PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 
Körfez Savaşı’nın Bir Muhasebesi..

Kemal Burkay

Savaş öncesi ve savaş boyunca, taraf olsun ya da olmasın, her ülkenin yönetiminin, her örgütün bir tavrı vardı, kamuoyu ise bölünmüştü. Savaşın bitmesiyle birlikte bu kez de muhasebesi yapılıyor ve tartışma bu yönüyle devam ediyor.

Son Körfez Savaşı’na ilişkin olarak ben de birçok kez görüşlerimi bu köşede dile getirdim, bunlara tekrar dönmenin bir gereği yok. Ancak şu anda da hala tartışılan birkaç nokta var ki, Kürtlerin bu savaş sırasındaki tutumları açısından onlara da değinme ve bazılarına yeniden vurgu yapma gereğini duyuyorum.

Kürtlerin bu savaş sırasındaki tutumları Türkiye’de hem sağ, hem sol çevrelerde eleştiri konusu oldu. Kürtlere düşmanlığı bir meslek haline getirmiş, her durumda ve her fırsatta bunu dile getiren ırkçı, şoven kesimlere söyleyecek sözüm yok. Onların böyle yapması doğal. Sol kılıklı bazı şovenlere de diyeceğim yok. Ama Türk solunda, Kürt sorununa öteden beri olumlu yaklaşan, baskı politikalarına karşı çıkan ve zaman zaman riskler de üstlenerek Kürtlere dayanışma gösteren birçok sol aydın da Kürt politikasının doğru bir yorumunu yapamadı. Hatta bir bölümü, bu savaşta ABD’nin yanına düştükleri için Kürtleri kısa düşünmekle, geçmişten gereği gibi ders almamakla, bazıları “toplumsal hafızadan yoksun” olmakla suçladılar.

Kürtler, Saddam rejiminin yıkılması kendi yararlarına olduğu için ABD’nin yanına düştüler ve bu son derece doğaldı. Saddam rejiminin Kürt halkına yaptığı kötülükleri bir kez daha sayıp dökmeye gerek var mı? 200.000  Kürdün kırımına, binlerce Kürt köyünün ve onlarca kasabanın yıkımına, yüzbinlerce Kürdün sürgününe  yol açan “enfal”i, kimyasal silahlara hedef yapılan Halepçe’yi hatırlamak yeter. Bu savaşla Kürtler acımasız, kanlı bir diktatörlüğün cenderesinden kurtuldular. Bize başka türlü davranmayı önerenler bir an kendilerini bizim yerimize koyup düşünmeli..

Bu kişiler, ABD’nin özgürlük ve demokrasi getirmek için gelmediğini, petrol için geldiğini söylüyorlar. Mümkündür, biz de o kanıdayız. Ama Saddam’dan kurtulmak bile, papucuyla Saddam posterini döven Bağdat’lı yaşlı Arabın da dediği gibi bir özgürlüktür, hem de yaşamayanın bilip duyamıyacağı kadar büyük bir özgürlüktür.

Petrol mü? Kürdistan’dan çıkan bu nesnenin Kürtler için şimdiye kadar –aynen Türkiye’de ve İran’da olduğu gibi- bomba ve kimyasal gaz olup bize vurmaktan başka bir yararı yoktu. Öte yandan, Irak’ınki dahil, Ortadoğu’nun tüm petrolleri zaten ABD, İngiliz, Fransız ve Rus şirketleri tarafından işletiliyor, dağıtılıyor.. Bundan böyle Kürtlerin de payına bir miktar düşebilir..

Geçmişte ABD tarafından iki kez aldatıldığımız doğrudur. Bunlardan biri, önce türlü vaatlerle savaşa teşvik edilip 1975’te Saddam’la Şah arasındaki Cezayir anlaşmasının ardından yalnız bırakılışımızdı. Bir diğeri ise 1991’deki Körfez Savaşı’nın bitiminde Baba Bush tarafından ayaklanmaya teşvik edilip sonra da, Saddam’ın saldırısı sırasında yalnız bırakılışımız. Ama bunu bilmek, Saddam rejiminin yıkılma fırsatı kapıya gelmişken, “aman dokunmayın!” demeyi gerektirmezdi. Bunu ancak aptallar yapardı..

Kaldı ki ilk Körfez Savaşı’nda, önce Saddam’ın saldırısına göz yumulsa bile, ardından, uluslararası kamuoyunun tepkileri ve bizzat Fransa, ABD ve İngiltere’nin girişimleri ile Kürtler için bir güvenlik kemeri oluştu, Çekiç Güç bu bölgeyi Saddam’ın saldırılarına karşı korudu ve Kürtler bu güvenlik şemsiyesi altında otonom bir yönetim oluşturdular; daha doğrusu, Bağdat’la yaptıkları 1970 otonomi anlaşmasının gereklerini hayata geçirebildiler.

Bu kez ise Saddam rejimi gerçekten yıkıldı. Bundan sonrası için de Kürt halkı, bir bölümü 1991’deki Körfez Savaşı’nın ardından sağlanan kazanımlarını korumak ve pekiştirmek için çaba gösterecek elbet.

Böyle yapmakla acaba geçmişten ders almıyor muyuz? Aksine, geçmişten iyi dersler aldık ve bu politikalar onun ürünüdür.

Düşünün, Balkan halkları nasıl özgürlüklerine kavuştular? Eğer Osmanlı, Rus Çarlığı’nın ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun saldırıları karşısında yenilip gerilemeseydi Romanya, Bulgaristan, Sırbistan, Arnavutluk ve Yunanistan 18 ve 19. yüzyıllarda özgürlüğe kavuşabilirler miydi? Demek ki bu halkların özgürleşmesinde emperyalist özellikler de taşıyan başka büyük monarşilerin payı var. Elbet Rus Çarları özgürlük dağıtmıyorlardı; ama bunlar savaşların sonuçlarıdır. Bu yüzdendir ki Sofya’nın ortasında söz konusu savaşı kazanan Rus generalinin heykeli, ve bütün Bulgarların yüreğinde kendilerine özgürlük getiren insanlara karşı sevgi var.

Ya Birinci Dünya Savaşı sırasında ve ertesinde olup bitenler? Arapların İngiliz ve Fransızla birleşip Osmanlı birliklerini Arabistan’dan atmaları nasıl bir şeydi? Mekke Şerifi Hüseyin ve ötekiler neden Müslüman Osmanlı’ya karşı “kâfirler” ve emperyalistlerle birleştiler?.

Bugün de yeri geldi mi bu konuya değinen Türkler (tarihçi, siyaset adamı ve kimi sözde aydınlar) 1. Dünya Savaşı sırasındaki bu Arap tutumundan “ihanet” olarak söz ederler. Araplar gavurla birleşip bizi arkadan hançerledi, derler. Ama kendileri, o topraklarda ne işleri olduğunu hiç düşünmezler.. Oraları, Şam’ı, Bağdat’ı, Kahire’yi kılıç zoruyla fethettikleri, orada bir işgal gücü oldukları hiç akıllarına gelmez. Arapların da özgür yaşama hakkı olduğunu ve bu nedenle  elin “kâfiri” ve emperyalisti ile birleşip kendilerini oradan attıklarını bilmezden gelirler.

Nitekim Araplar böylece Osmanlı’dan kurtuldular, devlet oldular ve kendilerini yönetmesini öğrendiler. Elbet bir süre İngiliz, Fransız mandası altında yaşadılar; ama onlardan kurtulmaları da çok sürmedi. Emperyalist mandası Osmanlı’nın boyunduruğu gibi yüzlerce yıl sürmedi, onlar oraya kazık çakmadılar.

Demek ki Araplar hiç de yanlış yapmadılar..

Ya biz Kürtler Birinci Dünya Savaşı sırasında ne yaptık? Mustafa Kemal’in, “vatan ve millet, kutsal İslam dini, Saltanat ve Halifelik tehlikededir; bunları kurtarmak, Kürt ve Türkleri kapsayan Misak-ı Milli sınırlarını korumak için ele ele verelim...” biçimindeki çağrısına evet dedik, “vatanı, milleti, Saltanat’ı ve kutsal Halifelik postunu” korumak için başlatılan direnişe, Erzurum ve Sivas kongrelerinde, Antep ve Maraş direnişlerinde, Şark Cephesi’nde öncülük ettik. Ama Ankara Hükümeti savaş sürerken hem Kuzey’deki komünist yönetimle, hem de İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistleriyle bir bir anlaşıp Yunanlıları tek düşürdü ve yendi; savaş bitti; dili, bayrağı, hükümeti, parlamentosu, milleti, hatta adaleti “Türk”, ülkesi ise “Türkiye” olan  TC kuruldu; biz ise hava aldık. Yalnız hava almakla kalmadık, Osmanlı sınırları içindeki Batı Kürdistan da üçe bölündü; Musul eyaleti İngiliz payı olarak Irak’a, bir bölümü Fransız payı olarak Suriye’ye verildi, gerisi de TC’ye kaldı. O günden beri hak ve özgürlük istedikçe habire ezildik, kırıldık ve bu durum şimdi de devam ediyor.

Demek ki bizi aldatan yalnızca Amerikalılar değil.. Asıl büyük kazığı, bazılarıyla bin yıldır, bazılarıyla ise üç-beş bin yıldır yan yana yaşadığımız Müslüman “kardeşlerimiz”den yemişiz..  Hele hele bizi boyunduruğa vuranlar, adımızı, ülkemizin adını, dilimizi ve türkülerimizi bile yasaklıyanlar, Atlantik’in öbür ucundaki Amerikalılar hiç değil...

Araplar gibi yapsaydık daha akıllıca olmaz mıydı, dostlar?..

Üstelik Araplar gibi yapmamakla Halife’yi ve Saltanat’ı da koruyamadık; çünkü bunların görevine Mustafa Kemal ve arkadaşları kendi elleriyle son verdiler... Kovduğumuz emperyalistler ise bir süre sonra NATO ve ikili anlaşmalarla ülkeye damlayıp her yeri üslerle donattılar ve her şeyimizi denetler, yönlendirir oldular... Türkiye’yi yönetenler onlarla el ele, kol kola, Kürt ve Türk emekçisini ezdiler, özgürlük ve demokrasi mücadelemizi bastırdılar.

İşte geçmiş budur ve biz bu geçmişten yeterince ders aldığımız için bu kez, Irak olayında aynı aptallıkları tekrarlamadık. Bizi suçlamakla haksızlık ediyorsunuz, değerli dostlar!

Bu savaş sırasında ABD ile yan yana düşmek, onun tüm amaçlarını paylaşmak anlamına gelmiyor. ABD’nin bize Saddam’ın, ya da Türk ve İran yönetimlerinin yaptıklarını yapacağını da sanmıyoruz. Belki petrolü götürürler; ama bize işkence edeceklerini, dilimizi ve türkülerimizi yasaklıyacaklarını, Erbil’deki yerel parlamentoyu kapayacaklarını, Kürt özerk yönetimini ortadan kaldıracaklarını sanmıyoruz.. Onların Kürdistan’ı yurt edinmek, bizi Amerikalılaştırmak gibi derdi yok..

Unutmayın ki ABD’nin savaşı sonunda Saddam rejimi yıkıldı, Türkiye ise Güney Kürdistan’a girebilse Kürt parlamentosunu ve üniversitelerini kapayacaktı..

Görüldüğü gibi, Kürtlerin bu savaşta Saddam’a karşı safta olmaları anlaşılırdır. Bu onların çıkarınadır. Bu çıkar ise her halk için en masumane, en doğal olan çıkardır. Zulümden, baskıdan kurtulma, özgür yaşama istemidir. Kürtler bir yerleri işgale, başka halkları tutsak etmeye, sömürmeye gitmediler. Oysa örneğin Türkiye’deki savaş yanlılarının amaçları böylesine masumane değildi.

Türkiye’de, ABD ile birlikte Irak’a girilmesini, savaşta taraf olunmasını isteyenlerin (militaristler, işverenler, ırkçı ve yayılmacılar ve onların sözcüleri) niyetleri açık. Bunlar, en başta, Kürt paranoyasının etkisiyle, sınır ötesindeki Kürtleri zincire vurmaya, Güney’deki Kürt hareketini de ezmeye, söndürmeye, Kıbrıs benzeri bir işgale niyetlenmişlerdi. Ayrıca Musul-Kerkük petrollerine el koyma, olmazsa pay alma düşleri.. Ayrıca Irak’ı Türk şirketlerine açma, yağmadan pay alma hesapları..

Bunlar masumane niyetler değildi. Aslan’ın parçaladığı avın leşinden pay kapmayı bekleyen sırtlanın ve akbabanın niyetleriydi.

Türkiye insanının ezici çoğunluğunun çeşitli duygular ve etkilerle, bu savaşta ABD’ye destek verilmesine karşı olmasına rağmen, AKP hükümeti, etkin ve yetkin malum devlet kurumlarının, ordunun ve dışişleri bürokrasisinin de zorlamasıyla, İslami tabanına aldırmaksızın, savaşa yataklık için ABD ile müthiş bir pazarlığa girdi, çok şey istedi. Güney Kürdistan’da elini serbest bırakması, Kürt hareketini ezmesine göz yumması, hatta destek olması, bir de 90 milyar dolar gibi astronomik rakamlara ulaşan yardım istekleri.. Bereket ki böyle hayalci davrandılar.. Biz Kürtlerin bu kez şansı varmış ki böyle oldu...

Dün, kuzey cephesinin açılması için Türkiye’nin ne gerekiyorsa yapmasını hararetle savunan bazı “liberal” aydınlar, bu olmayınca düş kırıklığına uğradılar. Şimdi savaş sonunda Türkiye masadan, ya da sofradan uzak kalınca çok üzgünler ve haklı çıkmış gibi kaybedilenleri sayıp döküyorlar: “Eğer 2. Tezkere geçseydi, şimdi ordumuz Kuzey Irak’ta idi; Irak’a biçim vermekte söz sahibi olacaktık, pay alacaktık, isteklerimiz bir bir olacaktı, Kürtler hava alacaktı, ABD’nin gözüne daha çok girecektik, piyasalarda değerimiz artacaktı” diyor, yalnız ve kenarda kalmış gibi yakınıyor, iç geçiriyorlar...

Bu isteklerin uluslararası hukuk ve ahlak açısından ne kadar meşru olup olmadığı onların umurunda değil. Buna da “reel politika” diyorlar, “ulusal çıkarlar” diyorlar..

Baylar, ayıptır, “liberal aydın” görüntüsüne de hiç yakışmaz bu. Uluslararası ilişkileri, dış politikayı böylesine Afrika ormanlarının yasalarına çevirmeyin. Bu ormanda Aslanın geyiği parçalamasının bir “reel” tarafı vardır. Bu ormanın gerçeğidir. Sırtlanın ve akbabanın leşten pay alma çabası da anlaşılırdır. Ama insanlar, devletler, halklar arasındaki ilişkiler “reel politika” ve “ulusal çıkarlar” adına buna indirgenemez. Uluslararası hukuk, adalet, kabul gören ortak değerler diye bir şey de vardır.

Ezilen bir halkın özgürlük çabası meşrudur, İster Cezayirli, ister Vietnamlı, ister Kürt olsun. Onu bastırmak isteyen zorbanınki ise –ki o da elbet bir çıkara dayanır- meşru değildir, adil değildir. Fransız sömürgecileri Cezayirlilere “asi” diyordu, Amerikalılar da Vietnamlı direnişçilere böyle diyordu: Vietkong.. Ankara, Bağdat, Tahran egemenleri de özgürlük isteyen Kürtleri “terörist” ya da “vatan haini” diye niteliyorlar. Ama bunların haklı bir temeli yoktur.

Ankara, Bağdat ve Tahran egemenlerinin Kürtlere karşı yasal, ahlaki, insani açıdan savunulur hiçbir yanı olmayan bu zorbalık politikası onlar açısından hak sayılsa bile, demokrat, aydın geçinen insanlar için paylaşılacak bir şey değildir. Hükümeti, kurumları ve toplumu “reel politika” adına bu saldırganlığa ve Irak’tan pay kapmaya kışkırtmak ise en hafif deyimiyle çirkindir, iğrençtir.

Gerçekçilik adına Türkiye’ye bu tür sırtlan politikaları önermeyi bırakın da aklınızı başınıza toplayın. Çocuklar için kötü örnek oluyorsunuz.

Sonuç olarak, Kürtler bu savaşta yapmaları gerekeni yaptılar, kendilerini ezen zorba bir rejimin yıkılmasına yardımcı oldular. Türkiye egemen güçleri ise bu rejimin yıkılışından büyük kaygı duydular ve bunu engellemeye çalıştılar. Nedeni ise açık: AKP’lilerin bir bölümünün  İslami damarı tuttu, Kemalistler bakımından ise rejim benzerliği.. Kemalist rejimin Baasçılıktan fazla bir farkı yok; bir farkı varsa o da Kemalistlerdeki ırkçılığın, şovenliğin ve Kürt düşmanlığının Baasçılarınki ile kıyaslanamıyacak kadar büyüklüğüdür. Baas rejimi her şeye rağmen Kürtleri inkar etmedi, hatta otonomi tanıdı. Irak’ta Kürt okulları, Kürt radyo-televizyonu eskiden beri var. Türkiye’deki Kürtlere karşı uygulama ise malum..

Her şeye rağmen Türkiye’nin savaşa daha fazla bulaşmaması hem Türkiye, hem Kürtler açısından iyi olmuştur. Türk ordusu Güney’deki Kürt baharını da karartmak için Güney Kürdistan’a girseydi, bu kendisi açısından tam bir batak olur, her iki halk daha da büyük acılar çekerdi. Kürt sorununu çözmenin yolu sınır ötesi seferler değil. Sorun dışarda değil, içerde. Türkiye ancak Kürt halkının haklarını tanıyarak barışa ulaşabilir.

Tıknefes ekonominin derdine cözüm bulmanın yolu da, ırak yağması değil, budur: Barış ve demokrasi.. Ulusal kaynakları ve dışardan alınan devasa borçları silaha ve savaşa değil, üretime yöneltmek. Yıkmak değil yapmak.. AB’ye giriş, “çağ atlama” filan da ancak böyle mümkün..

 
PSK Bulten © 2003