Kısa
Haberler
Ağustos
2000
Korsika Örneği
de Elden Gidiyor, vah vah!..
Türk yönetimi
ve aydın geçinen kapıkulları son günlerde oldukça
tedirginler. Çünkü üniter devlete örnek gösterdikleri Fransa
da değişiyor.
Türk yöneticiler
ve kapıkulu “aydınlar” Kürt sorununu ya hiç kabul
etmediler, ya da nasıl çözeceklerini bir türlü bilemediler.
Daha doğrusu inkardan ve sopadan başka yol ve yöntem
tanımadılar. Çok uluslu, çok etnik gruplu bir ülkede
ulusal sorunun nasıl çözüleceğini birtürlü öğrenemediler,
öğrenmek istemediler.
Oysa dünyada
bunun için kıyamet kadar örnek var. Bir kere, yapılacak
iş sözkonusu halkın eğilimine saygı göstermektir;
istiyorsa ayrılıp kendi devletini kurar. Ya da birlikte
yaşamanın biçimi bulunur. Bu ise duruma göre konfederasyon,
federasyon, bazan da otonomidir. Avrupa ülkeleri nerdeyse
tümden federatif, ya da ademi merkeziyetçi, yani otonom bölgelerden
oluşuyor.
Ama Türk yöneticiler
Avrupa’da hep Fransa’yı, ulusal sorun konusundaki tavrı
bakımından örnek verdiler. Fransa üniterdi. Şimdiye
kadar, diğer etnik gruplar için federal ya da otonom
bir yapıyı reddetmişti. Korsika’daki mücadeleye
karşı hep direnmişti. Bu ülkede yalnızca
Fransızca resmi dildi, vb…
Ne var ki, Türk
sömürgeci rejiminin, bu ırkçı ve despotların
ayağının altındaki bu toprak da bir süreden
beri kaymakta. Demokrasi’nin beşiği olan Fransa,
ulusal sorun konusunda da değişmekte. Hernekadar
bu ülkedeki etnik sorunlar Türkiye’dekilerle, hele hele Kürt
sorunuyla kıyaslanamıyacak kadar küçük boyutlu ise
de, Fransa bu alanda
da demokratikleşiyor. Korsika’da şiddet kullanmayan
etnik kimlikli partiler zaten serbestti. Fransız hükümeti,
sorunun çözümü için zaten bunlarla diyalog halindeydi. Onların
kendi yerel meclisleri zaten vardı. Yani Türk yöneticiler
daha önceki durumu da çarpıtıyorlar,
onu kendi uzlaşmaz, ilkel politikalarına örnek gösterirken
Fransa’ya da haksızlık yapıyorlardı. Ama
Fransa şimdi, Sosyalist Parti hükümetinin öncülüğünde,
İngiltere’deki gibi, daha da ileri adımlar atmaya
hazırlanıyor. Korsika’da yasa yapma yetkisine
sahip yerel bir parlamento oluşturuluyor. Korsika dilinde
öğrenim başlatılıyor, yani yerel dil de
Fransızca’nın yanısıra resmileşiyor.
Böylece Korsika da özerk (otonom) bir yönetim oluşuyor.
Görünen o ki,
benzer bir değişiklik yakın zamanda Fransa’nın
farklı etnik özellikler taşıyan Bröton, Alsas,
Bask gibi bölgelerinde de gerçekleşecektir. Çünkü bu
bölgelerde de geçmişten beri varolan bu yöndeki istekler
şimdi güçlenmektedir.
Türk sömürgecileri
için ne kötü gelişme, ne talihsizlik değil mi?!.
Bu baylar şimdi ne yapacaklar, nereyi örnek verecekler?
Vah vah!..
Bu yüzdendir ki
Türk medyasındaki bağnaz “üniter devlet” savunucuları,
iflah olmaz ırkçı ve şovenler, yeminli Kürt
düşmanları şimdi şaşırmış
durumdalar. Bindikleri dalın kesildiğini görüyor
ve feryadı basıyorlar. Kimisi böyle olmaması
için dua ediyor, kimisi böyle yanlışlar yapmamaları
için Fransızlara akıl veriyor… Bugüne kadar nasıl
Türkiye’nin, Irak, İran ve Suriye’nin toprak bütünlüğü
üzerine titredilerse, şimdi de Fransa’nun ulusal bütünlüğü
üzerine öylesine tirriyorlar!
Hey gidi donmuş
kafalılar heyy! Anlayın artık, dünya değişiyor,
siz de değişmek zorundasınız. Hani şu
ünlü deyiş vardı ya:
“Bölük dur, Kandıralı
sen de dur!”
Bunu değiştirip
söylemenin tam zamanıdır:
“Bölük marş,
Kandıralı sen de marş!”
Yürü, hem de
asfalttan yürrü!..
Kürtler Ulus
mu, Azınlık mı, Yoksa Hiçbir Şey
mi?!.
Malum, biz Kürtleri
azınlık saymıyoruz; çünkü değiller. Kürtler,
kökleri binlerce yıla dayanan tarihleri, kendilerine
özgü ve zengin bir dilleri, -bölünmüş de olsa- Fransa
büyüklüğünde bir ülkeleri olan, 40 milyonluk koca bir
ulus. Ama Türk devleti de Kürtleri azınlık saymıyor.
Elbet onun derdi başka; Kürtlere azınlık hakları
bile tanımak istemediği için bunu yapıyor..
Nitekim, Verheugen’ın
Ankara’yı ziyaretinde “Kürt azınlığı”
için haklar taleb eden bir belge bıraktığı
ileri sürülünce kıyametler kopmuştu.
İlginçtir,
tam da aynı günlerde, Abdullah Öcalan da, İmralı’dan
gönderdiği Rutin mesajlarından birinde, Kürtlerin
azınlık olmadığını dile getirdi.
Hangi amaçla acaba? O da bizim gibi Kürtleri bir ulus saydığı
ve ulusal haklar istediği için mi? Ne gezer!.. 22 Temmuz
tarihli Özgür politika Gazetesi’nde şöyle deniyor:
"PKK
Genel Başkanı Abdullah Öcalan, AB Komisyonu’nun
Genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen’in Ankara’ya
sunduğu taslak belgeye ilişkin tartışmalara
katıldı.
(Elbet herkes tartışır da Öcalan durur mu?
Çoktandır ki İmralı ikinci bir Çankaya’ya dönüşmüş!..
Yazarın Notu) Öcalan, Kürtlerin bir azınlık
olmadığını belirterek, ‘Kürtler için özgün
olarak isteyebileceğimiz bir azınlık sorunu
değil, Kürtlerin kültürel varlığını
özgürce ifade edilmesidir’ dedi…”
Öcalan ayrıca
“Kürt sorununun siyasal sınırlar meselesi
olmaktan çıktığını"
söylüyor ve ekliyor:
"Bizim
ayrı bir Kürt partisi diye
bir talebimiz yoktur."
Devam ediyor:
“Aslında
Kopenhag Kriterleri” ile Lozan Andlaşması hükümleri
bir arada ele alınabilir, sentezlenebilir…”
"Herkes
için ne kadar demokrasi istenirse Kürtlere de o kadar istenir…"
“”Demokratik
haklar çerçevesinde eğitim, kültür, basın-yayın
haklarının özgürce kullanılması gerekiyor…
(Bunların) demokratik gelişmelerle adım adım
geliştirilmesi gerekir…”
Görüldüğü
üzere bunlar, son cümledeki “eğitim” sözcüğünü çıkarın,
Türk devletinin yıllardır dile getirdiği tezlerin
tıpkısı. Öcalan da aynen Türk devlet sorumluları
ve medyadaki güdümlü kalemler gibi Verheugene cevap yetiştiriyor,
“Kürtler bir azınlık değil” diyor, Lozan’ı
işaret ediyor, sorunu salt kültürel haklar derecesine
indiriyor, onların gerçekleşmesini de Türkiye’nin
demokratikleşmesine paralel olarak zamana bırakıyor.
Evet, Öcalan
Kopenhag Kriterleri’ni bile Türk devletinin sözcüleri gibi
yorumluyor ve bu konuda AB’den daha geriye düşüyor…
Bunda şaşacak
birşey var mı? Öcalan İmralı’da verdiği
sözü tutuyor, Türk devletine
bir nefer gibi hizmet ediyor.
PKK’de onu izliyor.
PKK medyası bu değerli görüşleri Kürtlere ve
tüm dünyaya iletiyor!..
Bunlar da
Aydınlar..
Aydınların
yıllık “Abant Toplantıları” gelenek oldu.
Abant hoş bir yer: Bolu Dağı’nın eteklerinde,
gür bir ormanla çevrili gölün kıyısında her
yıl biraraya gelip birkaç günlüğüne Türkiye’nin
sorunlarını konuşuyor, demokratikleşme
yönünde kafa yoruyor, ortak görüş ve öneriler oluşturmaya
çalışıyorlar. Üzerinde birlik sağlanan
noktalar bir bildiriye dönüşüyor…
Bu kez de öyle
oldu. Konulardan biri, doğal olarak Kürt sorunuydu. Ama
sorunun adı bile konmadı. 20 milyon Kürde, hiç değilse
100 bin Kıbrıs Türk’ü kadar hak tanıma gereği
bile dile getirilmedi elbet. ( Hem kafası bunu alacak
aydın bu ülkede çok az olduğu, hem de –kafası
alsa bile- bunu yapacak kadar babayigit az olduğu için…)
Bu türden bir konfederasyonu ya da federasyonu, hatta mütevazi
bir otonomiyi bir yana bırakın, “kültürel kimlik”
ibaresi bile 20 milyon Kürde çok bulundu. Bunun yerine “kültürel
özellikler” terimi kullanıldı…
MGK herhalde
artık buna da bozulmaz!..
Tabi aydınlar
toplanıp bu konuyu tartışırken Öcalan
durur mu? O da İmralı’dan devreye girdi, ya da paralel
bağlandı: Öcalan Kürt sorunun çözümünü “demokratik
kültürel özgürlük"
olarak "formüle etti" ve bunu "Türkiye
şartlarında uygulanabilir en gerçekçi çözüm”
olarak niteledi! (Bakınız 28 Temmuz tarihli Özgür
Politika Gazetesi). Yani ona göre, sorunun çözümü için Türkiye’nin
siyasi planda ve yönetim planında herhangi birşey
yapmasına gerek yok;
ne federasyon, ne özerklik, ne de hatta "kültürel kimlik…"
"Kültürel özgürlükler" yeter de artar bile!
“Kültürel özellikler”
ve “kültürel özgürlükler…” Sizce arada bir fark var mı?
Kanımca
MGK’nın da artık buna bir itirazı olmaz!..
Şimdi Apocular
yazı ve yorumlarında diyorlar ki, Apo’nun
bu tezleri Kürt sorunuyla
cebelleşen öteki ülkelerde (Irak, İran ve Suriye’de)
de gayet makul karşılanıyormuş..
Karşılanır,
iki gözüm, karşılanır! Sen Kürtler için birşey
istemedikten, hakkını tümüyle bağışladıktan
sonra, bu tezler Kürdistan’ı bölüşmüş güçler
tarafından neden gayet makul karşılanmasın?!.
Onlar sizin
göksünüze altın madalya bile
takarlar!
Apo bunları
söylediğine, PKK da benimseyip yaydığına
göre, Kürtlerin haklarını savundukları zaman,
bizim gibi koğuşturulan, işlerinden olan, hapislerde
çürütülen, bazan kurşunlanan Türk aydınlarına
böyle bir çekingenliği neden çok görelim?.
Evren’in YÖK’ü,
MGK’nın Rektörleri...
Yüksek Öğrenim
Kurumu denen ve kısa adıyla YÖK diye ünlenen kurum
da, 12 Eylül faşizminin bir ürünü, Türk Pinoşesi
Evren’in bir yadigarı.
Toplumun her alanını
zapturapt altına almak isteyen, bu nedenle ülkeyi faşist
kurumlarla donatan zaptiye
kafası, üniversiteler için de YÖK’ü oluşturdu. YÖK
üyeleri Evren tarafından belirlendi. YÖK yönetimi, karmaşık
ve göstermelik bir seçim sisteminin ardından üniversite
rektör ve dekanlarını belirliyor. Üniversite yönetiminin
belirlenmesinde öğrencilerin zaten hiçbir hakkı,
yetkisi yok; öğretim üyelerinin kullandığı
oy ise birçok durumda sonucu etkilemiyor. Böylece, 12 Eylül’ün
ardından hiyerarşik, diktatoryal bir yönetim anlayışı
üniversitelere egemen kılındı. Üniversite içi
demokrasi
yok edildi. Bu ise üniversitelerin zaten ırkçı-şoven
Kemalist ideoloji ile dumura uğratılmış
bilim özgürlüğünü iyice yok etti.
Bu yüzden YÖK
yıllardır ciddi bir sorun. Öğrencilerin, öğretim
üyelerinin dinmeyen şikayet ve protestolarına aldıran
yok. Geçen Temmuz ayında YÖK’le Cumhurbaşkanı
Sezer arasında yaşanan rektörler krizi işte
bu antidemokratik seçim sisteminin ürünüydü.
Görünüşte
rektörler için öğretim üyeleri seçim yapıyorlar.
En fazla oy alan altı kişi arasından YÖK yönetimi
üç kişiyi seçip Cumhurbaşkanına sunuyor, o
da bunlar arasından rektörü belirliyor. Sonuçta bu altı
kişi arasında en çok oyu alan değil, onun yarısı,
çeyreği, hatta daha az oy alan biri seçilebiliyor. Nitekim
bu kez de aşağı yukarı öyle oldu. İzmir’deki
9 Eylül Üniversitesi’nde
ortaya çıkan durum tam bir komedi idi. 400’den fazla
oy alan profesör aday gösterilmemiş, birer oy alan kişiler
listeye konmuştu!
Neyse ki bu kez
Cumhurbaşkanı mevkiinde ne Pinoşe Evren vardı,
ne de İdarei maslahatçı Demirel. Sayın Sezer
listeyi YÖK’e geri çevirdi. YÖK hazretleri ise önce listesinde
ısrar etti, ama daha sonra oyun bozuldu. Birer oy alan
iki aday kamuoyunun tepkileri karşısında çekilince
en çok oyu alan öğretim üyesi de listeye alındı
ve Sezer tarafından Rektör seçildi.
Öte yandan Samsun
19 Mayıs Üniversitesi’nde en çok oyu alan değil,
onun üçte biri kadar oy alan biri seçildi. Diyarbarkır
Dicle Üniversitesi’nde de benzer birşey oldu. Bu ikisinde
Sezer tercihini, öğretim üyelerinin büyük çoğunluğunun
eğilimine göre değil, az oy alanlardan
yana kullandı.
Peki bu nasıl
oluyor? Nasıl YÖK, 400 oy alanı listesine koymayıp
tek oy alanı cumhurbaşkanına sunacak ve bunda
ısrar edecek kadar hem gülünç hem pervasız olabiliyor?
Neden Sezer, 9 Eylül Üniversitesi’nde, tercihini en çok oyu
alandan yana kullanırken bazılarında bunun
tersini yapıyor? Besbelli bunda başka kaygılar,
en çok da MGK’nın “tavsiyeleri”, daha doğrusu talimatları
rol oynuyor..
Evet, sonuçta bu
işin altından da yine çapanoğlu çıktı.
Meğer MGK, “Rektörler bölücü ve mürteci olmayacak, Atatürkçü
olacak” diye emir buyurmuş! Bilemiyoruz, ençok oyu aldığı
halde listeye konmayan, ve ancak Cumhurbaşkanı Sezer’in
ısrarıyla seçilebilen sözkonusu öğretim üyesi
neyin nesiydi?. Acaba Kürt kökenli mi idi, yoksa Atatürkçü
dogmalardan çok bilim
özgürlüğüne değer veren biri mi?.. Ya Sezer’in tercih
etmedikleri?..
Bu MGK’nın,
yatak odalarımız dahil, burnunu sokmadığı
yer yok! Hatırlarsınız adamlar bir raporlarında,
2025 yılında Kürt nufusu Türk nufusunu geçecek diye
tehlike çanı çalıp, Kürt erkeklerine dağıtmak
üzere çantalarına prezervatif doldurup Kürdistan’a koşmuşlardı…
İşçiye,
Memura Yok
Tanka Topa
Çok!..
Nice hükümeti dağıtacak
tüm çelişkilerine ve Ecevit’in sindirim bozukluklarına
rağmen 57. Hükümet, A-4’le yapıştırılmış
gibi sürüp gidiyor. Çünkü iç ve dış sermaye çevreleri
onun devam etmesini istiyorlar. Çünkü ekonomik programı,
yani IMF reçetelerini hayata geçirmek için bu zorunlu. Enflasyonu
düşürmek için kemer sıkmak gerekli, “popülist politikalardan”
kaçınmak gerekli. Yatırımları daraltmak,
sosyal harcamaları
daha da kısmak, memurun, işçinin, emeklinin ekmeğini
daha da küçültmek, çiftçiye desteği sıfırlamak
gerekli. Bu olmasa enflasyon başka türlü düşmezmiş..
Ülke düze ancak böyle çıkarmış.. Bu acı
reçetelere bir süre daha uymak gerekmiş…
Yıllardır
söylenen narakat bu! Halk bundan artık gına getirdi.
İşçinin, memurun, emeklinin, köylünün canı
burnunda. Ama birşey de yapamıyor. Tepkileri yığınsallaşıp
tüm ülkeyi saramıyor. Çünkü örgütsüz. Çünkü kamuoyunu
oluşturan medya büyük sermayenin elinde. Çünkü polis
ve asker en masum direnişleri kırmaya hazır
bekliyor..
Evet, bu ülke
ordusunun ve polisinin işgali altında!
Ücret artışları
enfasyonun çok altında kaldı. Buna rağmen işçiye,
memura, emekliye para yok. Köylülün ürünü tarlasında,
elinde kaldı; ona da destek yok. Ama silaha, tanka topa,
savaş uçağına-gemisine var, hem de çook var!..
Türkiye, dış
ve iç borç yükü altında boğulmuşken, bütçenin
aslan payı iç ve dış borçların faizlerine
giderken rejim silaha akıl almaz paralar yatırıyor.
140 Küsür helikoptere
tam 5 milyar dolar!
1000 tank için
4 milyar dolar!
8 AVAKS uçağı
için bir milyar dolar!
Ayrıca yeni
savaş gemileri, gökyüzüne atılacak casus uyduları
için kıyamet gibi para…
Ayrıca “geleceğin
uçağına” hissedarlık için büyük paralar…
Ve daha neler
neler!..
Evet bunlar için
para var. Generallerin her dediği oluyor. Ülkenin parası
silaha akıyor. Bu böylesine yoksul bir ülke için akıl
alacak şey mi? Bu kel başa şimşir tarak
değil mi?.
Bunun için zenginlerimiz
kendilerini sıkmıyorlar. Onların işi iş!
Onlar için lüküs hayat üçe-beşe katlanarak devam ediyor.
Halk çoğunluğu ise bu ağır yükün altında
inliyor.
Evet, ancak inliyor..
Oysa ayağa kalkıp, yüzbinler, milyonlar halinde
“artık yeter!” diye haykırmadıkça, bu durum
devam edecek…
FP Milletvekili
Oya Akgönenç:
Kürtlerin, Arapların,
Çerkezlerin Hiçbir Hakları
Yok
Fazilet Partili
milletvekili Oya Akgönenç, Cenewre’de
yapılan Birleşmiş Milletler
İnsan Hakları Alt
Komisyonu toplantısında
yaptığı konuşmada Türkiye’de
"Kürtlerin, Arapların,
Çerkezlerin
hiçbir hakları yok; bunu eleştirmek ise suç sayılıyor,”
demiş. Bu konudaki politikaları eleştirdikleri
için Erbakan’ın
da içinde olduğu çok sayıda kişinin cezalandırıldıklarını
ve siyasal haklarının ellerinden alındığını
söylemiş, buna müdahale edilmesini istemiş.
Doğru
söze ne denir!
Ama
bu doğru sözleri söylediği için şimdi, başta
rejimin güdümündeki medya olmak üzere,
şoven çevreler hemen saldırıya geçtiler. Faşist
dönemin kurumlarından Ankara
DGM ise Akgönenç hakkında
yıldırım hızıyla soruşturma
açtı. Yani adamlar,
Bayan Akgönenç’i de ötekilerin
akıbetine uğratmak için harekete
geçtiler. Yargılanabilmesi
için vatandaşlığının kalması
gereğinden söz ediliyor ve ansızın onun da
ABD vatandaşı olduğu keşfedildi!
Bu baylardan
da elbet bu beklenirdi..
Peki Türkiye’de
Arap, Laz, Çerkez gibi azınlıkların
hiçbir kültürel hakları var mı? Onlar
bir yana, 20 milyon Kürdün
yani koca bir ulusun hiçbir kültürel, yönetsel, siyasal hakkı
var mı?
Besbelli yok
ve bu haklar gaspedilmiş.
Bu bir suç. Türkiye’nin
de altında imzası bulunan
Birleşmiş milletler
İnsan Hakları Temel İlkelerine de aykırı.
Ama
adamlar kendi suçlarını bir yana bırakıyorlar
da, bunu ortaya koyanların yakasına yapışıyorlar.
Boşuna,
yavuz hırsız ev sahibinden baskın çıkar
dememişler. Bunlar hem
suçlu, hem güçlü.
TC’nin
İmzaladığı Yeni
Sözleşmeler
İşin
ilginci, TC tam da aynı
günlerde BM Örgütü’nün insan
haklarıyla ilgili iki sözleşmesini
imzaladı. Türkiye,
1976 yılında kabul edilen ve şimdiye kadar
140 ülkenin imzaladığı
bu sözleşmeyi bugüne
kadar imzalamamakta diretmişti.
Nedenini tahmin etmişsinizdir
elbet. Türkiye uluslararası
bu tür belgeleri imzalamazsa,
onlar mutlaka insan haklarıyla
ilgilidir, özellikle de Kürtleri
ilgilendirir.. Bunlar tam da öyle. Biri medeni ve siyasal
haklarla, ötekisi ekonomik, sosyal ve kültürel haklarla ilgili.
Üstelik bu
sözleşmelerde, azınlık haklarının
yanısıra, her
halkın self determinasyon,
yani kendi kaderini tayin
hakkı da var..
Peki
nasıl oldu da Türkiye bunları imzaladı? Avrupa
Birliği’ne girebilmek için koşullardan biri
de bu!.. Yani ortada "hem bayram, hem seyran var.."
Öte yandan,
imzaladı da ne olacak,
Türkiye Kürtlere self determinasyon hakkı mı tanıyacak,
yoksa ülkedeki çeşitli etnik gruplara azınlık
hakları mı? Besbelli böyle şeyler
Türk yöneticilerinin akıllarından
bile geçmiyor.
Onlar
şimdiye kadar imzaladıkları bu türden hangi
anlaşmanın gereğini yaptılar ki bunu da
yapsınlar. Bu haklar
Helsinki Nihayi Senedi’nde de var ve Türkiye bu
senedi imzalayalı 25 yıl oldu.
Ama AGİT üyesi Türkiye
hangi olumlu adımı attı?
Bu adamlar
bir şeye uymak için değil, mecbur oldukları
zaman imza atar, sonra da
bildiklerini yaparlar. Bu
konuda deneyimli ve pişkinler.
Nitekim,
daha şimdiden, Kopenhag Kriterleri’nden
yan çizmek için nasıl işi Kürt
ulusunu azınlık bile saymamaya,
Kürt dilini dil saymamaya
vardıracak kadar zırvaladılarsa, bu sefer de,
sözleşmenin hükmünden yan çizmek için, self determinasyon
belirlemesinin sömürgeler için konduğunu
ileri sürüyorlar.. Onlara göre kendi
durumlarının sömürgecilikle, Kürdistan’ın
da sömürgelikle ilgisi yok!
Tabi tabi,
Cezayir de sömürge değildi,
halis muhlis “Fransız
vatanı" idi.
Angola ve Gine de Portekiz vatanı idiler!
Türkiye’yi
yönetenler, işlerini
hep böyle zorbalıkla, kandırmaca ile yürütebileceklerini
sanıyorlar. Ama zorbalığın da hile ve
hurdanın da hükmü bir yere kadardır. Onlar da bunu
ergeç öğrenecek.
|