PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 
Kısa Haberler - Yorumlar

Eylül 2000

Sol ve İlerici Partilerin Stokholm Konferansı

İsveç Sol Partisi’nin girişimiyle 1-3 Eylül tarihleri arasında Stokholm’de Avrupa sol ve ilerici partilerinin katıldığı bir konferans düzenlendi. Konferansa Avrupa’nın değişik ülkelerinden 60 dolayında sosyalist, komünist, çevreci ve ilerici partinin, ayrıca çok sayıda sendika, gençlik ve kadın örgütünün, ilerici kuruluşların temsilcileri katıldı.

Konferansa Kürdistan Sosyalist Partisi’ni (PSK) temsilen Genel Sekreter Kemal Burkay’ın başkanlığında bir heyet katıldı. Türkiye’den Demokrasi ve Barış Partisi adına Genel Sekreter Fehmi Demir, Özgürlük ve Demokrasi Partisi adına ise Hayri Kozanoğlu katılmıştı. Ayrıca Kürdistan Dernekleri Federasyonu (KOMKAR) da davetli olarak konferansa katıldı. İsveç’te yaşayıp Sol Parti içinde politika yapan bazı Kürt şahsiyetleri de bu toplantıya katıldılar.

Konferans 1 Eylül dünya barış günü, Stokholm Belediyesi’nin büyük salonunda düzenlenen bir törenle, İsveç Sol Partisi Genel Başkanı Bayan Gudrun Schyman’ın açış konuşmasıyla başladı. Daha sonra ABF salonlarındaki çeşitli seminerlerle devam etti.

Bu seminerlerde sol hareketin yüzyüze bulunduğu uluslararası düzeydeki çeşitli konular tartışıldı. Bunlar arasında, Berlin duvarının çöküşünün ardından Avrupa solundaki yeni durum, globalleşme, Avrupa Birliği, çevre sorunları, sendikalar sorunu, kadın sorunu, Kıbrıs ve Balkanlardaki sorunlar gibi konular vardı. Kürt sorununa da konferansın hazırlık sürecinde bağımsız bir seminer konusu olarak yer verilmişti. Ama nedense, konferansa birkaç gün kala listeden çıkarıldı, gerekçe olarak da bunun için yeterince hazırlık yapılamadığı ve yeterli katılımcı çıkmadığı ileri sürüldü.

Kürt sorununun gündemden çıkarılmış olması bir eksiklik olsa da, konferans, gerek katılım, gerekse ele aldığı konular bakımından uluslararası sol hareket için önemli bir tartışma forumu oldu. Özellikle Sovyetler Birliği’nde sistemin çöküşünün ardından globalleşmenin hızlandığı, neoliberal politikaların güç ve yaygınlık kazandığı bir dünyada, emeğin, çalışan kitlelerin çıkarlarını korumak, sosyalist hareketin toparlanmasını sağlamak, çevrenin korunması, sosyal haklar, kadın hakları gibi konularda ortaklaşa neler yapılabileceğini sorgulamak bakımından iyi bir diyalog ortamı yarattı.

PSK ile ilgili olarak İngilizce hazırlanmış olan bir bilgi dosyası, konferans sırasında çeşitli partilerin temsilcilerine iletildi.

Bahçeli’nin Diyarbakır Gezisi

Nereden Nereye!..

Diyarbakır son zamanlarda Türk liderlerin adeta su yolu, stres atmak, moral depolamak için uğrak yeri oldu.. Demirel’in ardından Yılmaz ve Ecevit sık sık uğrar oldular. Kısa süre önce de MHP lideri Bahçeli Diyarbakır’a gitti.

HADEP çevresi Demirel’i alayu vala ile karşılamıştı. Bahçeli’ye de “sıcak bir ilgi” gösterildi.. HADEP’li belediye başkanları 30 Ağustos törenlerinden kovuldular, ama önemli değil! Diyarbakır Belediye Başkanı Feridun Çelik, “Serok”un basın-yayın organları ve kurye “avukatlar” vasıtasıyla gönderdiği ısrarlı talimatlarına uygun olarak Bahçeli’yi iyi biçimde karşıladı, saygıda kusur etmedi ve yaptığı konuşmada şöyle dedi:

“Çatışacağımıza, elbirliğiyle ülkemizi kalkındıralım!”

Bu sözler Bahçeli ve ekibi tarafından alkışlandı. Türk burjuva basını bu güzel tabloyu yansıttı. Şunları eklemeden de edemedi:

“12 Eylül öncesi, Türkeş Diyarbakır’a geldiği zaman kıyametler kopmuş, konuşma yaptırılmamış, apar topar kenti terketmişti…”

Evet, aynen öyle olmuştu. Nereden nereye!..

Peki, madem sonunda böyle olacaktı, madem sömürgeci rejimin baş aktörü Demirel’e alkış çalacaktık, madem nasyonal sosyalist Ecevit’i, onun yanısıra ırkçı kurt partisinin liderini böylesine bağrımıza basacaktık, o zaman onca hırgüre, kavga dövüşe ne gerek vardı?

Başkaları, “mücadeleyi barışçı ve siyasal yöntemlerle yürütelim” derken, “yoo, ille de silahlı mücadele!” diyenler kimdi?..

Başkaları ,“federasyon biçiminde birarada barış içinde yaşayabiliriz,” derken, “yoo, ille de ayrı devlet!” diyenler kimdi?..

Hey gidi kavanoz dipli dünya heyy! Dün savaş narası atanlara alkış çalanlar, şimdi de sömürgeci rejimin önünde dize gelme politikasına alkış çalıyorlar; bu rejime, onun ideolojisi kemalizme, üniter devlete övgü diziyorlar. Belki de o kadar çığırtkanlık bunun içindi. Belki de Kürt halkı o maceraya bunun için, planlı-sistemli sürüklendi. Kürdistan alt üst edildi. Kürt halkının bir bölümü koruculaştırıldı, bir bölümü göç etti. Kürt devrimci potansiyeli telef edildi. Şimdi de iki ateş arasında kalıp ezilmiş, terörden bıkmış Kürt halkı, sömürgeci rejime bir tepsi içinde sunuluyor..

Belki de olan biten tam bir danışıklı dövüştü.

Belkisi fazla!

Kürt halkı da Türk halkı da çok kötü oyuna getirildi. Olan ülkemize, insanlarımıza, yitirilen onca yıla oldu. Bu, sömürgeci-militarist rejimin soğuk savaş dönemindeki bir kanlı oyunuydu.

Herşey çok açık. Tüm bu olup bitenlere rağmen gerçeği göremeyenler için, tanrı bir göz, ya da biraz akıl-izan versin demekten başka ne yapabiliriz. Görmek istemeyenlere ise zaten sözümüz yok; o “şerefli” zatlar işlerine devam etsinler…

Bir Ombudsman Yetmez..

Türk hükümeti, herşey tamammış da bir o eksikmiş gibi, bazı uygar ülkelerdeki “Ombudsman” kurumunu (danışman niteliğinde bir denetim kurumu) Türkiye’de de hayata geçirmeye çalışıyor.

Bu da nerden çıktı, diyeceksiniz. Girişim Adalet Bakanı H. Sami Türk’ten. Ama bu da fikir de yine, Demirel’e, çapına uygun bir iş ve görev ayarlamakla meşgul, Cumhurbaşkanı Sezer’e karşı ise kin ve öfke dolu Ecevit’ten geliyor olsa gerek.. Demirel’i bu şekilde Sezer’in karşısına dikecekler, gündemde tutacaklar...

Hazretin çapı ise oldukça geniş, ense-göbek o biçim!..

Desene bu adam, bundan böyle de “baş denetçi” diye, hakkımızı-hukukumuzu arayacak! O hak ve hukuktan artık hayır gelir mi?

Bu durumda kurdu da kuzulara ombudsman yapmalı!

Zaten kaygı duyuyorduk, bu Demirel yakamazı bırakmaz, mezara düşse bile oradan zarar vermeyi sürdürür, diyorduk. Aynen öyle! Ecevit’le onu teneşir tahtası bile paklayamaz! Adam onca yıl ve onca kez başbakanlık, sonra cumhurbaşkanlığı yapmış, yaşı seksene dayanmış, bir ayağı çukurda; ama gözü hala doymamış. Ne hırs ne hırs!..

Herneyse, belli ki bu iş de olacak.. Ancak bir tane ombudsman az gelir, bari iki olsun. Demirel Kürtleri temsil edemez. Bir de Kürtlerin ombudsmanı olsun!

Biz bu konuda İmralı’daki zatı öneriyoruz. Kendileri büyük bilgi ve tecrübe sahibidirler, ülkemiz bundan yararlanmalı!..

Zaten hizmette kusur etmiyor, bari bu işi yasal hale getirelim..

Demirel’in "Demokrasi Müzesi"

Demirel için doğduğu köy olan Isparta’nın İslamköy’ünde bir müze yapılmış, adı da “Demokrasi Müzesi!"

Bay Demirel’in kendisi de, “bunun bir eşi benzeri yok!” diyor ve devam ediyor: “Çünkü bu elli yılın hikayesidir, bu elli yılın bir eşi benzeri yok!..”

Gördünüz mü? Bay demirel birkez daha kendisini bulunmaz Hint kumaşı sanıyor, kendi hayat hikayesini eşsiz, benzersiz sayıyor ve kedisini demokrasinin bir abidesi gibi görüyor..

Bay Demirel’in hem bedenen hem de fikren müzelik olduğuna kuşku yok; ama onun adını demokrasi ile biraraya getirmek demokrasiye yapılacak en büyük hakarettir.

Bay Demirel’in demokrasi ile ilişkisi ancak bir demokrasi düşmanı olarak vardır. Onun, dediğinin aksine, elli yıl olmayıp 1963’lerden bu yana süregelen yaklaşık kırk yıllık politik yaşamı yalan dolan, vurgun ve zulümle örülüdür. O en başta kendi ailesini, yakınlarını devletin sırtından zengin etti. O emekçilere, aydınlara, gençlere, diğer bir deyişle halka karşı, devletin baskı çarkını acımasızca işletti. Faşist katil çetesi, 1960’lı yıllardan başlayarak onun kanatları altında gelişip serpildi. “Bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz!” diyen odur. Kürt halkına karşı kirli savaş onun zamanında derinleşti. Sivas’ta, kırka yakın aydının ve ilericinin katli sırasında o devlet başkanıydı ve bu olayda “sakın halkımızın burnu kanamasın!” diyerek saldırgan güruha müdahale edilmesini önleyen odur.

O sadece kişisel ikbali için çalıştı. Sedece kendisi için istedi! O bu ülkenin tanıdığı en ikiyüzlü, en egoist kişidir.

Onu demokrasi mücahidi ilan edenler ise, kendisi gibi utanmaz ve kaşarlanmış kişilerdir.

Batık Bankalar ve Demirel Ailesi

Şu günlerde IMF temsilcisi Cotarelli yine Türkiye’de ve yine “ince ayar” istiyor. “Ya vergileri arttırın, ya masrafları kısın,” diyor. Her iki durumda da yük emekçilere binecek. Çünkü bu ülkede vergi verenler onlar, masraflar kısıldığı zaman da çoğu sosyal harcamalardan gidiyor ve ceremesini yine onlar çekiyor.

Peki bütün bunlar ne karşılığında: Bir milyar dolar dış kredi daha alınsın diye..

Güzel de, alınanlar ne oluyor? Türkiye, dibi delik bir çuval, istediğin kadar koy, delikten akıp gidiyor.

Daha kısa süre önce, içleri boşaltıldığı için iflas eden sekiz bankanın yol açtığı toplam kayıp ise 8,3 milyar dolar!.. Devlet bu bankalara para yatıranlara güvence verdi, yani zararlarını karşılayacak. Böylece bu bedeli halk ödeyecek. İşte “dürüst” Ecevit’in işleri..

Bu bankaların sahiplerine gelince.. Bunlardan biri Murat Demirel, Yurtbank’ın sahibi. Bankanın kaybı 1,3 milyar dolar. Sözde iflas etmiş. Ama adamı, askerlik yaptığı Kayseri’den almak için özel uçağı ayağına geliyor! Yalnız o değil: Anlı şanlı 9. Cumhurbaşkanı Amca Demirel de…

1,8 milyar dolar kayba yolaçan Bank-Ekspres’in eski sahibi ise Demirel’in sevgili dostlarından, “değerli işadamı” Cavit Çağlar..

650 milyon dolar kayba yolaçan Esbank’ın sahibi Ali Balkaner, bildiğimiz kadarıyla bu da Demirel’in dost ve yakınlarından biri.

Kuşku olmasın, ötekilerin de Demirel’le bir dostluğu yakınlığı vardır!

İşte bu Demirel şimdi Ombudsman, yani baş denetçi, ya da hakem olacak, yolsuzlukları, haksızlıkları araştıracak, düzeltecek…

Buyrun, burdan yakın!

Görüyor musunuz, adamlar nasıl da işlerini sağlam kazığa bağlıyorlar..

Kısa süre önce Danıştay’ın arşiv deposu yandı kül oldu. Şu günlerde habire vergi daireleri tutuşuyor. Nedeni belli, birkaç hayali ihracatçının, hırsızın üzerine gidildi; adamlar her yerde delilleri yok ediyorlar.

Valla bunlar, izleri yok etmek için bütün Türkiye’yi yakarlar!..

Kirli Savaştan Kim Ne Kazandı?

Irkçı-şoven çevreler, generaller, memetçik basındaki kiralık kalemler, 15 yıldır Kürtlere karşı sürdürülen kirli savaştan övgüyle söz ediyorlar, zafer kazandıklarını ileri sürüyorlar. Türk ordusu hiçbir ordunun yapamadığını yapmış…

Bu bir zafer mi? Kime karşı zafer?.

Herhalde PKK’ya karşı değil. Çünkü PKK’yı kendi elleriyle kurdular. Bizzat Apo’nun deyişiyle, PKK başlarda, üç yıl süreyle onlar ne dedilerse yaptı, şimdi de yine onların hizmetinde..

Demek ki bu “zafer” Kürt halkına karşı kazanılmış.. Kürdistan alt üst edilmiş. Onbinlerce genç kıyılmış, binlerce köy, onlarca kasaba yerle bir edilmiş, milyonlarca Kürt sürülmüş… Evet, bu kadar kötülüğü hiçbir ordu yapmadı! Böyle bir acımasızlığı, yıkımı, kıyımı, ne Fransız ordusu Cezayir’de, Ne Amerikalılar Vietnam’da, ne Portekizliler Angola’da yaptılar…

Hani Kürtler de Türktü, en azından “kerdeş”ti?. Türk Türke, kardeş kardeşe bunu yapar mı? Demek ki 65 milyonun üçte biri, en azından 20 milyon insan kardeş değil “düşman”mış.. Ülkenin üçte biri de yurt değil, düşman toprağıymış…

En azından 15 yılın sonunda bu anlaşıldı. “Zafer”in bir kazanımı bu..

Ayrıca ölen, sakatlanan onbinlerce Kürdün yanısıra (ki onlar düşman, onların hesabı yapılmaz!), binlerce Türk genci de bu savaşta hayatını yitirdi. İşte “zafer”in bir ürünü de bu.

Ya solla ve Kürtlerle savaşmak üzere kurulan Kontrgerilla, JİTEM, İBDA- C, hatta PKK?!. Ya PKK kontrolden çıkınca onunla savaşsın diye kurulan Hizbullah?!.

Ya bu politikaların sonucu palazlanan ırkçılık, şovenizm, irtica?.

Ya bütün bunların ürünü olarak çeteleşen, uyuşturucuya ve kara paraya bağımlı halen Türk devleti, Türk politikası?

Ya göçle, yıgılmayla altüst olan kentlerin düzeni?. Ya şiddete batan, hastalanan toplum, yaşanan sendrom?.

Ya güçlenen militarizm, bir karikatüre dönen demokrasi?.

Ya resmi rakamlara göre, bu 15 yıllık çatışmanın yol açtığı 100 milyar doları aşan savaş harcamaları?. Hatta, Kürdistan’daki ekonomik yıkım, turizmdeki kayıplar da hesaba katıldığı zaman, kimi uzmanlara göre 400 milyar dolar?!.

Evet, “Türk soyundan geldiği” ya da “kardeş” olduğu söylenen Kürtlerin meşru haklarını tanıyıp onlarla barış içinde yaşanılacak bir düzen kuracaklarına, Kürtlerle savaşıp, bu ülkeyi cehenneme çevirip yüzmilyarlarca doları heba edenler, şimdi de bir milyar dolar için IMF’nin kapısına ya da ele ayağa düşenler, kendilerini zafer kazanmış sayıyorlar!.

Ne zafer, ne zafer!..

Pirus zaferi bundan on kat daha iyidir!

Aklınız olsa ne o işleri yapardınız, ne bu sözleri söylerdiniz.. Bu savaşın kazananı yoktur. O her iki halka da yalnızca kaybettirdi, hem de çok büyük kayıplar…

Bu nedenle, şimdiki beyni yıkanmış zavallı sokak kalabalıkları sizi alkışlasa bile, tarih sizi, yalnız zorbalıkla değil, aynı zamanda eşi görülmemiş bir ahmaklıkla suçlayacaktır!

Türkiye BM Belgelerini İmzalamıyor

Eylül ayının ilk haftasında Birleşmiş Milletler Örgütü’nün “milenyum zirvesi” toplandı. Bu nedenle 180’i aşkın ülkenin devlet veya hükümet başkanları Newyork’ta biraraya geldi.

Liderler Genel Kurul’da beşer dakikayı geçmeyen konuşmalar yaptılar. Güzel sözler söylendi. Benzer güzel sözlerden oluşan bir sonuç bildirisi de yayınlandı. Ve elbet bu sözler de, BM’nin 52 yıl önceki bildirisinde sıralanmış güzle ilkeler gibi çoğunlukla kağıt üzerinde kalacak. Güçlüler ve zorbalar yine bildikleri gibi yapacaklar..

Türkiye Cumhurbaşkanı Sezer de zirveye katılanlar arasında idi. Sayın Sezer’in Türkiye standartlarına göre oldukça iyi sayılacak hukukçu kişiliği de, orada söylediği güzel sözler de elbet durumu değiştirmeyecek. Bildiğimiz Türk devleti değişime direnmekte, bu çağdışı, ilkel, zorba rejimi sürdürmekte devam edecek.

Nitekim Türk tarafı, BM Genel Sekreteri’nin çağrısına rağmen BM’nin birçok sözleşmesini imzalamamayı sürdürdü.

Bunlardan biri, bir ay kadar önce imzaladıkları “Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’'ne Ek Protokol'dür. Bu protokol idam cezasının kaldırılmasını ve hakların ihlali durumunda kişilerin de BM’ye başvurma haklarını tanıyor. Türkiye hiç bunu imzalar mı!.

Dışişleri Bakanı, pek entellektüel ve nazik Cem, kendi kamuoyuna güvence veriyor, “imzaladıklarımız herhangi bir yaptırım getirmiyor,” diyor. Elbette. Türkiye yalnızca yaptırımı olmayanları imzalar. Yani birşeyi yapmamak üzere imzalar! Bu adamların huyu böyle..

İmzalamadıkları öteki sözleşmeler arasında bakın neler var:

Roma’daki Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne ilişkin protokol.

Mayın ve benzeri silahların kullanımını sınırlandıran veya yasaklayan protokol.

Çevreye ilişkin Kyoto Protokolü.

Görülüyor ki, TC sıkıya gelmez. O ne kendi yurttaşlarına insan haklarını tanımaya ne uluslararası mahkemelerin yetkilerini kabule niyetlidir. Çevreyi dilediği gibi kirletecek, mayın ve benzeri silahlarla da Kürdistan’ı bir cehenneme çevirmeyi sürdürecektir…

Öte yandan, Türkiye bu ek protokolleri imzalamadığı sürece, hakları ihlal edilenlerin, bu arada Kürtlerin, birey olarak BM organlarına başvurmaları mümkün olmasa bile, BM İnsan Hakları Komitesi, bu sözleşmenin hükümlerinin yerine getirilip getirilmediğini doğrudan denetleyebilir ve üçüncü ülkeler de bu konuda Türkiye’yi şikayet edebilirler. Sonuç olarak, bundan böyle Kürt sorununun BM organlarında görüşülme şansı daha da artmıştır.

Türkiye’nin Bozuk Sicili Değişmiyor

Uluslararası önde gelen insan hakları örgütlerinden Human Rights Watch, son raporunda yine Türkiye’nin bozuk insan hakları sicilini gözler önüne serdi. Örgütün Türkiye Raportörü Jonathan Sudgen tarafından hazırlanan raporda, Türkiye’nin demokratik reformlar yapmakta çok ağır davrandığı, sorunları çözme yerine geçici ve yarım yamalak önlemlerle yetindiği, oyalamacı davrandığı belirtildi. Raporda Türkiye’nin geçen yıl Helsinki Doruğu öncesi, AB’ye hoş görünmek için -siz köprüyü geçince kadar diye anlayın- İHD eski Başkanı Akın Birdal’ı ve bazı gazetecileri serbest bıraktığı, ama Birdal’ın daha sonra yeniden tutuklandığı ve şu anda içerde başka gazeteciler olduğu anlatılıyor, Avrupa Birliği de “Türkiye’yi insan hakları alanında boş bıraktığı” için eleştiriliyor.

Örgüt AB’den, önümüzdeki Kasım ayında netleştirilecek olan katılım ortaklığı belgesinin, Ankara’nın yapması gereken temel reformları, boşluğa yer bırakmıyacak biçimde ayrıntılarıyla belirlemesini önerdi.

Belli ki kimse Türk hükümetine güvenmiyor..

Ekonomik Yardımlar Kürt Sorununa Endeksli

Avrupa Parlamentosu Eylül ayı başlarında aldığı bir kararla Türkiye’nin 15 Ağustosta Güney Kürdistan’a yaptığı hava saldırısını ve yolaçtığı kıyımı mahkum etti. Türk rejimi ise buna karşılık, AP’nin yanlış bilgilere göre bu kararı aldığını ileri sürecek kadar yüzsüz davrandı.

Avrupa Parlamentosu, ayrıca, hazırladığı bir yönetmelikle, Türkiye’ye yapılacak kalkınma yardımlarında Kürt sorununun çözümüne yönelik projelere öncelik tanıdı. AP, dört yıldır askıda tuttuğu bir milyar euro tutarındaki mali yardım için Kürt sorununun çözümü ve azınlık haklarının korunması gibi koşullar getirdi. Avrupa Komisyonu da parlamentonun bu kararını onayladı. Böylece AB, Kopenhag Kriterleri’ni çarpıtarak yorumlayan Türk hükümetinin aksine, onu özüne uygun biçimde yorumlamaya eğilimli görünüyor.

Bu olumlu bir gelişmedir. Belli ki bu kez kazın ayağı farklı. Türk rejiminin birkez daha dünyayı kandırması, oyalaması kolay değil. Avrupa kendi normlarını çiğneyerek içine ırkçı, işkenceci, zorba bir rejim almaya hiç niyetli değil. Birlik olacaksa, Türkiye değişmek, Avrupa’ya uyum sağlamak zorunda.

Ancak Avrupa’daki demokratik güçlerin bu hassasiyeti, elbet Kürt sorununun gerçekçi ve adil bir çözümü için tek başına yetmez. Aslolan Kürtlerin kendi mücadeleleridir ve onlar bu konuda uyanık, örgütlü ve aktif olmak zorundalar. Unutmamalı ki ağlamayan çocuğa meme yok.

Türkiye İnsan Kaçakçılığının Merkezi

Belçika hükümetinin yaptırdığı bir araştırma, Avrupa’ya ve öteki batı ülkelerine yapılan insan kaçakçılığının merkezinin Türkiye olduğunu ortaya koydu. Belçikalı Savcı Sijpt ve 30 kişilik ekibinin sekiz yıllık bir çalışma sonunda hazırladıkları rapor, bizim öteden beri dile getirdiğimiz bu gerçeği gözler önüne serdi. Sözkonusu rapor, ünlü Wall Street Journal gazetesine de manşet oldu; gazete bu işe bir tam sayfasını ayırdı.

Rapor, tanıklara ve belgelere dayanarak Türkiye’de bu geniş kaçakçılığa olanak veren sahte pasaport, vize ve rüşvet sistemini ortaya koyuyor. Rüşwet alan polis ve gümrük memurlarının bu işteki rolüne değiniyor.

Ama hiç kuşkusuz bu sistemin işlemesinde asıl rol, uyuşturucu ticaretinde de olduğu gibi, suç örgütlerine sağlanan devlet desteğidir. Türk devletinin onayı ve geniş desteği olmadan ne o kadar uyuşturucu, ne de o kadar insan illegal yollardan Avurapa’ya geçebilir. Türk yönetimi, özellikle Kürdistan’ı boşaltmak için bu göçü teşvik ediyor.

Dünya Bankası’nın Raporu:

“Ilısu Barajı Bir Kitlesel Sürgün…”

Dünya Bankası’nın hazırlattığı bir rapora göre, Dicle üzerine yapılacak olan Ilısu Barajı nedeniyle yaklaşık 75 .000 kişi zorunlu göçe, yani sürgüne tabi tutulacak. Batman yöresi bu sürgünden büyük ölçüde etkilenecek. Türkiye ise bu rakamı 25 bin olarak vermişti.

Rapor bunun yanısıra, barajın hem zengin bir tarihi mirası, hem de geniş verimli toprakları su altında bırakacağını belirtiyor ve Danya Bankası’nın bu projeye yapacağı yardımların öncelikle bu insanların iskan edilmesi, bölgede istihdam yaratma ve barajın yol açacağı benzeri sorunların çözümü için harcanmasını şart koşuyor.

Böylece Dünya Bankası da bu barajın hem bir tarih kıyımı, hem de kitlesel Kürt sürgünü olduğu gerçeğini kabul ediyor.

Böyle bir durumda hala bu baraja finansman yardımı yapılmasını ise anlamak güçtür. Ne tarih, ne de Kürt insanı elbette Türk devletinin umurunda değil. Ama hiç değilse uluslararası kurumlar bu konuda daha sorumlu davranmalı.

Cadı Avı ve McChartizm..

28 Şubat süreci devam ediyor. 28 Şubat bir tür darbe idi. Ordu, irticanın tırmandığını ileri sürüp bunu gerekçe göstererek sivillere muhtıra verdi ve islami kurum ve çevrelere karşı yoğun tedbirler alınmasını istedi. Bu gerekçeyle, 312. Maddenin kaldırılması dahil, demokratik değişimlere karşı da dikildi.

Sözkonusu yıllarda irticanın tırmandığı elbet yalan değil. Ama bunun suçlusu yalnızca siviller değildi, askerler de bu işte en az onlar kadar sorumluydular. Yıllardır sola ve Kürt hareketine karşı islami hareketi bir panzehir gibi görüp bizzat örgütleyip kışkırtanlar, kullananlar, sivil-asker olarak bu ülkenin yöneticileri idiler.

12 Eylül darbesi solu ve demokrasi güçlerini biçerek, imamhatip okullarını yaygınlaştırarak, okullara zorunlu din dersleri koyarak islami akımlara büyük hız kazandırdı. Ama İslami hareket güçlenip bu kez bizzat yönetime talib olunca, yani denetimden çıkınca, bu kez tehlikeli düşman sayıldı ve budama hareketi başlatıldı.

Halk da tribünde bir seyirci gibi, bir o kaleye bir o kaleye giden topu seyreder gibi, şaşkın, bu oyunu anlamakta güçlük çekiyor. Düşmanın biri gidip biri geliyor ve generallerimiz habire vatanı kurtarıyorlar!.

Bu, etrafında hep tehlikeli düşmanlar görme paranoyası o hale geldi ki, bazan ordu ile hükümet bile karşı karşıya geliyor.. Ordu hükümeti yeterince tedbir almamakla suçluyor. Son olarak Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, 30 Ağustos’ta yaptığı konuşmada irticanın yargıya da sızdığını ve bazı politikacıların tarikat liderlerine arka çıktığını söyledi.

Bu suçlama nedeniyle ilk akla gelen ise Başbakan Ecevit oldu. Çünkü o, kısa süre önce, Nurcu lider Gülen’in tutuklanma kararını üzüntüyle karşıladığını söylemişti.. Ayrıca Ecevit’in Gülen’le ilişkileri gizli birşey değil. O, Gülen’e, kurduğu eğitim imparoturluğu nedeniyle birhayli övgü diziyor, onu hoşgörülü bir din adamı sayıyor. Ecevit, “Anodulu tasavvufuna” övgüler dizme ayağıyla tarikatlerle iyi ilişkiler kuruyor, tarikat oylarını partisine kanalize ediyor.

Kuşku yok bu bir din sömürüsüdür. Bay Ecevit bir yandan laik ve çağdaş geçinerek, diğer yandan tarikatlerle bu türden ilişkilere girerek tam bir ikiyüzlülük yapıyor.

Ecevit, bir yandan bunu yaparken, öte yandan, memurları bölücü ve mürteci diye suçlayıp, yargısız infaz etmeye yönelik son kanun hükmündeki kararnameyi de çıkarmak için akla karayı seçti, olmadık işler yaptı. Çünkü bunu ordu istemişti ve Türkiye’nin sözde şair, “demokrat ve çağdaş” başbakanı, tam bir emir eri gibi ülkeyi yönetmekte..

Ama hem din sömürüsü, hem emir erliği yapan bir tek o değil. 9. Cumhurbaşkanı Demirel bu işin piri. Gülen’den övgü ve ödül alanlardan biri de o. Ama generaller dayatınca “irticaya karşı” kahramanlık gösterisi yapanlardan biri de yine o oldu.

Kıvrıkoğlu’nun suçlamasına karşı politikacılar kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırıp sustular. Bir tek Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk bu işte cesur davrandı, yargıç ve savcıların töhmet altında tutulmamasını, suçlama yapanların somut deliller göstermesini istedi. “İrtica” deyip bir cadı avı başlatılmasına karşı olduğunu söyledi ve bu tutumu, 2. Dünya Savaşı sonrası ABD’de McCharty’nin başını çektiği antikomünist kampanyaya benzetti.

Bütün bunlar hoş, güzel, söylenenler doğru da. Ama F tipi cezaevleriyle politik tutukluları fizik ve moral olarak tümüyle yok etmeye hazırlanan Ecevit’in Adalet Bakanı acaba inandırıcı olabilir mi? Yumurta kapıya dayanıncaya, kendileri bizzat hedef oluncaya kadar ne zaman McChartizme karşı çıktı, ya da demokrasiyi savundu?

Bu ülkenin politika yaşamında ikiyüzlük bir gelenektir. Şu anda hedef tahtasında olan ve yanık yanık sözde demokrasiyi savunan islamcılar da öyle. Bu adamlar yıllarca ülkenin sol ve demokratik güçlerine karşı devlet yedeğinde militanlık yaparken, Kürt halkının özgürlük istemine ırkçı bozkurtlarla birlikte karşı durur ve kirli savaşı, demokratik hakların boğazlanmasını, yargısız infazları desteklerken, hatta Hizbullah, İBDA-C ve benzer biçimlerde bizzat maşa olarak kullanılırken, daha dün Sivas’ta kırka yakın aydını diri diri yakıp kül ederken demokrasi hiç akıllarına gelmedi. Onlar emek, demokrasi, Kürt ve Alevi düşmanlığında ötekilerle hep birleştiler. Zaten öyle olmasa bu sıkıntılar yaşanmazdı. Bu ülke baskı ve gerilik çemberini kırardı.

Çözüm hep birlikte ve herkes için özgürlük ve demokrasi istemekte. Çözüm, farklılıklara hoşgörüyle katlanıp barış içinde birarada yaşamayı kabul etmekte.

Bunu anlayıp gereğini yapmadıkça, bu ülke demokrasi ve barıştan yoksun kalmakta ve herkes acı çekmekte devam edecek.

Yargıtay başkanı Sami Selçuk’un adli yıl açış konuşması bu bakımdan, üniter devleti gerekli sayan noktası hariç, mükemmeldi, çağdaştı. Kuşku yok, bu ülkede Sami Selçuk gibi ileri görüşlü, çağdaş insanlar var. İşte onlara fırsat verilmeli. Ülkeyi bu çıkmazdan ancak yeni ve ileri politikalar ve bu politikaları temsil eden liderler kurtarabilir.

Çağı dolmuş, çürümüş, kokuşmuş olanın yeri ise çöplüktür..

 
PSK Bulten © 2001