PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 
Kıbrıs‘taki Referandum Sonuçları Üzerine

Kemal Burkay

Kıbrıs´ta 24 Nisan Referandumu yapıldı ve Türk kesimi yüzde 65 gibi ezici bir çoğunlukla Annan Planı´nı desteklerken Rum kesimi de yüzde 76 gibi daha ezici bir çoğunlukla hayır dedi.

Böylece ilk bakışta Türk tarafında evetçilerin, Rum tarafında hayırcıların kazandığı söylenebilir. Ama ortada oldukça karmaşık bir durum var. Türk tarafında evet yanlıları referandumdan büyük başarıyla çıktılar; birleşme karşıtı, aslında AB ve değişim karşıtı, izolasyoncu şovenizm cephesi büyük hezimete uğradı. Ne var ki bu, Rum kesimindeki hayır yüzünden, hem Kıbrıs sorununun çözümüne, hem de Ada‘nın birleşmiş bir halde 1 Mayıs´ta Avrupa Birliği´ne katılmasına yetmedi. Oysa BM´nin planı olmanın yanı sıra, AB´nin ve ABD´nin de güçlü desteğini alan bu plan, ilk kez sorunun çözümü yönünde büyük bir şans taşıyordu.

Bu yüzden Bay Rauf Denktaş, son derece komik bir şekilde, Rum tarafının hayırı yüzünden birliğin engellenmiş olmasını kendileri açısından bir zafer gibi göstermeye kalkışıyor, „devletimizi kurtardık“ diyor. Bu, pişkinlikten de öte bir şey. Demirel, Ecevit ve Erbakan gibilerini tanıdıktan sonra, bu tavır bize pek de şaşırtıcı gelmiyor.

Üstelik, Bay Denktaş, pek haksız da sayılmaz! Kimin sayesinde olursa olsun, sonuç olarak, bir yönüyle onun istediği olmuş, birlik engellenmiş, böylece KKTC denen bu ucubenin ömrü uzamıştır.Üstelik çevresindeki izolasyonun bir ölçüde kırılması şansı da doğmuştur. Böylece, 1974 çıkarmasıyla Rum mülklerine ganimet olarak konanlar, adayı uyuşturucu trafiği, kumarhaneler, kara para aklama mekanizmalarıyla korsan bir adaya çevirenler, Türkiye‘nin gönderdiği paralara da konup burayı bir özel çiftlik haline getirenler, bu durumu daha bir süre sürdürmeyi umuyorlar. Kıbrıs sorununu çözümsüz bırakıp bu yoldan Türkiye‘nin AB ile bütünleşmesini engellemeyi umanlar da, böylece, birliğin engellenmiş olması nedeniyle, AB ve uluslararası toplulukla sorunların süreceğini ve bunun kendi işlerine yarıyacağını düşünüyorlar.

Ne var ki bu hesaplar artık tutmaz. Bay Denktaş´ın ve ona destek verenlerin bu durumdan kendilerine pay çıkarmaları ve sonucu kendi amaçları doğrultusunda kullanmaları kolay değil. Onlar kötü yenildiler. Bay Denktaş, tüm pişkinliğine, arsızlığına rağmen artık postunu koruyamaz. Ya istifa edecektir, ya da ilk seçimde kovulacaktır. Kuzey Kıbrıs‘ta yuvalanmış korsanlar için de bundan böyle Ada‘nın denetimi zorlaşacak. Öte yandan, bu referandumun yaratacağı etkiler, birçok yorumcunun haklı olarak dile getirdiği gibi, yalnızca Kıbrıs Türk toplumu bakımından değil, Türkiye´nin iç siyasi dengeleri bakımından da büyük olacaktır. Bu, belki de ilk kez, şovenizm cephesinin, ırkçı-militarist tayfasının aldığı büyük yenilgidir ve bir dönüm noktası olacaktır.

Hayır kampanyası yürüten bu kesimin temel amacı AB yolunu kapamak, Türkiye´yi izole etmek, böylece bu baskıcı, ırkçı, militarist rejimi gönüllerince sürdürmekti. Onların işine yarıyacak olan Türk kesiminin hayır demesiydi. Oysa bunu başaramadılar ve bu raundu yitirdiler. Hem AKP hükümetinin bu konuda tutarlı davranması, hem de Kıbrıs Türk kesiminde yüzde 65 gibi bir oranla sağlanan evet oyu, Türkiye´nin AB yolu bakımından olumlu bir etki yapacaktır.

Elbet tek başına bu, Türkiye´nin AB üyeliğini sağlamaya, hatta müzakere tarihi verilmesine yetmez; ama söz konusu tarihin alınmasını kolaylaştırabilir. Üyelik ise uzun bir yoldur ve bu süreçte Türkiye´nin ekonomik ve siyasi kriterleri yerine getirmesi gerekir. Demokrasi ve değişim karşıtları, elbet bu yenilgiyle pes etmeyecekler, tüm bu süreç boyunca, uyumu engellemek, statükoyu korumak için ellerinden geleni yapacaklar. Zaten öteden beri yapıyorlar. Tutucu bürokrasi, idarecisi ve yargısıyla, polisi-askeriyle, parlamentodan geçen uyum yasalarını bile tanımıyor, bildiğini okuyor. Ama çağa ve değişime karşı bu tutum, değişim sürecini yavaşlatsa bile durduramaz. AKP gibi İslami kimlikli bir siyasi hareketi bile AB´nin ve globalizmin dümen suyuna sürükleyen bu değişim dalgası, Türkiye´nin geçmişte yaşıyan ve geçmişi sürdürmeye çalışan bu baylarının direncini de aşıp geçecektir. Değişmesini başaramıyanlar çok daha kötü giderler.

Yıllar yılı nice tabularla, kurt masallarıyla, şovenizm edebiyatıyla beyni yıkanan Türk insanı da artık dünyayı kavramaya başlıyor, afyonun etkisinden sıyrılıyor, özgürlük ve demokrasi istiyor, daha iyi bir yaşam istiyor, değişim istiyor, bu amaçla dünyayla bütünleşmek istiyor. Önemli olan budur ve bu yöndeki süreç başlamıştır.

Ya referandumda Rum kesiminde hayır çıkmasını, hem de böylesine yüksek bir oranda çıkmasını nasıl yorumlamalı?

Türk basınında, öteden beri birlik yanlısı olan, Rum düşmanlığı yapmayan birçok liberal yorumcu bile bundan dolayı Rumları suçluyor, onların Türklerle birlikte yaşamak istemedikleri için, şoven duygularla hayır oyu verdiklerini söylüyorlar. Gerçekten böyle mi? Rumlar arasında da elbet, hem Kıbrıs‘ta hem Yunanistan‘da, aynen Türkler arasında olduğu gibi şoven duygular taşıyan, Türklere karşı kini ve nefreti ağır basan ve onlarla birlikte yaşamak istemeyen bir kesim var. Ama ben bu kesimin oranının Kıbrıs Türk toplumu içindeki, hatta bizzat Türkiye‘deki şovenler kadar yüksek olduğunu sanmıyorum. Eğer AKEL gibi, öteden beri şovenizme karşı olan, barışı ve adanın birliğini kararlılıkla savunan güçlü bir sol parti bile bu oylamada hayır oyu kullandıysa bunun nedenleri üzerinde düşünmek gerekir.

Kanımca, eğer Rum kesimi, özellikle de AKEL tabanı, Annan Planı‘nın adil olduğu görüşünde olsalardı ona, büyük çoğunlukla evet derlerdi. Ama onlar bu planın adil olmadığı ve onunla, Türk işgaliyle ortaya çıkan durumun, çizilen sınırın, getirilen göçmenlerin, yani işgalin ve adanın bölünmesinin meşrulaştırıldığı görüşündeler. Ayrıca, garantörlüğü sürecek olan Türkiye‘ye de güven duymuyorlar. Acaba haksızlar mı?

Birleşmiş Milletler Örgütü, Annan Planı‘yla, Türkiye‘yi işgalci sayan, ordusunu çekmesini isteyen tüm eski kararlarını bir yana itip, Türkiye‘nin 1974 askeri hareketiyle yarattığı durumu, olup bittiyi benimsemiş olmuyor mu?

Bir sınır çizildiği, adanın ikiye bölündüğü, bir devletten iki devlet yaratıldığı ortada değil mi?

Türkler şu anda Ada‘nın kuzey kesiminde çoğunluklar; ama otuz yıl öncesi hiç de böyle değildi; Türkler Ada‘nın bütününde, dağınık biçimde ve 600.000 kişilik nüfus içinde 100.000 kişi kadar bir nüfustular, yani azınlıktılar. Ama 1974 askeri harekatıyla, Ada‘nın kuzey kesimindeki Rumlar kısmen yok edildiler, kısmen kovuldular. Üstelik buraya, Güneyden gelen Türklerin yanı sıra, Türkiye‘den yüz bin kadar göçmen taşındı. Yani bir askeri harekat sonucu Kıbrıs‘ın kuzeyi Rumlardan temizlenip Türkleştirildi.

Annan planı sonuçta, bazı ufak değişikliklerle bu zoraki sınırı, etnik temizliği, adaya dışardan taşınan Türk nüfusun büyük bölümünün orada kalmasını onaylamış oluyor. Azınlığı, çoğunlukla eşit duruma ve ayrı devlet haline getiriyor. Buna da barışçı çözüm ve birleşme deniyor.

Rumlar bunu kabul etmediler, kim kabul ederdi ki?.

Bu birleşme ve bu tür bir çözüm, Türk hukuk sistemindeki ırza geçme olaylarının evlilik yoluyla tatlıya bağlanmasını andırıyor.. Hani mütecaviz erkekle tecavüze uğrayan kadın evlenirlerse ceza düşüyor ya.. Ne ilginç bir çözüm değil mi?!

Bu nedenle, adanın yeniden bütünleşmesi ve iki halk arasında barışın sağlanması istemi ne kadar haklı, iyi bir istemse, bunun adil biçimde geçekleşmesi de o kadar gereklidir. Çözüm yanlısı olmaksa, ne pahasına olursa olsun çözüm yanlısı olmak değildir. Bu Türkler için olduğu kadar Rumlar için de böyle.

Bence Kıbrıs Türkleri evet oyu kullanmakla -Rumlarla bir arada yaşamaya pek arzulu oldukları için mi, yoksa AB içinde yaşama arzuları nedeniyle mi, hangi nedenle olursa olsun- ne kadar haklı ve ne kadar iyi bir iş yapmış oluyorlarsa (ki olup bittinin statüleşmesinden de kayıpları yok, kazançları var), Rumlar da, böylesi haksız bir olup bittiyi kendilerine dayatan BM kararına hayır derken öylesine haklılar.

Rumları suçlayan Türk liberal aydınları bu konuda biraz gerçekçi olmalılar. Hatta eğer Rumlar arasındaki Türk karşıtı duygular bu denli güçlüyse, bunun da nedenleri üzerinde düşünmeliler. Rumların, Ermenilerin ve uzak-yakın tarih boyunca Türk rejiminden onca zulüm gören başka halkların bu etkilerden sıyrılmaları o kadar kolay olmasa gerek. Irza geçenle, ırzına geçilenin duyguları aynı olmaz değil mi? Bunlar arasındaki evlilik, belki birisi için cezadan kurtulma, hatta istediği kadına kavuşma, yani ödüldür; ya ötekisi için?..

Peki Annan Planı, neden BM‘nin daha önceki onca kararının bile üzerine sünger çekip bu olup bittiyi bir çözüm gibi dayattı? Kanımca bu, ABD‘nin ve AB‘nin etkisiyle oldu. Zaten BM denen örgüt, birçok durumda kendi ilkelerinden çok, güçlü devletlerin tercihlerine göre davranmıştır. Örneğin, bu adı büyük kurum için, tarihinin hiçbir döneminde, 40 milyonluk Kürt halkının durumu gündem konusu olmadı.

ABD, AB ve NATO ise öteden beri Kıbrıs‘ta bir çözümü hep istediler. Hem Türkiye ve Yunanistan müttefikleri olduğu, hem de NATO‘nun Güneydoğu kanadını güvenceye almak için. Son dönemde ise bu çözüm istemi iki nedenle çok daha güçlü hale geldi. Bunlardan biri Kıbrıs‘ın 1 Mayısta AB üyesi olmasıdır, diğeri ise Ortadoğu‘daki, hatta dünya ölçüsündeki son gelişmeler nedeniyle ABD ve AB‘nin Türkiye‘ye vermek istedikleri rolle ilgilidir.

AB Kıbrıs‘ı yeniden birleşmiş, yani sorunsuz biçimde saflarına almak istiyor; bu doğaldır. Bu olmadığı zaman, bölünmüşlüğü süren adada soruna taraf olmak zorundadır ve başı ağrıyacaktır. ABD ise, İslam dünyasıyla arasında varolan ciddi çelişkilerin –ki bu çelişkiler aynı zamanda tüm Batı dünyasıyla, yani AB ülkeleriyledir- çözümü için, Türkiye‘yi yanına çekmeyi ve yeni „Büyük Ortadoğu Projesi“nde ona önemli bir rol vermeyi planlamıştır. Bunun için Türkiye‘nin AB ile bütünleşmesi gerekiyor. Kıbrıs sorununun çözümü bu yolda önemli bir adım olacaktır. Bu sonuncusu, ABD kadar olmasa bile, aynı zamanda AB‘nin Türkiye‘ye yaklaşımını etkiliyor.

İşte bu nedenlerle Kıbrıs sorununun çözümü konusu son dönemde çok ısındı ve hem ABD hem de AB ağırlıklarını koydular. Engellerin başında Türk tarafının, Kıbrıs‘ı „milli dava“ haline getirmiş katı çözümsüzlük politikası geliyordu ve bunu aşmak kolay değildi. Bu ancak Türk tarafının olup bittilerini kabul ederek, büyük tavizler karşılığında aşılabilirdi ve onlar da bunu yaptılar, Türklerin 30 yıldır yarattığı fiili durumu onayladılar. Rumlar zaten birlikten yana deyip, faturayı onlara kestiler. Gerek ABD, gerekse AB için kim haklı kim haksızdan ve adil bir çözüme ulaşmaktan çok, ne türden olursa olsun bir çözüme ulaşmak yeterli sayıldı. Çıkarları bunu gerektiriyordu. BM Genel Sekreteri Annan ise, ilkelerden çok güç dengelerini gözetti ve bu barış planıyla sonuç alıp tarihe geçmeye heveslendi.

Ama hesap yanlış çıktı. Tüm baskılara rağmen Rumlar evet demediler. Bu nedenledir ki, Annan ve öteki BM yetkililerinin yanısıra, ABD ve AB yetkilileri de son derece kızgınlar. Rumlara karşı öfkeli demeçler birbirini izliyor ve onları cezalandırmaya hazırlanıyorlar…

Unuttukları bir şey var elbet: adil olmayan ve halkların gönüllü evetine dayanmayan bir çözüm, çözüm değildir, böyle bir barış da barış olmaz.

            *   *    *

Eminim, şimdi bu yazımı okumakta olan yalnız bazı Türk okurlarım değil, bazı Kürt okurlarım da şöyle söylenecekler: „Peki, Kemal Burkay, sen Rumların Avukatı mısın?“ O Rumlar ki, 1992 yılında, hem de Meclis Başkanı ve nerdeyse tüm siyasi parti başkanlarının davetlisi olarak gittiğimiz Kıbrıs‘ta, belki Türklerin tepkisinden duydukları korku, belki de orada yuvalanmış PKK‘lı „dostları“nın etkisiyle, bizi havaalanından geri çevirmiştiler… O Rumlar ki, kendi sorun ve çıkarlarının dışında dünya umurlarında değildir ve bir önceki Dışişleri Bakanı Papandreo‘nun ağzıyla, Türkiye‘yi yumuşatmak ve taviz koparmak için, „Avrupa Birliği artık Türkiye‘yi insan hakları konusunda sıkıştırmamalı“ diyecek kadar, Türkiye insanlarının kesesinden ve biz Kürtlerin sırtından Türkiye‘ye iyilik yapmaya kalkmışlardır…

Elbet, Rumların avukatı değilim; ama belki biraz „doğrucu Davut“um. Bunun sık sık zararını görsem de pişman değilim. Bu dünyada hep çıkarlara göre davranan pek kurnaz, ilkesiz, ikiyüzlü, riyakar siyaset ve devlet adamlarına, ya da „bizim Apo“ türünden, bir gün işine geldiği için göğe çıkardığını, ertesi gün, durum değişince yerin dibine batıran „ulusal önder“lere değil, benim gibi saflara, „doğrucu Davutlara“ da gerek vardır. Başka türlü doğrular nasıl güç kazanırdı?..

 
 
PSK Bulten © 2004