Kime göre
Terörün arkasında kim var?.
F. COTKAR
İstanbul’daki bombalama eylemlerinin arkasında
hangi elin olduğu günlerdir tartışılıyor.
Bu gidişle daha çok tartışılacak.
Her ne kadar bazı örgütler (İBDA-C ve El Kaide)
olayları üstlenseler de, herkes aynı kanıda
değil. Terör örgütleri yapmadıkları eylemleri
de reklam olsun diye üstlenirler, hem de bazan birkaçı
birden. Bazan da onlar adına birileri gazetelere, radyolara
telefon eder. Çoğunun görünür merkezi, bürosu da yoktur
ki onaylatasın..
Polisin olay yerinde hazır pasaport bulup alel acele
birkaç eski Hizbullahçıyı fail ilan etmesi de
inandırıcı olmadı. Faillerden bazısı
onlar olsa bile, arka plandaki elin kimin olduğu henüz
açığa kavuşmuş değil
Toplumdaki karşıtlıklar buna ilişkin
yorumlarda da yüze vuruyor; değişik siyasal çevrelerin
kuşkuları değişik kaynaklara yöneliyor.
Bazıları bakımından durum hiç karmaşık
değil. Örneğin Bay Perinçek bakımından.
Onun için elbette ki bu eylemler ABD emperyalizmi ile İsrail
gizli servislerinin ürünüdür. Amaçları ise Türkiye’yi
destabilize etmek. (Eğer Sovyetler yıkılmamış
olsaydı, onların ürünü olacaktı!)
İşin garibi, öteden beri Perinçek gibilerin
hedef tahtasında olan İslamcıların önemli
bir kesiminin görüşü de aynı doğrultuda.
Onlara göre de ABD ve İsrail bununla Türkiye’yi iyice
yanlarına çekmek, İslam dünyasından koparmak
istiyorlar.
İslamcıların diğer bir kesimi aynı
zamanda derin devletten şüpheleniyor. Başından
beri AKP’yi köşeye sıkıştırmak,
engellemek, hatta iktidarı elinden almak için her şeyi
yapan laikçi, yani Kemalist kesim, sonunda bu çaptaki yeraltı
eylemlerine sığındı diye düşünüyorlar.
Bunun yarattığı karışıklıktan
ve kitleleri saran terör korkusundan yararlanıp AKP’yi
bir yana itmek ve orduyu polisi bir kez daha ön plana çıkarmak,
sarsılan iktidarlarını yeniden sağlamlaştırmak...
Zaten Kemalist kesim şu anda, El Kaide, İBDA-C
ve Hizbullah gibi İslamcı terör örgütlerinin şahsında
suçlamalarını AKP’ye yöneltmiş bulunuyor.
Onlar elbet, „bunu AKP yaptı!“ gibi komik bir iddia
ileri sürmüyorlar. Ama „akrabalarının“ yaptığını
ve AKP’nin islami terörle mücadele edemiyeceğini ileri
sürüyorlar. AKP Hükümetinin teröre karşı mücadeleye
ara verdiğini, teröristler için af çıkarıp
onları serbest bıraktığını,
AB’nin istediği reformlarla MGK‘yi, güvenlik kurumlarını
zayıflattığını ileri sürüyorlar.
Eski polis müdürü Ağar’ın deyişiyle, polisin
eli serbest olmalıymış. Yani işkence,
faili meçhul, filan...
Bu kesimin basındaki kalemleri, Çölajanı, Coşkun
Kırca, Taji Cüneyt, mumu çoktan sönmüş, ırkçının-faşistin
yanına düşmüş „aydınlanmacı“ İlhan
Efendi ve ötekiler, aynen Bay Perinçek gibi, orduyu göreve
çağırıyorlar!..
Bunlar içerdeki yorumlar. Söz konusu eylemlerle ilgili
olarak uluslararası plandaki yorumlar da bir o kadar
çeşitlilik gösteriyor.
Arap dünyasında ABD ve İsrail istihbarat servislerini
işaret edenlerin sayısı az değilken,
ABD ve İsrail yöneticileri ile onlar gibi düşünen
birçok batılı ülke yöneticisi ve onlara yandaş
medya için de eylemleri yapanlar çok belli: El Kaide ve
onunla ilişki içinde olan Türkiye’deki radikal islamcı
terör örgütleri... Bu eylemlerin onların „teröre karşı
savaştaki haklılığını“ bir
kez daha kanıtladığı kanısındalar.
Şimdi yapılması gereken herkesin ABD ve İngiltere’nin
yanında saf tutması, Avrupa’nın ikircimden
kurtulması, diyorlar.
Bu savaş ise elbet, güçlü yumrukla, yani daha baskın
bir şiddetle olacaktır...
Evet, sevgili okurlar, görüldüğü gibi, her çevrenin
faili, yani teröristi, farklı. Herkes bu olayları,
bir yakar top gibi kendi düşmanının üstüne
atıyor.
Bana sorarsanız... Türkiye’de ne zaman bir bomba
patlasa, ne zaman bir aydın öldürülse, şu veya
bu guruba karşı pogromlar düzenlense, aklıma
Türk devletinin gizli güçleri gelir. Hele eylem böylesine
büyük çapta, uzmanlık isteyen bir terör eylemi olursa...
Hele ülkede şu veya bu konuda bir demokratikleşme,
değişim adımı gündemdeyse...
Şimdi bazıları hemen, „işte bir komplo
teorisyeni daha!“ diye ahkam keseceklerdir. Ancak ben de
onların, herhalde aydan-merihten gelen, Türkiye’nin
ve dünyanın yabancısı birileri olduğunu
söylerim.
Bu ülkede terör eylemlerinin, hele büyük çapta, ürkütücü,
dehşet salıcı terör eylemlerinin, kıyımların
arkasında derin devletin olduğunu kim bilmez.
Biz 1950‘lerden bu yana, yani 50 küsur yıldır
bunu görüp yaşadık. Tanık olduğumuz,
bilgi sahibi olduğumuz, ve aslında herkesin de
olduğu, yüzlerce, binlerce olaydan birkaçını
aşağıya alalım:
Yaşları uygun düşenler, 1955 yılındaki
6-7 olaylarını bir hatırlansınlar. „Rumlar
Atatürk’ün Selanik’teki evine boyma koydular!“ deyip bir
yandan basının, bir yandan „Kıbrıs Türktür
Derneği“nin ve gizli servisin kışkırtmalarıyla
İstanbul’daki Rum ve Ermenilere karşı bir
kıyam ve talan düzenlendi; Rum, Ermeni ve Yahudilerin
yaşadığı semtler cehenneme çevrildi.
Kiliseler ve mezarlıklar yakılıp yıkıldı,
mağazalar yağmalandı, papazlar sakallarından
tutuşturulup yakıldı. Evet, Atatürk’ün evine
bir bomba atılmıştı. Ama sonradan anlaşıldı
ki bu bombayı atan bir Türk ajanıdır, Türk
Milli Emniyeti tarafından yönlendirilmiştir ve
baştaki Menderes hükümetinin de bu işten haberi
vardır... Kıbrıs sorununun kızgın
olduğu günlerdi. Böylece Türk devleti Rumlara, onlarla
birlikte öteki gayrimüslimlere „iyi bir ders“ vermiş
oldu. Bu olayın ertesinde İslanbul’dan yurt dışına
Rum, Ermeni ve Yahudi sürgünleri hızlandı, bu
grupların nüfusları kat kat küçüldü.
1959 yılında ise 49 Kürt aydını, Kürt
devleti kurmaya teşebbüs suçundan tutuklandı ve
yargılandı. Emniyetin gizli raporunda bu konuda
şöyle deniyordu: „Amerika’ya bunların komünist
oldukları söylenip destek istenecektir!“
Aslında ortada ne devlet kurma girişimi vardı,
ne de bir gizli örgüt. Bu insanlar aylarca hücrelerde yattıktan
ve uzun yıllar yargılandıktan sonra, askeri
mahkemede bile beraat ettiler.
1960’lı yıllarda ırkçı Bozkurtlar
ülkenin değişik yerlerindeki kamplarda askeri
eğitim gördüler. Yasalara göre ağır suç olan
bu eylem, devletin bilgisi, onayı dahilinde idi. Onlar
„komünistlere ve Kürtçülere“ karşı savaşa
hazırlanıyorlardı... „Komünist ve Kürtçü“
vatandaşları öldürmek ise bir suç değildi!
Nitekim Demirel, „bana milliyetçiler cinayet işliyor
dedirtemezsiniz!“ diyerek bu gerçeğe parmak basıyordu..
12 Mart 1971 darbesi öncesi meydana gelen ve kamuoyunu
etkileyen önemli olaylardan biri İstanbul’da Kültür
Sarayı’nın yakılması ve Marmara Gemisi’nin
batırılması idi, ki yüzlerce kişinin
boğulmasına yol açmıştı. Bu iki
olay da, adına „Bomba Sanıkları“ denen bir
solcu gruba yüklendi. Bunlar da, uzun bir işkence ve
tutukluluk sürecinden sonra, 12 Mart döneminin sıkıyönetim
mahkemesinde bile beraat ettiler. Bu iki eylem ise, benzer
birçokları gibi Türk Kontrgerillası’nın işi
idi; kitlelere dehşet salmak, solu suçlamak ve darbeye
gerekçeler hazırlamak için yapılmıştı.
12 Eylül 1980 öncesi, şu 1977 kanlı 1 Mayıs’ını
bir hatırlayın... Taksim‘de provokasyon yaratılmış,
kitle taranmış, böylece 1 Mayıs alanı
kan deryasına çevrilmiş, 30’u aşkın
can yitirilmişti. Eylem yine Kontrgerilla’nın
ürünü idi. Ama düzenin basını bir ağızdan
suçu sol güçlere yükledi.
12 Eylül öncesi böylesine daha neler oldu neler... İstanbul
Üniversitesi’ndeki, İzmir Kemeraltı‘ndaki katliamlar,
Ankara’da Balgat katliamı, Abdi İpekçi’nin katli
ve daha yüzlerce olay, cinayet... Hele hele, Kürtlere ve
Alevilere karşı tam bir pogrom olan Maraş
ve Çorum olayları...
Bu olaylarda tetikçi, bombacı, kışkırtıcı
kim olursa olsun, arkasında Kontrgerilla’nın,
derin devletin parmağı vardı.
12 Eylül darbesi de bu terör gerekçesine dayanarak yapıldı
ve sözde vatan-millet kurtarıldı. Darbenin yapılmasıyla
terör de şıp diye kesiliverdi; çünkü Bay Evren
ve şürekası hedeflerine ulaşmışlardı,
artık teröre gerek yoktu!
Ya 12 Eylül sonrası?. Salt şu Uğur Mumcu
cinayetini düşünmek yeter. Bu cinayetin arkasında
devletin olduğunu biz daha ilk günden söyledik. Gerçeğin
böyle olduğu yıllar içinde devletin en yetkili
ağızları tarafından itiraf edildi. İlgili
DGM savcısı, „bu cinayetin aydınlanmasını
devlet istemiyor!“ dedi. Bir zamanların Emniyet Genel
Müdürü, daha sonraki İçişleri Bakanı, „bir
tuğla çekilse hepimiz altında kalırız!“
dedi...
Devlet, Mumcu’yu, araştırmacı gazetecilik
yapan ve bazan parmağını arı kovanına
sokan bu sıtkı bütün Kemalisti bile, kurban seçmekte
tereddüt etmedi ve onun için çok şaşaalı,
çok subaylı ve generalli bir cenaze töreni düzenleyerek
eylemi dincilere yükledi. Bu işler böyledir!..
Bir de Başbakan Özal’a düzenlenen suikasti hatırlatalım,
daha önce de Ecevit’e...
Düşmandan sayılan Kürt işadamlarını,
„faili meçhul“e kurban giden yüzlerce Kürt aydınını
bir yana bırakıp, hizayı bozunca, ters düşünce,
gözünün yaşına bakılmayan binbaşıları,
albayları, generalleri hatırlayalım...
Bir de 1993’te, PKK’nın tek yanlı ateşkesini
boşa çıkarmak için Bingöl dağlarında
PKK’ya bir otobüs, yani tepsi içinde sunulan 33 silahsız,
korumasız askeri hatırlayalım… Bunlar, Apo’dan
bile habersiz olarak, devletin PKK içindeki elemanları
eliyle kurşuna dizildi, ateşkes süreci bir anda
bıçakla kesildi ve kirli savaş, önüne çıkan
iç ve dış engelleri aşarak tam gazla sürer
oldu...
Bu kirli savaşta yakılıp yıkılan
4000 Kürt köyü ile sürülen 4 milyon insanın trajedisi
ise ayrı bir öyküdür...
Böylesine acımasız bir derin devlet, çıkarları
gerektirdiği zaman, İstanbul’da güçlü ses çıkaran
birkaç bomba patlatıp 40-50 kişiyi kurban vermekte
mi tereddüt edecek?.
Onda merhamet arayanlar, hele hele yazar çizer ve politikacı
iseler, aydın geçiniyorlarsa, ya tam bir aptal olmalılar,
ya da bizi, ülkenin ezici çoğunluğunu aptal sanacak
ve gözlerimizi küllemeye yeltenecek kadar hinoğlu hin...
Evet, sevgili okurlar, herkes, bu arada ABD-İsrail
cephesi de kendi açısından bu eylemlerden yararlanmak,
onlardan kendine yarar sonuçlar çıkarmak isteyebilir,
bu doğaldır. Bu olayların üstündeki sis perdesi
henüz aralanmış değildir ve biz de müneccim
ya da kahin değiliz. Ancak bu olayları kim yapabilir
diye düşündüğümüzde, yukardaki nedenlerle ilk
aklımıza gelen derin devlettir.
Bu derin devlet, AKP hükümetini, yalnızca İslamcı
bir geçmişi ve rengi olduğu, onu laikliğe
karşı bir tehlike olarak gördüğü için değil
(hatta bizce, gerçekte böyle bir kaygı taşımıyor),
asıl kendi iktidarı bakımından bir tehlike
olarak gördüğü için, başından beri ona karşıdır.
AB’ye de, demokrasiye de bunun için karşıdır.
Derin devletin belkemiği olan asker-sivil bürokrasi,
(generaller-albaylar, Dışişleri Bakanlığı’ndaki,
YÖK’teki, Yüksek yargıdaki dükler, kontlar), sistemin
hizmetindeki gizli servis mensupları, Kontrgerilla,
JİTEM türünden vurucu güçler, işkenceciler, çeteler…
Bunlar, hükümete kim gelirse gelsin, temel politikaların
ipini hep elerinde tuttular. Ülkenin gerçek efendisi oldular.
Bu kesim, şimdi imtiyazlarını ve iktidarını
yitirmek, hatta paylaşmak istemiyor. Kıbrıs
sorununda bunun için şahinlik yapıyor, çözümden
kaçıyor. Türban konusunu bunun için akıl almaz
biçimde abartıyor. İnsan haklarına, demokrasiye
bunun için ayak diriyor. Böylece AB üyeliğini boşa
çıkarıp, değişimden kurtulabileceğini
ve ülkenin seçilmemiş, ama değişmez efendisi
olmayı sürdürebileceğini umuyor.
Bu derin devlet suça, kana, işkenceye, cinayete boğulmuştur.
O bir karanlıklar prensidir. Son bombaların da
onun eseri olması hiç şaşırtıcı
değil.
Böylece kitlelere bir kez daha korku ve dehşet salıp
onları militarizmin, polis devletinin kanatları
altına yöneltmeye çalışıyor. Bu kesimin
medyadaki sözcülerinin, eylemlerin ardından AKP hükümetine
karşı ısıttıkları kampanya
da bunu gösteriyor. Hükümeti terör karşısında
zayıf, çaresiz, hatta işbirliği içinde göstermek
için elden geleni yapıyorlar. Sınırlı
ve güdük de olsa, son dönemde yapılan demokratik yöndeki
reformları ve onları yapan hükümeti suçluyor,
bir geriye dönüş istiyorlar. Eğer bunu başarırlarsa,
yeni bir Evren sahneye çıkıp, herkesi bir yana
itip başrolü üstlenirse, terör oyunu da muhtemelen
bitecektir.
Acaba bu kez devlet başkanı adayları kimdir?
Gerçi, başlarda hukuka saygılı olan, bu nedenle
de kamuoyunun sevgi ve saygısını kazanan
Sezer’i yontup, yoğurup kendilerine benzettiler. Ama
onlar, yalnız devlet başkanlığını
değil, herşeyi istiyorlar ve halka hiçbir şey
bırakmamak niyetindeler...
Bunda bir kez daha başarılı olurlar mı,
o da ayrı hikaye. Zaman yeni bir 12 Mart ya da 12 Eylül
darbesine hiç uygun değil. Başkan Bush bile bunu
istemiyor! Marks, „bir olay tarihte iki kez tekrarlanır,“
demişti, „birincisinde trajedi, ikincisinde komedi
olarak…“
Yaşadığımız olaylar, tüm trajik
görünüşüne rağmen, aslında bir komediyi andırıyor…