Haber-yorum
- II
Eylül
2000
Doktorlar
da Baskı Altında
İstanbul Üniversitesi Çapa
Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanı
Şebnem korur Fincancı, baskılardan dert yandı
ve şöyle dedi:
“Yazdıkları raporlar
yüzünden soruşturmaya uğrayan, görev yeri değiştirilen
doktor sayısı az değildir. Bu yüzden birkısım
doktorlar korkudan işkence tanısı koyamıyorlar.
Travmatik bulgulara bile raporlarında yer verdiklerinde
değişik baskılara maruz kalıyorlar…”
Gerçekten de Türkiye’de doktorlar,
yıllardır ki işkence raporu veremiyorlar. Üstelik,
karakolda dövülerek veya işkence sonucu öldürülenler
için kalb yetersizliği raporu veriyor, böylece ettikleri
hipokrat yeminini göz göre çiğniyorlar. Arada bir işkence
veya dayak izlerini raporlarına yansıtan doktorların
başı ise belaya
giriyor. Tehdit ve hakaretlere, sürgüne hedef oluyorlar.
Zaten işkence ve darp izlerini
dile getiren doktor raporları da bir işe yaramıyor.
Mahkemeye giden de oradan sıyırıyor. Çünkü
tanık da gerekiyor. Sen gel de karakolun hücresinde tanık
bul! Olsa bile konuşmaya cesaret edeni binde bir çıkar.
Tanık olsa da savcının dava açması, yargıcın
da adil davranması gerek. Oysa bu can pazarında
hem cesur hem adil savcı ve yargıç bulmak pek kolay
değil..
Bu yüzden bu ülkede işkenceciler
kaygısız. İşlerini tam bir gönül rahatlığıyla
yürütüyorlar!..
Evet, bu ülkede doktorlar da
ağır baskılar altında. Böyle olduğu
elbet kimse için bir sır değildi. Önemli ve ilginç
olan bu sözlerin, belki de ilk kez bir doktorun, hem de önemli
bir tıp fakültesinin adli tıpla ilgili bilim dalının
başkanı bir profesör tarafından dile getirilmesi.
Sen gel de böyle bir ülkede adli
tıp raporlarına güven!..
Bir Garip Savcı..
Gazetelerin yazdığına
göre Eyüp Cumhuriyet Savcısı İbrahim Babür,
yargısız infaz suçundan sanık bir polis memuru
hakkında mahkemenin verdiği beraat kararını
temyiz etmiş. Dendiğine göre bir savcının
polis aleyhine bir kararı temyiz etmesi ilk oluyormuş!
Düşünebiliyor musunuz, karakollarında
bu kadar çok işkence sonucu adam öldürülen, cadde ve
sokaklarında, evlerinde, polis ve askerler tarafından
bu kadar çok yargısız infaz yapılan bir ülkede,
hem bundan dolayı mahkum olan polis ve asker enderdir,
hem de savcıların, onlar aleyhine davaları
temyiz ettiği son olaya kadar görülmemiş… Ve Eyüp
Savcısı
akıl almaz bir şey yapmış...
Bu savcı garip değil
de ne! Onu da yarın sürerler, ya da görevine son verirlerse
hiç şaşmayın. 12 Eylül darbecileri hakkında
dava açmayı göze alan Adana’daki savcı yardımcısını
nasıl da hemen görevden aldılar, unuttunuz mu?.
Savcıların görevi kamu
adına dava açmaktır. O, toplumun genel çıkarları
için, kim suç işlemişse onun hakkında dava
açar. Yani savcı bir bakıma taraftır, suçlu
olduğuna inandığı kişinin, yani sanığın
karşısındaki taraftır. Taraftır ama,
düşman değildir. Sanığın suçsuz olduğu
kanaatine vardığı zaman ise onun beraatini
ister.
Türkiye’de ise savcılar
sanki yalnızca vatandaşı suçlamak için varlar.
Buna karşılık, suçlu olup olmadığına
bakmaksızın, vatandaş karşısında
davleti ve devlet adamını, ya da devlet memurunu
korurlar. Bu nedenle savcı kolay kolay bir polisin cezalandırılması
için dava açmaz. Açtığı zaman da beraat halinde
aleyhine yargı yoluna başvurmaz..
Galiba Türkiye’de savcılar
kamu adına değil, devlet adına dava açarlar.
Onlar her zaman vatandaşın karşısında,
devletin yanındadır.. Öyle ya, onlar devlet memurudur..
Gerçekte bu ülkede, doktorlar
gibi savcılar da, yargıçlar da özgür değil.
Onlar da evrensel hukuk ilkelerine, hatta mevcut yasalara
göre davranamazlar. Güçlüyü, özellikle de devleti gözetmek
zorundalar. Devlet kutsaldır, hukukun üstündedir. Üstelik
güçlüdür, adamı ezer.. İşten atar, aç bırakır,
sürer, hatta bazan da öldürür!..
Vatandaş ise bir hiçtir,
bir “abalıdır” o. Vur abalıya!
Bu ülkede kimse özgür değil.
Ne bilim adamları, gazeteciler, yazarlar; ne gençler,
kadınlar, işçiler, köylüler; ne doktorlar, savcılar,
yargıçlar; ne Kürtler, Aleviler ve öteki farklı
dil ve dinlerden halklar, hatta ne de Müslümanlar…
Acaba işverenler, siyaset
adamları ve generaller özgür mü?.
Demokrasi
ve barışın olmadığı yerde kimse
özgür olamaz…
Çağdışı,
yabani, ilkel bir yönetim altında kimse özgür olamaz.
Hatta yönetenler bile. Onlar
da kendi ilkel düşünce ve davranışlarının
tutsağıdır.
Basın Adına Utanç..
İnsan bu ülkede, birçok
aydın geçinenin ve gazeteci esnafının düzeyini
gördükçe, aydınlar adına da, basın adına
da utanıyor.
Adam ülkenin büyük bir gazetesinin
baş köşe yazarı, anlı şanlı
bir gazeteci. (Adı önemli değil; zaten böylesi bir
değil, birçok…) Sözde irtica ile savaşıyor.
Sözde laiklik, çağdaşlık adına kalem oynatıyor.
Ve bu gerekçeyle ülkede düşünce hayatının önünde
bir dikenli tel, bir mayın tarlası işlevi gören
312. Maddeyi canla başla savunuyor! Bu gerekçeyle gerçekleri
olmadık biçimde çarpıtıyor.
Son günlerde, Erbakan’ın
durumu nedeniyle bir kez daha ısınan 312 madde tartışmalarıyla
ilgili olarak bakın ne diyor:
“Bu maddenin yasakladığı
şey batı demokrasilerinde de özgürlük sayılmıyor.
Halkı din ve ırk temelinde, bölge farkı gözeterek
düşmanlığa tahrik etmek, oralarda da cezasız
kalmıyor…”
Beyimiz batı demokrasileri
hakkında işte böyle keyfince ahkam kesiyor, herşeyi
akıl almaz biçimde çarpıtıyor..
Bunca yılın pratiği
gösterdi ki 312. maddenin yasakladığı ve cezalandırdığı
ırkçılık değil, din ve bölge temelinde
halkı düşmanlığa kışkırtmak
da değil, düşünce özgürlüğüdür. Uygulama hep
bu yöndedir. İHD eski Genel Başkanı Akın
Birdal bir ırkçı değil; aksine ırkçılığa,
Kürt halkı üzerindeki baskılara karşı
çıktığı için içerde. Eşber Yağmurdereli
de öyle. Dr. yalçın
Küçük ırkçı, ya da radikal dinci, bölgeci değil,
bir sosyalisttir ve baskılara, ırkçılığa,
şovenizme karşı çıktığı
için içerdedir. Ülkemizin seçkin yazar ve sanatçıları,
Ahmet Altan, Yaşar Kemal, Şanar Yurdatapan ve daha
niceleri, ırkçı, şeriatçı, bölgeci
oldukları, halkı bu gerekçelerle düşmanlığa
tahrik ettikleri için değil, tersine Türk devletinin
akılalmaz baskılarına, ırkçılığa,
bağnazlığa karşı çıktıkları
için yargılandılar ve baskılarla yüzyüze geldiler.
Siz hiç, bir Batı Avrupa
ülkesinde bir aydının ve bilim adamının,
yönetimin bazı politikalarını eleştirdiği,
baskı ve sömürü çarkına karşı çıktığı
için tutuklandığını gördünüz mü, duydunuz
mu? Bir örnek gösterin! Örneğin Fransa’nın Korsika
politikasını eleştiren bir Fransız? İngiltere’nin
İrlanda
politikasını eleştiren bir İngiliz?. Yaksa
hiç eleştirmiyorlar mı? Bu baylar gibi övüp göklere
mi çıkarıyorlar?.
Demek bay başyazar bile
bile, utanmadan, yüzü kızarmadan yalan söylüyor.
Ya siz 312 nedeniyle bir Türk ırkçısının
cezaevine girdiğini hiç gördünüz mü? Hayır, aksine,
bangır bangır ırkçılık yapan bu insanlar
iktidarda, hükümette, parlamentoda, devletin tepelerinde.
Ülkeyi onlar yönetiyor. Siz hiç bu ülkede dini duyguları
baskı ve sömürü çarkından yana kullanan birinin
cezaevine girdiğini gördünüz
mü? Hayır, aksine yıllardır bu işi Demirel
de Ecevit de, onları deviren cuntacı generaller
de yapıyor. Sola ve Kürtlere karşı din silahını
kullanmıyan mı var? Camiler sola karşı
cihat kampanyaları için az mı kullanıldı?
Askeri uçaklarla Kürdistan’a
az mı dini bildiriler
atıldı?..
Ama bu vurgun, soygun ve zulüm
düzenine eleştiri getiren dindarlar hariç! O zaman “vur
mürteciye!”
Erbakan’a gelince, günahım
kadar sevmem. Bir din taciri olduğundan hiç kuşkum
yok. Ne demokrasi ne de başkalarının özgürlüğü
onun umurunda. İktidarda olsun muhalefette olsun, bu
yoz düzene hizmet etti. Gazetede resmini, televizyonda cemalini
görsem tepem atar. Ama bu başka, Erbakan’ın mahkumiyetinin
haklı olup olmaması, bunun özgürlüklerle, demokrasiyle,
adalet duygusuyla bağdaşıp
bağdaşmaması ayrı bir konu.
Bunun için, “baskı çarkı
sonunda gelip Erbakan’ı da buldu, oh olsun!” demek elbet
mümkün. Ama bu demokratik, çağdaş ve akıllıca
bir tavır olmaz. Böyle bir tutum baskı rejiminin
ömrünü uzatır.
Erbakan’a verilen ceza da,
din sömürüsü, ırkçılık, ya da bölge ayrımı
yaptığı, bu amaçla halkı kışkırttığı
için değil, tersine, yıllardır pervasızca
işletilen bu ırkçılık ve şovenizm
çarkını eleştirdiği içindir. Erbakan,
1994 yılında Bingöl’de yaptığı konuşmada
söylediği şu sözlerden
dolayı mühkum oldu:
“Sen ‘Türküm, doğruyum,
çalışkanım’ dersen, eloğlu da çıkar,
‘ben de Kürdüm, daha doğru ve daha çalışkanım’
der…”
Erbakan bu sözleri Kürtlerden oy
toplamak amacıyla söylemiş olabilir ve kuşku
olmasın, tam da bu amaçla söylemiştir.. Ama önemli
olan söylediklerinin doğru ya da yanlış olup
olmadığıdır. Üstelik ırkçılık
yapan kim? Çocuklara -Türk, Kürt ya da başka halktan
olup olmadığına da bakmaksızın- her
sabah “Türküm doğruyum, çalışkanım!” diye
başlayıp “varlığım Türk varlığana
armağan olsun!” diye biten bir andı içirenler mi,
yoksa, buna karşı çıkanlar mı?.
Bu ant tek başına ırkçılığın
daniskasıdır. Böyle birşey hiçbir uygar ülkede
görülmez.
“Ne mutlu Türküm diyene!” türünden,
dağlara taşlara yazılan bir slogan, faşist
ülkeler dahil, dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir.
Şimdi her allahın günü, her yerde olur olmaz okunan
10. Yıl Marşı’ndaki, “Türk önde, Türk ileri!”
türünden ırkçı dizeler hiçbir uygar, demokratik
ülkede görülemez. Ama Türkiye’de bunun gibi yüzlerce, binlerce
ırkçılık örneği var. Ve bunların
hepsi başka halklara düşmanlığı içeriyor.
Bunların hepsi kışkırtıcıdır.
Ama sözde irtica ile mücadele
eden sözkonusu baylar bütün bunları görmezden, bilmezden
gelirler. Bunlar, kendileri bal gibi ırkçılık
yaparken, başka halklara yönelik baskıları,
hatta soykırım politikalarını bile alkışlarken
ırkçı, kışkırtıcı diye
başkalarını suçlarlar.
Bunlar kendi alınlarındaki
lekeyi başkalarına, hem de acımasızca
ezdikleri, soykırıma tabi tuttukları Kürtlere
sürmeye çalışan utanmaz gözaçıklar.
Evet, şu garip işe
bakın, özgürlük istediğimiz, dilimize, kültürümüze
vurulan zincirlerin kaldırılmasını istediğimiz,
ülkemizin talanına karşı çıktığımız
için ırkçı sayılıyoruz! Nerdeyse bizi
soykırımla da suçlayacaklar!
Bunlar kurbanlarını
suçlayan katiller!
“Devrimci” ve “aydın” olmakla
övünen kemalistler, hatta “sol kemalistler” bu garip süreç
içinde önce Demirel’le uzlaşır, sevişir oldular,
şimdi de bozkurt partisi MHP ile! Artık MHP ile
birlikte, baskı ve zulmün hizmetindeki anti demokratik
yasaları korumak için çırpınıryorlar..
Ne kadar da iyi anlaşıyorlar! Kürt düşmanlığı
onları nereden nereye getirdi..
Egemen ulus milliyetçiliği
baskıcıdır, gerecidir, şovenizmdir ve
yolu faşizme gider.
Böylelerinin bir de çağdaşlık,
laiklik adına konuşmaları ne kadar iğrendirici.
İnsan bu ülkenin basını, aydınları
adına utanıyor!..
“78’liler Vakfı” Kuruldu
12 Mart dömenin ağır
baskılarına hedef olan o dönemin genç kuşağı
daha sonra “68’liler” adı altında örgütlenmişti.
Şimdi de, 12 Eylül darbesinin 20. yıldönümünde ve
yoğun tartışmaların yapıldığı
şu günlerde, 12 Eylül’ün mağdurları örgütleniyorlar.
Bunların bir bölümü “78’liler” adı altında
bir vakıf kurdular.
Vakıf girişiminin sözcüsü
Cemalettin Can şöyle diyor:
“Yeter artık!.. 78 kuşağını
yok sayan sessizliği artık kabul etmiyoruz. Kimse
bundan böyle yasaklarımızı sessizce sineye
çekmemizi beklemesin. Bizleri vuranlar, kıranlar, katledenlerin
kimileri TBMM’de milletvekili, hatta hükümette bakanken ve
nerdeyse iktidarı toptan ele
geçirebilecek konumdalarken 12 Eylülcüler’in yirmi binimizin
elinden almış olduğu siyaset yapma, kamu haklarını
kullanma haklarımızın iade edilmesi, kısacası
her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının sahip
olduğu hak ve özgürlüklere sahip olmak istiyoruz.
"Ellerimize
vurulan zincir kalksın istiyoruz. Konuşmak istiyoruz.
Devrimci eylemin içinde ne şekilde, hangi eğilim
ve grup içerisinde yer almış olursa olsun, yasaklı
tüm 78 kuşağının konuşma, gösteri
yapma, seçilme hakkının ve en sıradan bireysel
yurttaşlık haklarının
tanınmasını istiyoruz.
“Taraflardan biri her düzeyde
yasaklı, öteki ise hükümet sürmenin keyfini yaşıyor.
“Bu adaletsizliğe son verilmelidir.
“12 Eylül yargılamaları
bütün sonuçlarıyla ortadan kalkmalıdır.
“Ayrımsız bir genel af
ilan edilmelidir.
“Yargının bile ‘gayrimeşru’
ilan ettiği 12 Eylül Anayasası, kökten değişmelidir.”
Türkiye Çocuk Haklarından
Korkuyor!
Türk devleti sözde BM Çocuk Hakları
Sözleşmesi’ni imzalamış. Ama öyle çekinceler
koymuş ki bu imzanın bir anlamı kalmamış.
Türkiye bu sözleşmenin 17,
29 ve 30. maddelerine çekince koymuş; yani bunlara uymam
demiş. Peki bu maddelerde Türk devletini korkutacak ne
var?
17. madde çocuğun değişik
kaynaklardan bilgi edinme hakkıyla ilgili. Aynı
zamanda devletin iletişim araçlarının, örneğin
radyo ve televizyonun, çocukların kültürel, sosyal, ruhsal
ve zihinsel gelişimini sağlıyacak bilgiler
yaymasını; barıştan yana ve şiddete
karşı değerlerin öğretilmesini öngörüyor.
TC buna karşı! O çocukların
değişik kaynaklardan değil, tek kaynaktan bilgilendirilmesinden,
kemalist dogmalara göre şekillendirilmesinden yana. O
tek tip insan istiyor!
Nerdeyse tüm dünyayı, hatta
kendi halkını düşman gibi gören bu rejim, çocukları
barışçı değerlerle değil, ırkçı,
şoven, saldırgan değerlerle koşullandırıyor.
Türkiye’de şiddetin bu kadar yaygın ve günlük hayatın
bir parçası olması bir rastlantı değil.
29. Madde, devletin çocuğa
sağladığı eğitimin onun kendi öz
kültürel kimliğine, anadiline ve değerlerine uygun
olmasını öngörüyor..
Tanrı Türkü korusun! Kürt
dilini hayatın her alanında yasaklıyan, Kürtçe
Türküleri bile yasaklıyan, Kürt dilini, kültürünü ve
tarihini inkar eden ve eğitim politikasını
Kürtleri ve diğer halkları Türkleştirme üzerine
kuran TC hiç bunu yapabilir mi?
30. maddede ise şöyle
deniyor: “Azınlıklara
ve yerli halklara mensup çocuklar, kendi kültürlerinden yararlanma,
kendi dinlerinin gereklerini yerine getirme ve kendi dillerini
kullanma hakkına sahiptirler…”
Bunu Türk yöneticilerden isteyeceğine
onların canını al daha iyi! Hiç bunları
yapabilirler mi? Yıllardır Anadolu’yu Türkleştirmek
için kan revan içinde bırakanlar, Ermeniyi Rumu, Kürdü
kırımdan geçirenler, Kürdün, Lazın, Çerkezin,
Arabın dilini yasaklıyanlar, nasıl çocuklara
ana dillerinde eğitim hakkı tanırlar, nasıl
onların kendi kültürel kimliklerine ve değerlerine
saygı gösterirler?..
Üstelik AB tüm üye adaylarından
bu hakların tanınmasını, hayata geçirilmesini,
ayrıca Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin okul eğitim
programlarına konmasını, çocuklara insan hakları
ilkelerinin öğretilmesini, azınlıklara karşı
önyargılarla mücadele niteliğinde kampanyalar açılmasını
istiyor. AB bunu ev ödevi olarak Türk devletinin de önüne
koymuş..
Yani AB kurda diyor ki: “dişlarini
sök!”
Bu olacak şey mi? Tabii
ki Türk devleti bu maddelere çekince koyacak! Çocuk hakları
da neymiş! Bunlar tahlikeli işler!..
Görülüyor ki bu devletin bir
ayağı BM’nin içinde, bir ayağı dışında.
Bir ayağı AB’nin içinde, bir ayağı dışında..
Bunlar uluslararası sözleşmeleri
hem imzalarlar, hem imzalamazlar!..
Woltaire, Woltaire! Senin zamanından
beri bu Osmanlı Türkleri (gerçi sen başka bir şey
diyordun, ama biz ne de olsa komşuyuz, ayıp olur..)
hiç değişmediler, bir adım ileri gitmediler.
Hele şimdi başını kaldırıp yaptıklarını
görsen, kendine bir başka dünya
arardın!.
Yılmaz’ı Anlamak
Zor..
Mesut Yılmaz, bir süre önce
gazetecilerle yaptığı bir toplantıda AB
üyeliği konusunda çekingen davranan Ordudan ve MHP’den
söz etti, bu önyargıların aşılması,
“bu çevrelerin de ikna edilmesi” için medyadan, sivil toplum
kuruluşlarından ve iş dünyasından destek
istedi. Yılmaz’ın bu sözleri hem destek gördü, hem
de eleştirildi. Eleştirenler, bunun için Yılmaz’ın,
hükümetteki bir partinin başkanı ve AB ilişkilerinden
sorumlu bakan olarak, bu işin öncülüğünü yapması,
kamuoyu
oluşturmada başı çekmesi gerektiğini söylediler.
Biz de aynı kanıdayız. Belli konularda şartlanmaları,
önyargıları kırmak, kitle desteği almak,
cesaretli çıkışlar ve kararlı bir öncülük
gerektiriyor. Yılmaz’sa bazan güzel, hatta cesaretli
sözler ediyor,
sonra da unutuyor. Hatta bazan, aradan çok geçmeden tam tersini
söylediği ve yaptığı oluyor..
Yılmaz aynı günlerde
Anap Başkanlık Divanı’da yaptığı
bir konuşmda da, her MGK toplantısında komuta
kademesiyle başbaşa kaldıklarını,
28 Şubat kararlarının uygulanmasına ilişkin
kendilerinden hesap sorulduğunu söyledi. Ve ekledi: “Ordu
iki konuda çok hassas; birincisi irtica, diğeri bölücülükle
mücadele. Eğer sivil idareler, üzerine düşeni yaparsa
asker kesim kışlasında kalır. Unutulmasın
ki, 28 Şubat sivil ve demokratik rejime son avanstı…"
MKG toplantılarında komutanların
sivil kesime, yani hükümete sık sık fırça attığı,
son sözün onlarda olduğu elbet bir meçhul değildi.
Önemli olan bunun ilk kez, başbakanlık yapmış
biri tarafından dile getirilmesi oldu. İyi de oldu.
Mesut Yılmaz bazan, Türk politikacılarda çok az
görülen türden, açık konuşan biri. Ancak bundan
sonraki sözleri, yani çözüme ilişkin olarak dediklerinin
ise iler tutar yanı yok. Ordu iki konuda, “irtica ve
bölücülük”le ilgili çok hassasmış ve sivil
kesim eğer görevini yaparsa, ordu kışlasında
kalırmış..
Peki sivil kesim görevini nasıl
yapacak? Komutanların her dediğini yaparak mı?
O zaman bu sayın sivillere, hükümete ve cumhurbaşkanına
ne gerek var? Ülkenin en önemli sorunları konusunda generaller
karar verecekse, buyursunlar, çavuş ve erleri vasıtasıyla
yönetsinler! Gerekiyorsa sivillerden deneyimli katipler de
tutsunlar!
Mesut Yılmaz’ın dediği
ne yazık ki bir çözüm değil, çözümsüzlüğün
devamı. Ordu ile karşı karşıya gelmemek
için onun her dediğini yapıp generalleri yatıştırma..
Yoksa bu “demokrasiye verilen son şans” olur, ordu yönetime
el koyar..
Buyursun koysun! Her dediğini
zaten yaptırdıktan sonra…
Oysa artık dünya 1960’ların,
70’lerin, 80’lerin dünyası değil. Artık yönetime
el koymak el yakar. Ne ulusal ne de uluslararası kamuoyu
buna evet demez. Yapan bin pişman olur ve belki de artık
bu işler bir son bulur. Oysa bugünkü durum çok daha kötü.
Ordu yine de idare ediyor, her dediğini yaptırıyor.
Böylece ülke tam bir alacakaranlıkta sürüp
gidiyor.
Demokratikleşmenin önünde
ordu!
Kürt sorununun barışçıl
çözümü önünde ordu!
Başörtüsünün karşısında
ordu!
AB adaylığının
önünde ordu!
En azından bu sivil baylar
öyle gösteriyorlar. Eğer dedikleri doğruysa, bu
durum aynı zamanda kendi iktidarsızlıklarının,
korkularının, çapsızlıklarının
bir ürünü. Aslında, biraz da kendi beceriksizliklerini
ve günahlarını orduya yükleyip işin içinden
sıyrılma kolaylığı..
Aslında kendileri de Kürt
sorunu konusunda, demokratikleşme ve benzeri birçok konuda
generallerden farklı düşünmüyorlar.
Eğer düşünüyorlarsa,
sözlerinin arkasında durmalılar. Daha doğrusu
halkın karşısına çıkıp gerçekçi
çözümleri cesaretle ortaya koymalı, destek istemeliler.
12 Eylül Anayasasını
kaldırmalı, demokratik bir anayasa yapmalılar.
Bu generallerin değil, parlamentonun işidir.
Özgürlüklerin önünü açmalılar.
Kürt sorununu adil biçimde, Kürtlerin
haklarını tanıyarak çözmeli, ülkeye barış
getirmeliler.
Hemen tüm komşularını,
bizzat ülkenin Kürt ve Türk halkını bir düşman
gibi gören bu paranoya son bulmalı.
Ordu, tüm uygar ülkelerdeki gibi
sınırlarına çekilmeli, ülkenin savunmasıyla
görevli olmalı ve sivil yönetimin buyruğu altında
olmalı.
Ama tüm bunlar, “ordunun hassasiyetlerine”
teslim olarak yapılamaz.
Yılmaz’ı anlamak zor.
Belki de yeni yeni anlıyoruz..
Mesut Yılmaz ANAP’ın
başına, Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesi
üzerine geçti. Başkan oldu, ama lider oldu mu acaba?.
Liderlik güçtür. Çiller de Demirel’in
yerine böyle oturdu. Demirel, tüm demagojisi ve ilkesizliğine
rağmen politikada deneyimli biriydi. Çiller Hatun ise
deneyimsiz, birikimsiz, nerede ne söyleyeceğini bilmeyen,
ikide bir çam deviren biri, adeta bir vitrin süsü.. Demirel’in
yerine oturması ise kendisi bakımından daha
da şanssızlık; Demirel’in koltuğu ona
çok bol geliyor!.
Mesut Yılmaz ise, politikada
deneyimi, birikimi olmakla birlikte, Özal gibi birinin yerini
doldurmak kolay değil. Özal sermayenin adamı ve
bir emek karşıtıydı. Kuşkusuz biz
sosyalist olarak onunla karşıt kamplardaydık.
Ama Özal kafasına koyduğunu yapmakta kararlı
biriydi. Hem 12 Eylül çarkını işletmek için
elinden geleni yaptı, hem de günü geldi, “bizde de komünist
partisi kurulabilir” diyen ilk kişi oldu. Kürt sorununun
çözümünde eski politikaların, şiddetin ve inkarın
yetmediğini görünce,
tutum değiştirdi,
diyalog yolları aradı, hatta “federasyon bile tartışılmalı”
dedi. Demirel’e, Güney Kürdistan’ı da kapsayacak bir
Türk-Kürt federasyonu önerdiğini yeni yeni öğreniyoruz.
Böyle bir ufuk hem zeka, hem yürek ister. Özal bir maceracı
değil, girişimci
idi. Kürt düşmanlığına tutsak olup sorunları
da kitleyenler bunu elbet anlayamazlar.
Özal lider özelliklerine sahip
biriydi, ne yazık ki erken gitti. Belki de götürüldü..
Sayın Yılmaz ise bir
gün Özalleşiyor, değişimci öneriler yapıyor,
ertesi gün değişmez, yenilenmez, oportünist Demirel
oluveriyor.. Kararlı değil. Bir gün “Kürt sorununun
aynı zamanda siyasal ve kültürel yönü var,” diyor, ertesi
gün unutuyor. Bir bakıyorsunuz “AB’nin yolu Diyarbakır’dan
geçer,” diyor, bir süre sonra “ordunun hassasiyetlerini
göz önüne alırsak, ordu kışlasında kalır,”
diyor.
Ordu Kürt sorununun siyasi çözümüne
karşı, peki ne yapacaksınız?. Deneyimli
bir devlet adamı, “savaş bile generallere bırakılamıyacak
kadar ciddi bir iştir,” demişti; siz Kürt sorunu
gibi, ekonomik, siyasal, kültürel çok yönlü bir sorunun, ülkenin
en temel sorununun çözümünü savaşın teknik uzmanları
askerlere mi bırakacaksınız? Ozaman yalnız
suçluları yakalama işini ve işkenceyi değil,
ceza hukukunu düzenleme işini de polise verin!..
Liderlik
zor iş. Baksanıza, “şair, çağdaş
ve pek dürüst” Ecevit hazretleri bile, ileri gidemeyince her
gün biraz daha geriye düşerek nerdeyse ordunun bir emir
erine dönüştü.
Bu ülkeden adam gibi bir lider,
bir De Gaulle, bir Tony Blair
çıkmayacak mı? Yazık!..
|