Generallerin devir-teslim törenleri ve
trajikomik bir ülke…
Mustafa Metin
Yeni Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın
ve yeni Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’un
devir teslim törenleri sırasında söyledikleri hala
tartışılıyor. Hani tartışılmıyacak
gibi de değil. Generaller, Türkiye’nin yeni politikalarının
ne olacağını bir bir belirlediler, dostu göstermeseler
bile –sanırım dost yok zaten!- düşmanları
bir bir sıraladılar ve tehditler savurdular, “hesap
soracağız!” dediler.
Düşmanlar maşallah çok!.. En başta “terörist
ve bölücü” Kürt hareketi… Onunla birlikte, çoktandır
düşmanlık tanımında onunla yarışan
“irtica”… Onların yanı sıra, “demokrasi, barış
ve benzeri örtüler altında zararlı fikirler yayanlar,
ordunun gücünü zayıflatmak isteyenler…”
Evet, Kürt halkı bu generallerin düşmanı.
Dindarlar da… Türkiye’nin demokratikleşmesini isteyen,
bu amaçla Kürt sorununun, türban sorununun barışçı
ve çağdaş yöntemlerle, diyalog ve uzlaşma yoluyla
çözümünü öneren, ordunun sivil politika üzerindeki hegemonyasını
eleştiren, militarizme karşı olan barışseverler
ve demokratlar da… Yani Türk halkının da önemli
bir bölümü…
Böylece içerde, generallerin kafasını kızdırmayan,
“hain” veya “düşman” olmayan az bir nüfus kalıyor:
Sayıları yüz bini bulan subaylar ve astsubaylar
(ki bunların içinden de her 30 Ağustosta ayıklanması
gereken hainler çıkabiliyor..), politika sahnesinde Baykal
ve takımı; İlhan Selçuk, Bedri Baykam, Vural
savaş, Yekta Güngör Özden türünden cuntacı Kemalistler,
bir miktar ırkçı ve bürokrat, bir miktar Susurlukçu
ve belki, Doğu Perinçek türünden her kılığa
giren bazı solcular… (Ama bu sonuncunun bile son günlerde
durumu sallantıda. Tüm boyalara girip çıktıktan
sonra bu kez de radikal İslamcılığa oynuyor..
Yani birzamanların maocusu yeni zamanların “mürtecisi”
olabilir!)
Sınırların ötesi ise zaten, Kürt devleti kuran,
Sevr’i hortlatan düşmanlarla dolu.. Bunların başında
demokrasi adına ordunun ülke politikası üzerindeki
egemenliğini eleştiren, onun sivil yönetimin emrinde
olmasını isteyen AB var… ABD ise, generaller adını
açıkça vermeseler bile, bu takımın (Kızılelma
Koalisyonu) yeni en büyük düşmanı.. Çünkü o “Kuzey
Irak”ta bir Kürt devleti kurmakla meşgul ve Türkiye’nin
buraya gönlünce sefer yapmasına da engel oluyor…
Sonuç olarak Türkiye’nin üniter ve de “laik cumhuriyet rejimi,
tarihinde görülmediği kadar büyük bir tehdit altında!..”
O halde vatan ve milleti tezelden kurtarmak gerekiyor! Bunun
nasıl yapılacağı ise malum: 27 Mayıs’ta,
12 Mart’ta, 12 Eylül’de ve 28 Şubat’ta nasıl yapıldıysa…
Zaten 10 yıllık periyod da dolmak üzere!
Evet, generallerin 30 Ağustostaki bu devir teslim törenleri
hemen her yıl bu türden tartışmalara vesile
oluyor ve giderek daha da trajikomik bir hal alıyor.
Basında haklı olarak bazı kalemler eleştirdiler.
Dünyada, hiçbir demokratik ülkede böyle bir durum yok, dediler.
Ama burası da zaten demokratik, olağan bir ülke
değil, hep olağanüstü bir ülke! Sistemi öteden beri
ordunun hegemonyasına göre şekillenmiş, ırkçı
ve militarist bir rejim. Darbelerin olmadığı,
açıkça cuntalar tarafından sıkıyönetim
ve olağanüstü hallerle yönetilmediği zamanlar bile,
faşizmden ayırması pek zor bir rejim..
Türkiye’nin sorunu bir türlü demokratikleşememekte.
Evet, görünürde çok partili bir sistemi var. Ama bu, köylünün
dediği gibi, araba tekerinin inek boku üstenden geçerek
onu pasta misali dörde veya daha fazlaya böldüğü türden
bir çok partililik… Bu partilere farklı ve demokratik
olma şansı asla tanınmıyor. Onların
başında jandarma çavuşu hazır bekliyor,
hizadan çıkanı hemen hizaya sokuyor!
Burası başından beri düşünce ve örgütlenme
özgürlüğü olmayan bir ülke. Herkes aynı biçimde
düşünmek zorunda. Herkes “Atatürkçü” olmak zorunda. Herkes
Türk olmak zorunda! Herkesin dili Türkçe olmak zorunda! Herkes
üniter devletçi olmak zorunda! Herkes, devletin uygun gördüğü
dini inanca göre inanmak zorunda! (Okullarda belli bir İslami
mezhebe göre düzenlenmiş zorunlu din dersleri ve aynı
türden Diyanet İşleri Teşkilatı başka
nedir?.)
Burası yurttaşını asker gibi gören, toplumu
tek renkli yapmaya çalışan bir ülke! Burada “birlik
ve berabeklik”ten anlaşılan budur. Böyle bir ülke
için demokrasi lafı akla zarar.
Türkiye yıldan yıla iyiye gitmiyor, aksine kötüye
gidiyor. Bu ülke 1950’lerde, 60’larda nisbeten daha demokrattı.
Generallerin borusu böylesine ötmüyordu. Sivil siyaset bu
derece boyunduruk altında değildi. Bu duruma gelinmesinde
Türkiye’nin sivil siyasetçilerinin de büyük payı var.
Bu adamlar ordunun tehditleri karşısında her
dönemde kuyruklarını kısıp sindiler. Kendileri
demokrat değillerdi ki demokrasiyi savunabilsinler. Kendileri
düşünmüyorlardı ki başkaları için de düşünce
özgürlüğüne ihtiyaç duysunlar! İnsan hakları
onların umurlarında bile olmadı. Kürt halkını,
solu, demokrat ve aydın insanları, Alevileri ve
gayrimüslimleri ezmekte onlar da polis ve askerle yarıştılar.
Sivil elbise giymekle sivil olunmuyor.
Bu ülkede bir yanda padişahın, dilediğinde
sadrazamları da ipe kazığa gönderen sınırsız
hegemonyası, bir yanda kullar yığınının
oluşturduğu “boynum kıldan ince” kölelik geleneği
imparatorluk sonrası da sürüp geldi. Yetkileri elinde
toplayan, gücü yeten, bildiğini okumayı her zaman
hak olarak gördü.
1923’ten bu yana adına “Türkiye” denen bu ülkede, işte
böylesine, altı kaval üstü şeşhane türünden
mostra bir sistem geçerli.
Milli Savunma diye bir bakanlık var, ama bakan bir korkuluktan
başka bir şey değil; ordu üzerinde hiçbir yetkisi
yok. Genelkurmay Başkanlığı yasalara göre
Başbakanlığa bağlı.. Ama bu da lafta
bir bağlılık.
Genelkurmay Başkanı için yapılan devir teslim
töreninde Başbakan var, Meclis Başkanı var,
Milli Savunma Bakanı var; ama general herkese teşekkür
ediyor da onların adını bile anmıyor!
Halkın seçtiği parlamentoyu da, onun başkanını
da, bu parlamentonun seçtiği, yürütme kuvvetini temsil
eden hükümeti de hiçe sayıyor. Açıkça, “ben sizi
tanımıyorum!” diyor.
General için halk, seçim, demokrasi filan bir hiç! Generalin
kafası bu işlere bozuk! Generalin tankları
topları, uçakları var, süngülü askerleri var ve
o, bunlarla, bu sınırlar içinde herkesi dövebilir!
Böyle düşünüyor… Hatta gücünü sınırların
dışında da denemeye hevesli; öyle anlaşılıyor…
Ordu ve silahlar onun emrinde, o halde bu memleket de onun!
O bu memleketin gerçek devlet başkanı, başbakanı,
her şeyi; o bu memleketin padişahı! Kendini
böyle görüyor…
“Hesap soracağız!” diyor. “Bölücülerden, irticadan,
komutanlara dil uzatanlardan!.. Barış ve demokrasiden
söz edenlerden… Üniter devleti beğenmiyenlerden…”
Sen savcı mısın efendi, yargıç mısın?
Nasıl hesap soruyorsun? Bunu kimse kendisine söyleyemiyor.
Dün de Şemdinli’de bomba atanları korudu, “iyi
çocuklar!” dedi. Çünkü kendi bombacıları idi. Bugüne
kadar böylesine nice bombacılar kullanmıştı!..
Kimse kendisinden hesap soramadı. Hesap sormaya kalkan
savcıya, generallerin yanı sıra, politikacısıyla,
hükümetiyle, üst yargı organlarıyla bir çullandılar
ki adam neye uğradığını şaşırdı.
Bunu yapanlara politikacı denebilir mi? Mehmet ağar
zaten dünkü Susurlukçu, Gladyo başı.. Ya Baykal
hazretleri? Adam hem “sosyal” hem “demokrat!..” Gülmeyin kargalar,
gülmeyin!
Ya Yargıtayı, Danıştayı, Anayasa
Mahkemesiyle, HSYK’sı ve barolarıyla üst yargı
organları, hukuk kurumları? Bunlar hukukçu mu? Bunlara
yargıç, avukat denebilir mi? Yoksa bunlar, çağrıldıkları
zaman tıpış tıpış generallerin
ayağına gidip onlardan brifing, yani ders alan militarizmin
bürokratik emir erleri, devleti şahanenin kapı kulları
mı?..
Ya generaller höt deyince, kendilerini halkın seçtiğini
düşünemiyecek, halkın verdiği yetkiye ve kendi
onurlarına sahip çıkamıyacak kadar korkak,
silik, oportünist; teslimiyetle paçayı kurtaracağını
sanan, generallerin öfkesini yatıştırmak için
kraldan daha çok kralcı kesilen, bu uğurda, zaten
bu ülkede ender rastlanan birkaç namuslu bürokratı, savcıyı,
emniyetçiyi yıldırım hızıyla harcayan
hükümet mensupları?..
Erdoğan generalin gönlünü hoş etmek için o kadar
eyvallah etti de ne oldu yani? Onu yargıya göndereceğine,
alel acele, gününden çok önce genelkurmay başkanı
yaptı da ne oldu? Devir teslim töreninde hazır bulundu
da ne oldu? Onun hırsını, öfkesini sınırlayabildi
mi?.
Üstelik bu iş daha bitmedi. Korkunun ve kaçışın
ecele bir faydası olmadığını Erdoğan
ve arkadaşları daha yaşayıp görecekler.
Büyükanıt’ın şahsında yeni bir General
Evren arzı endam ediyor, kendi kendisini devlet başkanlığına
hazırlıyor; iyilikle olmazsa zorla!
Ve bu iş hükümet-muhalefet, medya, bu ülkenin cümle
sivillerinin sayesinde oluyor. “Yurttaş” ise zaten öylesine
ezilmiş, öylesine kafasına okunmuş ki bu işe
alkış çalmaya, “padişahım çok yaşa!”
demeye çoktaan hazır.
Bu ülke demokrat olacak da, Avrupa Birliği’ne girecek
de!.. Böylesi umutlar bazan insana bir masal gibi geliyor.
Bu ülkenin geleceği konusunda çok mu karamsarım?
Eğer bu ülke ve de Ortadoğu’nun diğer ülkeleri,
dünyada tek başlarına olsalardı, evet. Bunlar
kendi iç dinamikleriyle ancak Avustralya yerlileri kadar değişirlerdi..
Cami ile kışla arasında bir tahtaravalliyi
oynar dururlardı.. Neyse ki tek başlarına değiller.
Değişim Ortadoğu’nun da kapısını
çalıyor. Statükocular ve onların kuyruğuna
takılmış şaşkınlar nice ağlasa
da, bizim umutlarımızı canlı tutmamız
için çok neden var.
Değişen bir dünyada, değişmesini bilmeyeni
de, desen demesen değiştirirler.. Değişimin
Tsunami dalgaları artık Ortadoğu’nun kapısını
da çalıyor. Bunu ne Ahmedinecad mollası önleyebilir,
ne Nasrallah, ne de gecikmiş Türkiye militarizmi…
|