tahrik eden kimse bir yıldan üç yıla kadar
hapis cezası ile cezalandırılır.” Bu,
daha önceki ünlü 141-142. Maddelerde de yazılı olan
şey. Numara değişiyor ama özü korunuyor.
Bu maddenin geçmişten beri nasıl uygulandığını
ise biliyoruz. Maddeye göre sözde “sosyal bir sınıfın
diğer sosyal sınıflar üzerinde baskı kurmasını”
propaganda edenler veya hedefleyenler cezalandırılıyordu.
Ama pratik? Bu baskıyı kuranın ve baskı
görenin hangi sınıflar olduğu belliydi. Baskı
kuran burjuvazi ve bürokrasi iken, hep baskıya karşı
çıkanlar, solcular ve işçi sınıfının
temsilcileri cezalandırıldı.
Maddeye göre sözde ırkçılık yapanlar cezalandırılıyordu.
Ama hep ırkçılığa hedef olan, haklarından
yoksun tutulan Kürt aydın ve yurtseverleri ve onlara
dayanışma gösteren Türk sosyalistleri ve demokratları
cezalandırıldı.
Mezhep ve bölge ayrımı konusunda da aynı şey
oldu. Hep ayrıma tabi tutulanlar, hakları yenenler
cezalandırıldılar.
Bu madde geçmişten bu yana baskı sistemine kalkan
oldu, baskıya karşı çıkanlara, hak ve
özgürlük isteyenlere karşı ise demoklesin kılıcı.
Bundan sonra da öyle olacağına kuşku yok.
Başkalarının hak ve özgürlüklerine ilişkin
inkarcı, baskıcı anlayış değişmemişse
yasalarda ne yazılı olduğu fazla önem taşımıyor.
Düşünce özgürlüğünü biçenlerden 159. Madde de bu
tasarıda, numara değiştirerek varlığını
sürdürüyor.
Bugüne kadar hem sola, emekçilerin mücadelesine, hem Kürt
halkının hak ve özgürlük taleplerine karşı
işletilmiş olan “Devlete Karşı Suçlar”
bölümü ise varlığını sürdürdüğü gibi,
“cebir ve şiddet”e eklenen “tehdit” gibi esnek bir ibare
ile daha da agırlaştırılıyor. Çünkü
bu ülkede devlet kutsal, halk ve bireyler ise önem taşımıyor.
Ceza yasasının görevi, aynen 1982 Anayasası
gibi baskıcı devleti, onun zorbaca uygulamalarını
güvenceye almak, halkı zapturapt altında tutmak..
Bunlar yetmiyor, yeni tasarı ile düşünce ve örgütlenme
özgürlüğüne darbe vuracak ek tuzaklar konuyor. Örneğin
“temel milli yararlara karşı hareket”i cezalandıran
308. madde. Her anlama çekilebilecek son derece lastikli bir
madde; politik iktidarın, genel kurmayın, polisin,
savcının, yargıcın keyfine bağlı
olarak içine her şey sokulabilir! Cezası ise 3 yıldan
10 yıla kadar…
Sistem geçmişten bu yana halka güvenmedi, ona hak ve
özgürlük tanımayı göze alamadı. Bugün de durum
değişmiş değil. Kürt halkına ulusal
haklar, Türk halkına demokrasi tanımak bu insanları
ürkütüyor.
Ülkeyi dünden bugüne yönetenler bu bakımdan tornadan
çıkmış gibiler. Özgürlükler konusunda AKP’nin
onlardan bir farkı yok.
Bu tasarının da asıl bu yüzü üzerinde durmalı.
Oysa toplum gitti yine yatak odası ilişkilerine
takıldı. Ya da birileri bile bile öyle yaptılar.
Sonuç olarak, böyle bir tasarının geri çekilmesi,
demokrasi açısından pek bir kayıp sayılmaz.
Peki bu toplum nasıl değişecek? Evet, temel
sorun da bu. Kimse kendi kendisini aldatmasın, ne Türk
aydınları ne AB çevreleri.. Şu anda Türkiye’de
büyük bir değişim, devrim veya reform diye nitelenecek
bir durum yok. Bugünkü Türk yönetimi de, dünküler gibi sadece
sisteme makyaj yapıyor. Canı sıkılırsa
o makyajı bile yapmaz; hatta mevcut ucubeyi daha da çarpıtır.
Kurdun kafesi üstüne köpek levhası iliştirmekle
o ehlileşmiyor.
Yine de umutsuz olmamalı elbet. Ama kendi kendini aldatmanın
da alemi yok; işi ciddiye alıp çabaları sürdürmeli.
Şimdiki köpeklerin de bir zamanların kurdu olduğunu
unutmamalı..
|