PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Kime göre
Terörün arkasında kim var?.

F. COTKAR

İstanbul’daki bombalama eylemlerinin arkasında hangi elin olduğu günlerdir tartışılıyor. Bu gidişle daha çok tartışılacak.

Her ne kadar bazı örgütler (İBDA-C ve El Kaide) olayları üstlenseler de, herkes aynı kanıda değil. Terör örgütleri yapmadıkları eylemleri de reklam olsun diye üstlenirler, hem de bazan birkaçı birden. Bazan da onlar adına birileri gazetelere, radyolara telefon eder. Çoğunun görünür merkezi, bürosu da yoktur ki onaylatasın..

Polisin olay yerinde hazır pasaport bulup alel acele birkaç eski Hizbullahçıyı fail ilan etmesi de inandırıcı olmadı. Faillerden bazısı onlar olsa bile, arka plandaki elin kimin olduğu henüz açığa kavuşmuş değil

Toplumdaki karşıtlıklar buna ilişkin yorumlarda da yüze vuruyor; değişik siyasal çevrelerin kuşkuları değişik kaynaklara yöneliyor.

Bazıları bakımından durum hiç karmaşık değil. Örneğin Bay Perinçek bakımından. Onun için elbette ki bu eylemler ABD emperyalizmi ile İsrail gizli servislerinin ürünüdür. Amaçları ise Türkiye’yi destabilize etmek. (Eğer Sovyetler yıkılmamış olsaydı, onların ürünü olacaktı!)

İşin garibi, öteden beri Perinçek gibilerin hedef tahtasında olan İslamcıların önemli bir kesiminin görüşü de aynı doğrultuda. Onlara göre de ABD ve İsrail bununla Türkiye’yi iyice yanlarına çekmek, İslam dünyasından koparmak istiyorlar.

İslamcıların diğer bir kesimi aynı zamanda derin devletten şüpheleniyor. Başından beri AKP’yi köşeye sıkıştırmak, engellemek, hatta iktidarı elinden almak için her şeyi yapan laikçi, yani Kemalist kesim, sonunda bu çaptaki yeraltı eylemlerine sığındı diye düşünüyorlar. Bunun yarattığı karışıklıktan ve kitleleri saran terör korkusundan yararlanıp AKP’yi bir yana itmek ve orduyu polisi bir kez daha ön plana çıkarmak, sarsılan iktidarlarını yeniden sağlamlaştırmak...

Zaten Kemalist kesim şu anda, El Kaide, İBDA-C ve Hizbullah gibi İslamcı terör örgütlerinin şahsında suçlamalarını AKP’ye yöneltmiş bulunuyor. Onlar elbet, „bunu AKP yaptı!“ gibi komik bir iddia ileri sürmüyorlar. Ama „akrabalarının“ yaptığını ve AKP’nin islami terörle mücadele edemiyeceğini ileri sürüyorlar. AKP Hükümetinin teröre karşı mücadeleye ara verdiğini, teröristler için af çıkarıp onları serbest bıraktığını, AB’nin istediği reformlarla MGK‘yi, güvenlik kurumlarını zayıflattığını ileri sürüyorlar. Eski polis müdürü Ağar’ın deyişiyle, polisin eli serbest olmalıymış. Yani işkence, faili meçhul, filan...

Bu kesimin basındaki kalemleri, Çölajanı, Coşkun Kırca, Taji Cüneyt, mumu çoktan sönmüş, ırkçının-faşistin yanına düşmüş „aydınlanmacı“ İlhan Efendi ve ötekiler, aynen Bay Perinçek gibi, orduyu göreve çağırıyorlar!..

Bunlar içerdeki yorumlar. Söz konusu eylemlerle ilgili olarak uluslararası plandaki yorumlar da bir o kadar çeşitlilik gösteriyor.

Arap dünyasında ABD ve İsrail istihbarat servislerini işaret edenlerin sayısı az değilken, ABD ve İsrail yöneticileri ile onlar gibi düşünen birçok batılı ülke yöneticisi ve onlara yandaş medya için de eylemleri yapanlar çok belli: El Kaide ve onunla ilişki içinde olan Türkiye’deki radikal islamcı terör örgütleri... Bu eylemlerin onların „teröre karşı savaştaki haklılığını“ bir kez daha kanıtladığı kanısındalar. Şimdi yapılması gereken herkesin ABD ve İngiltere’nin yanında saf tutması, Avrupa’nın ikircimden kurtulması, diyorlar. 

Bu savaş ise elbet, güçlü yumrukla, yani daha baskın bir şiddetle olacaktır...

Evet, sevgili okurlar, görüldüğü gibi, her çevrenin faili, yani teröristi, farklı. Herkes bu olayları, bir yakar top gibi kendi düşmanının üstüne atıyor.

Bana sorarsanız... Türkiye’de ne zaman bir bomba patlasa, ne zaman bir aydın öldürülse, şu veya bu guruba karşı pogromlar düzenlense, aklıma Türk devletinin gizli güçleri gelir. Hele eylem böylesine büyük çapta, uzmanlık isteyen bir terör eylemi olursa... Hele ülkede şu veya bu konuda bir demokratikleşme, değişim adımı gündemdeyse...

Şimdi bazıları hemen, „işte bir komplo teorisyeni daha!“ diye ahkam keseceklerdir. Ancak ben de onların, herhalde aydan-merihten gelen, Türkiye’nin ve dünyanın yabancısı birileri olduğunu söylerim.

Bu ülkede terör eylemlerinin, hele büyük çapta, ürkütücü, dehşet salıcı terör eylemlerinin, kıyımların arkasında derin devletin olduğunu kim bilmez. Biz 1950‘lerden bu yana, yani 50 küsur yıldır bunu görüp yaşadık. Tanık olduğumuz, bilgi sahibi olduğumuz, ve aslında herkesin de olduğu, yüzlerce, binlerce olaydan birkaçını aşağıya alalım:

Yaşları uygun düşenler, 1955 yılındaki 6-7 olaylarını bir hatırlansınlar. „Rumlar Atatürk’ün Selanik’teki evine boyma koydular!“ deyip bir yandan basının, bir yandan „Kıbrıs Türktür Derneği“nin ve gizli servisin kışkırtmalarıyla İstanbul’daki Rum ve Ermenilere karşı bir kıyam ve talan düzenlendi; Rum, Ermeni ve Yahudilerin yaşadığı semtler cehenneme çevrildi. Kiliseler ve mezarlıklar yakılıp yıkıldı, mağazalar yağmalandı, papazlar sakallarından tutuşturulup yakıldı. Evet, Atatürk’ün evine bir bomba atılmıştı. Ama sonradan anlaşıldı ki bu bombayı atan bir Türk ajanıdır, Türk Milli Emniyeti tarafından yönlendirilmiştir ve baştaki Menderes hükümetinin de bu işten haberi vardır... Kıbrıs sorununun kızgın olduğu günlerdi. Böylece Türk devleti Rumlara, onlarla birlikte öteki gayrimüslimlere „iyi bir ders“ vermiş oldu. Bu olayın ertesinde İslanbul’dan yurt dışına Rum, Ermeni ve Yahudi sürgünleri hızlandı, bu grupların nüfusları kat kat küçüldü.

1959 yılında ise 49 Kürt aydını, Kürt devleti kurmaya teşebbüs suçundan tutuklandı ve yargılandı. Emniyetin gizli raporunda bu konuda şöyle deniyordu: „Amerika’ya bunların komünist oldukları söylenip destek istenecektir!“

Aslında ortada ne devlet kurma girişimi vardı, ne de bir gizli örgüt. Bu insanlar aylarca hücrelerde yattıktan ve uzun yıllar yargılandıktan sonra, askeri mahkemede bile beraat ettiler.

1960’lı yıllarda ırkçı Bozkurtlar ülkenin değişik yerlerindeki kamplarda askeri eğitim gördüler. Yasalara göre ağır suç olan bu eylem, devletin bilgisi, onayı dahilinde idi. Onlar „komünistlere ve Kürtçülere“ karşı savaşa hazırlanıyorlardı... „Komünist ve Kürtçü“ vatandaşları öldürmek ise bir suç değildi! Nitekim Demirel, „bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz!“ diyerek bu gerçeğe parmak basıyordu..

12 Mart 1971 darbesi öncesi meydana gelen ve kamuoyunu etkileyen önemli olaylardan biri İstanbul’da Kültür Sarayı’nın yakılması ve Marmara Gemisi’nin batırılması idi, ki yüzlerce kişinin boğulmasına yol açmıştı. Bu iki olay da, adına „Bomba Sanıkları“ denen bir solcu gruba yüklendi. Bunlar da, uzun bir işkence ve tutukluluk sürecinden sonra, 12 Mart döneminin sıkıyönetim mahkemesinde bile beraat ettiler. Bu iki eylem ise, benzer birçokları gibi Türk Kontrgerillası’nın işi idi; kitlelere dehşet salmak, solu suçlamak ve darbeye gerekçeler hazırlamak için yapılmıştı.

12 Eylül 1980 öncesi, şu 1977 kanlı 1 Mayıs’ını bir hatırlayın... Taksim‘de provokasyon yaratılmış, kitle taranmış, böylece 1 Mayıs alanı kan deryasına çevrilmiş, 30’u aşkın can yitirilmişti. Eylem yine Kontrgerilla’nın ürünü idi. Ama düzenin basını bir ağızdan suçu sol güçlere yükledi.

12 Eylül öncesi böylesine daha neler oldu neler... İstanbul Üniversitesi’ndeki, İzmir Kemeraltı‘ndaki katliamlar, Ankara’da Balgat katliamı, Abdi İpekçi’nin katli ve daha yüzlerce olay, cinayet... Hele hele, Kürtlere ve Alevilere karşı tam bir pogrom olan Maraş ve Çorum olayları...

Bu olaylarda tetikçi, bombacı, kışkırtıcı kim olursa olsun, arkasında Kontrgerilla’nın, derin devletin parmağı vardı.

12 Eylül darbesi de bu terör gerekçesine dayanarak yapıldı ve sözde vatan-millet kurtarıldı. Darbenin yapılmasıyla terör de şıp diye kesiliverdi; çünkü Bay Evren ve şürekası hedeflerine ulaşmışlardı, artık teröre gerek yoktu!

Ya 12 Eylül sonrası?. Salt şu Uğur Mumcu cinayetini düşünmek yeter. Bu cinayetin arkasında devletin olduğunu biz daha ilk günden söyledik. Gerçeğin böyle olduğu yıllar içinde devletin en yetkili ağızları tarafından itiraf edildi. İlgili DGM savcısı, „bu cinayetin aydınlanmasını devlet istemiyor!“ dedi. Bir zamanların Emniyet Genel Müdürü, daha sonraki İçişleri Bakanı, „bir tuğla çekilse hepimiz altında kalırız!“ dedi...

Devlet, Mumcu’yu, araştırmacı gazetecilik yapan ve bazan parmağını arı kovanına sokan bu sıtkı bütün Kemalisti bile, kurban seçmekte tereddüt etmedi ve onun için çok şaşaalı, çok subaylı ve generalli bir cenaze töreni düzenleyerek eylemi dincilere yükledi. Bu işler böyledir!..

Bir de Başbakan Özal’a düzenlenen suikasti hatırlatalım, daha önce de Ecevit’e...

Düşmandan sayılan Kürt işadamlarını, „faili meçhul“e kurban giden yüzlerce Kürt aydınını bir yana bırakıp, hizayı bozunca, ters düşünce, gözünün yaşına bakılmayan binbaşıları, albayları, generalleri hatırlayalım...

Bir de 1993’te, PKK’nın tek yanlı ateşkesini boşa çıkarmak için Bingöl dağlarında PKK’ya bir otobüs, yani tepsi içinde sunulan 33 silahsız, korumasız askeri hatırlayalım… Bunlar, Apo’dan bile habersiz olarak, devletin PKK içindeki elemanları eliyle kurşuna dizildi, ateşkes süreci bir anda bıçakla kesildi ve kirli savaş, önüne çıkan iç ve dış engelleri aşarak tam gazla sürer oldu...

Bu kirli savaşta yakılıp yıkılan 4000 Kürt köyü ile sürülen 4 milyon insanın trajedisi ise ayrı bir öyküdür...

Böylesine acımasız bir derin devlet, çıkarları gerektirdiği zaman, İstanbul’da güçlü ses çıkaran birkaç bomba patlatıp 40-50 kişiyi kurban vermekte mi tereddüt edecek?.

Onda merhamet arayanlar, hele hele yazar çizer ve politikacı iseler, aydın geçiniyorlarsa, ya tam bir aptal olmalılar, ya da bizi, ülkenin ezici çoğunluğunu aptal sanacak ve gözlerimizi küllemeye yeltenecek kadar hinoğlu hin...

Evet, sevgili okurlar, herkes, bu arada ABD-İsrail cephesi de kendi açısından bu eylemlerden yararlanmak, onlardan kendine yarar sonuçlar çıkarmak isteyebilir, bu doğaldır. Bu olayların üstündeki sis perdesi henüz aralanmış değildir ve biz de müneccim ya da kahin değiliz. Ancak bu olayları kim yapabilir diye düşündüğümüzde, yukardaki nedenlerle ilk aklımıza gelen derin devlettir.

Bu derin devlet, AKP hükümetini, yalnızca İslamcı bir geçmişi ve rengi olduğu, onu laikliğe karşı bir tehlike olarak gördüğü için değil (hatta bizce, gerçekte böyle bir kaygı taşımıyor), asıl kendi iktidarı bakımından bir tehlike olarak gördüğü için, başından beri ona karşıdır. AB’ye de, demokrasiye de bunun için karşıdır. Derin devletin belkemiği olan asker-sivil bürokrasi, (generaller-albaylar, Dışişleri Bakanlığı’ndaki, YÖK’teki, Yüksek yargıdaki dükler, kontlar), sistemin hizmetindeki gizli servis mensupları, Kontrgerilla, JİTEM türünden vurucu güçler, işkenceciler, çeteler… Bunlar, hükümete kim gelirse gelsin, temel politikaların ipini hep elerinde tuttular. Ülkenin gerçek efendisi oldular. Bu kesim, şimdi imtiyazlarını ve iktidarını yitirmek, hatta paylaşmak istemiyor. Kıbrıs sorununda bunun için şahinlik yapıyor, çözümden kaçıyor. Türban konusunu bunun için akıl almaz biçimde abartıyor. İnsan haklarına, demokrasiye bunun için ayak diriyor. Böylece AB üyeliğini boşa çıkarıp, değişimden kurtulabileceğini ve ülkenin seçilmemiş, ama değişmez efendisi olmayı sürdürebileceğini umuyor.

Bu derin devlet suça, kana, işkenceye, cinayete boğulmuştur. O bir karanlıklar prensidir. Son bombaların da onun eseri olması hiç şaşırtıcı değil.

Böylece kitlelere bir kez daha korku ve dehşet salıp onları militarizmin, polis devletinin kanatları altına yöneltmeye çalışıyor. Bu kesimin medyadaki sözcülerinin, eylemlerin ardından AKP hükümetine karşı ısıttıkları kampanya da bunu gösteriyor. Hükümeti terör karşısında zayıf, çaresiz, hatta işbirliği içinde göstermek için elden geleni yapıyorlar. Sınırlı ve güdük de olsa, son dönemde yapılan demokratik yöndeki reformları ve onları yapan hükümeti suçluyor, bir geriye dönüş istiyorlar. Eğer bunu başarırlarsa, yeni bir Evren sahneye çıkıp, herkesi bir yana itip başrolü üstlenirse, terör oyunu da muhtemelen bitecektir.

Acaba bu kez devlet başkanı adayları kimdir? Gerçi, başlarda hukuka saygılı olan, bu nedenle de kamuoyunun sevgi ve saygısını kazanan Sezer’i yontup, yoğurup kendilerine benzettiler. Ama onlar, yalnız devlet başkanlığını değil, herşeyi istiyorlar ve halka hiçbir şey bırakmamak niyetindeler...

Bunda bir kez daha başarılı olurlar mı, o da ayrı hikaye. Zaman yeni bir 12 Mart ya da 12 Eylül darbesine hiç uygun değil. Başkan Bush bile bunu istemiyor! Marks, „bir olay tarihte iki kez tekrarlanır,“ demişti, „birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…“

Yaşadığımız olaylar, tüm trajik görünüşüne rağmen, aslında bir komediyi andırıyor…

 
PSK Bulten © 2003