NATO Zirvesi, Türkiye’nin Hesapları
ve Kürtler
Mesud Tek
İstanbul’da toplanan 17. NATO Zirvesi nedeniyle, biz
de bir müddet NATO ve onunla ilgili haberlerle yatıp
kalktık. Sadece zirvenin gerçekleştirildiği
günler değil, ondan önceki günlerde de zirvenin hazırlıklarıyla
ilgili yapılanlar gazete sayfalarıyle televizyon
ekranlarını işgal etti:
- Güvenlik nedeniyle trafiğe kapatılan yollar,
yolların kapatılması nedeniyle kepenk kapatmak
zorunda kalan esnaflar, yollar kapatıldığı
için işine yaya gitmek zorunda kalan işçiler, memurlar...
- Zirveden çok önce başlayan NATO karşıtı
(daha ziyade NATO’nun patronu olması nedeniyle Bush karşıtı)
eylemler.. Zirve günü çıkması olası büyük çaplı
çatışmalara hazırlık babında, polis
ve göstericiler arasında yaşanan küçük çaplı
çatışmalar...
- Tepkilerini “kitlesel basın açıklaması”yla
ortaya koyan sendikalar, kitle örgütleri, İstanbul’un
bir kapısını tutan ve “Bush buradan giremez,
öteki kapıları da siz tutun diyen” Türk Don Kişot..
“Kürt kardeşleri” ve “onların komşu ülkelerdeki
akrabalarına” yönelik baskı ve saldırılara
(örneğin Suriye’de yaşanan son olaylarda Kürtlere
ateş açılması, kitlesel tutuklamaların
yapılması) karşı görevlerini hatırlamayıp,
NATO’yu İstanbul’a sokmamak için alanlara çıkan
yazarlar, artistler, ses sanatçıları, gazeteciler..
- Zirve nedeniyle Türkiye’ye gelen ABD Başkanı’nın
yapacağı resmi görüşmeler öncesi MGK’nin toplanması,
zirveye yönelik politikanın belirlenmesi, Bush ile yapılacak
görüşmelerde dile getirileceklerin tesbit edilmesi...
“Zirve ve zirveden beklentiler konusunda yazmayan köşe
yazarı yok, televizyon, radyo programlarına katılıp
görüş belirtmeyen emekli general ve büyükelçi kalmadı”
dersem fazla mı abartmış olurum?
Kısacası hükümetiyle, muhalefetiyle, sendikaları,
kitle örgütleriyle Türk tarafı hazırlıklarını
yapmıştı. Meydanlardaydı. Taleplerini,
beklentilerini dile getirdi, gerektiğinde güvenlik güçleriyle
çatıştı.
Ya biz Kürtler?
Halkımızın baskı altında tutulmasında,
ülkemizdeki işgalin devam ettirilmesinde direkt ve önemli
bir etkisi olan NATO’nun, Kürdistan’ın da içinde yeraldığı
coğrafyaya yönelik politikalarını da tartışacağı
bu zirvesine yönelik olarak neler yaptık? İşi
gücü Öcalan, onun sağlığı ve serbest kalması
olan bir grubun, NATO karşıtı bir gösteriye
katılıp, Öcalanla ilgili sloganlar atması,
yurtdışında yaşayan Kürtlerin Brüksel’de,
NATO Karargahı önünde düzenledikleri eylemle taleplerini
dile getirmelerinin dışında...
Politikasını, hedeflerini, tüm çalışmalarını
Öcalan’a endeksleyen grubun eylemine yönelik söylenecek fazla
bir şey yok. Ama Brüksel’deki eylem kanımca önemli
ve üzerinde durulmayı gerektiriyor.
NATO Genel Sekreteri’nin, İstanbul Zirvesi öncesinde
görüşmelerde bulunmak amacıyla davet ettiği
Türk gazeteci ve yazarların Brüksel’de bulunduğu
dönemde yapılan eylem, bilinen nedenlerden dolayı
Türk basınında yeralmadı. Ama Kürt basınının
eylemin kamuoyuna yansıması için yeterince duyarlılık
gösterdiğini söylemek de mümkün değil. Görebildiğim,
izleyebildiğim kadarıyla Dema Nu Gazetesi ve sitemiz
dışında, yapılan eylemi kamuoyuna yansıtan
olmadı.
Oysa Avrupa’daki Kürt kurum ve kuruluşlarının
önemli bir bölümünü bünyesinde toplayan Avrupa Kürt Platformu-PLATFORM’un
gerçekleştirdiği eylem, Kürdistan ulusal demokratik
hareketi açısından bir ilkti. Bugüne kadar (bugün
de) üyesi Türk devletini askeri ve siyasi alanlarda destekleyen,
Kürtlere karşı savaşında onu silaha boğan
NATO yetkilileri, eylem yapan Kürtleri temsilen oluşturulan
heyetle görüşüyor, hazırlanan mektubu alıyor,
gerekenin yapılması için ilgili yerlere ulaştırılacağını
söylüyordu.
PLATFORM’un NATO’ya sunduğu mektupda dile getirdiği
görüşlere katılıp katılmama, NATO’nun
söylediklerini yapma konusunda samimi olup olmadığı
ayrı bir konu. Kürt heyetini kabul eden NATO yetkililerinin,
“kapımız böylesi diyaloglara açıktır”
demeleri dikkate alınması gereken bir işarettir.
Sonucu ve NATO’ya iletilen mektubun içeriği itibariyle
eylem, NATO’nun, özellikle Güney’deki Kürtlerle ilişkilerinde
yeni bir dönemi başlatacak gibi görünüyor.
Kanımca “yeni konseptiyle”, bölgeye yönelik yeni plan
ve projeleriyle NATO, Kürtlerin siyasi gündemindeki yerini
ve önemini daha da artıracaktır. Eskiden Türkiye’nin
üyesi olması itibariyle doğrudan kuzeyli Kürtleri
ilgilendiren NATO, bugün diğer parçaları ve bu parçalardaki
özgürlük hareketlerini de direkt ilgilendiren bir konuma gelmiştir.
NATO değişim ve gelişme süreçlerinden muaf
bir olgu değil. O da diğer tüm toplumsal fenomenler
gibi değişimi yöneten yasalara bağlı.
NATO’nun direkt ve oluşturduğu gizli örgütler vasıtasıyla
halklara, işçi sınıfı ve öteki demokrasi
güçlerine yaptığı kötülükleri unutmak da, geçmişe
takılıp, NATO’nun, başta halkımız
olmak üzere öteki ezilen halklara yaptığı kötülükleri
kırık bir plak gibi sürekli tekrarlamak da doğru
değil...
Gerçeği görmek gerekir. NATO, Afganistan’daki varlığıyla,
Irak’a yönelik olarak almış olduğu son kararıyla
sadece Avrupa ve Anlantik ötesini ilgilendiren bir yapı
olmaktan çıkmış, Kürdistan’ın da içinde
yeraldığı coğrafyadaki gelişmeleri
doğrudan etkileyen bir yapıya dönüşme yoluna
girmiştir. Bu nedenle tüm parçalardaki Kürt siyasi hareketlerinin
böylesi önemli bir konuda ortak bir tutum geliştirmeleri
ve buna uygun davranmaları, özgürlük hareketinin başarısı
açısından önemlidir.
Zirvenin yapıldığı günlerde Kürtleri
ilgilendiren gelişmeler sadece bununla sınırlı
değil. Irak’da, idare ABD tarafından geçici yönetime
devredildi. Geçici Yönetim Yasası’nda yeralan federasyon
ilkesinin, hazırlığı yapılan yeni
anayasada yer almama riski var. Kürt tarafının bu
riske yönelik çektiği rest, “Kürt-İsrail işbirliği”
adı altında başlatılan psikolojik savaşla,
Arap ve İslam aleminde ırkçı şoven Kürt
karşıtlığının azdırılması,
Türk devletinin bölgeye yönelik planları da önemli. Buna
bir de adı sonradan “Geniş Ortadoğu ve Kuzey
Afrika Girişimi ” diye değiştirilen “Büyük
Ortadoğu Projesi-BOP” ile ilgili tartışmaları
eklersek bölgemizdeki siyasi tablonun genel çerçevesini çizmiş
oluruz.
Ve bu tablo, dört parçadan Kürt örgütlerinin iş ve
güç birliğine (adı ne olursa olsun), bugün her zamandan
daha fazla ihtiyaç duyulduğunu ortaya koyuyor.
***
NATO Zirvesi sonunda açıklanan kararları, taraflar
nalıncı keseri gibi kendine yontuyor. NATO’nun patronu
olan ve onun mali külfetinin büyük bir bölünümü üstlenen ABD’nin,
zirveden istediği kararları çıkarttığını
söyleyenlerin yanısıra, özellikle Fransa ve Almanya’nın
muhalefeti nedeniyle ABD’nin geri adım atmak zorunda
kaldığını iddia edenler de var...
Kurucuları tarafından amacı “Avrupa ülkelerini
SSCB’den gelebilecek olası bir saldırıya karşı
korumak” olan gösterilen NATO’nun asıl amacı, sosyalizm
ve ulusal kurtuluş hareketlerine karşı emperyalizmin
çıkarlarını korumaktı. NATO’nun bu amaç
uğruna, kurulduğu 1949 yılından itibaren,
her türlü saldırılara karşı hazırladığı
planlar ve bu planlara uygun olarak oluşturduğu
devasa militarist çark, Varsova Paktı ve SSCB’nın
dağılmasıyla işsiz güçsüz kaldı.
NATO, bir dönem tartışıldığı
gibi ya dağıtılacaktı, ya da “doğu-batı”
ayrılığına dayanılarak belirlenen
“düşman” çerçevesinin içine yeni bir resim yerleştirecekti.
NATO ikinci yolu seçti. “Düşman çerçevesi”nin içine
“kuzey-güney” çelişkisinin sonuçlarından “terörü,
geri kalmışlığı, kitle imha silahlarını”(elbette
kendi ve dostları elindekilerini değil) yerleştirildi.
Örgütün etki alanının sınırları da
çerçeveye konulan resme uygun olarak yeniden tesbit edildi.
İstanbul’da yapılan zirvede, NATO’nun Afganistan’daki
varlığının güçlendirilerek devam ettirilmesi
ve Irak Gecici Hükümet Başkanı İyad Allavi’nin
yardım talebini kabul edip, bu ülkedeki güvenlik güçlerinin
eğitimi için yardımcı olma kararı, bunun
göstergeleridir.
Başlangıç’da “savunma” amaçlı olarak kurulan
ve SSCB’nin dağılmasından sonra “güvenliği”
ön plana alan NATO’nun, yaşaması için güvenliği
tehdit eden unsurlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bugün NATO’nun
varlığını devam ettirmek için gerek duyduğu
“güvenliği tehdit eden unsurlar” ise bizzat onun katkılarıyla
ortaya çıkmıştır.
NATO’nun, üye ülkelerde kurduğu Gladiyo (Türkiye’deki
adıyla Kontrgerilla) tipi örgütler eliyle, sol ve demokratik
akımları, NATO ve patronu ABD karşıtı
güçleri etkisizleştirmek amacıyla uyguladığı
terörü bir yana bırakalım. Düşman çerçevesinin
içine konulan “terör”ün, SSCB’yi çevrelemek amacıyla
yürütülen “Yeşil Kuşak” politikasının
bir sonucu olduğunu ve NATO’nun bundaki katkısını,
artık sağır sultanlar bile duydu.
“Terörü” ortaya çıkaran ve besleyen nedenlerden yoksullukla,
geri kalmışlıkla mücadele, güvenlik önlemleri
ve bu amaçla oluşturulan örgütlerle yürütülemez. Aksine
milyarlarca dolarların harcandığı “güvenlik”
yoksulluk ve geri kalmışlığın nedenlerinden
birisi.
Terörü yaratan öteki nedenler, değişim ve demokrasinin
yolunu açacak siyasi, ekonomik ve kültürel çalışmalarla
ortadan kaldırılır, “güvenlik” temeli üzerine
kurulan örgütlerle, NATO çerçevesinde Afganistan’da bulunan
Türk askerlerinin Afgan çocuklarına şeker, oyuncak
ve bayrak dağıtmasıyla değil...
**
Türk hükümeti, bu yılın başlarında NATO
kanalıyla Irak’a asker gönderme istemini dillendirmişti
ve İstanbul zirvesine umut bağlamıştı.
Türk hükümetinin umudu gerçekleşmedi. Çünkü Iraklı
yetkililer NATO çerçevesinde de olsa komşu ülkelerin
asker göndermelerine karşı olduklarını
açıkladılar. Birçok üye ülke,Özellikle Fransa Irak’a
NATO şemsiyesinin açılmasına karşı
çıktı. Ama yine de Türk hükümetinin zirvede alınan
Irak ile ilgili karara sevindiğini söylemek mümkün. Zirve
kararlarının açıklanmasından sonra yapılan
açıklamalar, Devlet Bakanı Beşir Atalay’ın,
Iraklı güvenlik güçlerinin Türkiye tarafından eğitilmesi
için öncelikle bu ülkenin hükümetiyle güvenlik ve işbirliği
anlaşmasının imzalanması gerektiğini
söylemesi, bunu gösteriyor.
Ordusuyla, polisiyle Türk güvenlik güçlerinin, Kürdistan’da
ve batıda yaptıkları gözönüne alınırsa,
görülür ki Irak güvenlik güçlerinin eğitim için Türkiye
gelmesi veya Türk eğitmenlerin bu ülkeye gidip masrafa
yolaçmaları gerekmez. Türklerin vereceği eğitimi
ve hatta daha iyisi verecek kişiler henüz Irak’da var.
Saddam rejimi kalıntısı subay ve emniyetçiler
en az Türk güvenlik güçleri kadar kafa-kulak kesmeyi, köyleri
yıkmayı, orman, bağ ve bahçeleri yakmayı,
gösterilerde acımasızca jop kullanmayı, gaz
püskürtmeyi (Halepçe deneylerini unutmamak gerekir) bildiklerine
kuşku yok!..
Hele Türk devletinin Irak’a, özellikle de Güney Kürdistan
ve Kerkük’e yönelik emelleri dikkate alınırsa, Türk
devletinin kimleri ve ne amaçla eğitmeye çalışacaklarını
tahmin etmek zor değil... Türk devletinin sabotaj, suikast
ve benzeri eylemlerde kullandıkları Türkmenleri,
(Azerbaycan’da da Azerileri) eğiterek bu alanda belirli
bir deney kazandığını söylemek de mümkün...
**
NATO Zirvesi için Türkiye’ye gelen ABD Başkanı
Bush’un Türk yetkilileriyle yaptığı toplantıda
Kerkük ve PKK sorununun da gündeme geldiği haberleri,
geniş bir biçimde basına yansıdı.
Basına yansıdığı kadarıyla
ABD, Türkiye’nin Kerkük ve Güney Kürdistan’daki PKK varlığı
konularındaki hassasiyetini anlıyormuş, bu
sorunların çözümü için yeni Irak hükümeti ve Türkiye
ile birlikte çalışmaya hazırmış!...
ABD’yi PKK’ye saldırmaya ikna edemeyen Türk hükümeti
Bush’u, Kerkük’ün etnik yapısının bozulması
halinde, tüm bölgede kaos ortamının doğacağına
dair ikna etmiş, bu nedenle de artık Türk hükümeti,
Kerkük ile ilgili bir program hazırlayabilirmiş!..
Ayrıca Bush’tan önce Ankara’yı ziyaret eden KYB
Genel Sekreteri Celal Talabani de Kerkük’ün etnik yapısının
bozulmaması doğrultusunda uyarılmış.
Türk devletinin Kerkük’de etnik yapının bozulmamasından
anladığı, 1963 yılından bu yana Irak
hükümetleri tarafından sistemli bir biçimde Kerkük ve
çevresinden sürülen, evleri, köy ve kasabaları yerle
bir edilen Kürtlerin geri dönmesi.. Yoksa aynı politikanın
kurbanı olan Türkmenler geri dönebilirler ve hatta Türk
Kızılayı, onlara köylerini, evlerini yeniden
inşa etmeleri için yardımını esirgemez...
Eger Kerkük için özel bir statü tanınacak ve bunun
planı yapılacaksa bu işi ancak Irak’ın
meşru hükümeti, Kerkük’de yaşayan etnik ve dini
grupların meşru temsilcileri yapabilirler. Türkiye’nin
bir yandan Irak Gecici Hükümeti’ni tanımaya hazırlanması,
öte yandan kendisinde Kerkük için plan hazırlama yetkisini
görmesi, en azından bu ülkenin iç işlerine müdahale
etme arzusudur.
Kullanılma değil de kullanma konusunda deney ve
tecrübe sahibi olan ABD’yi, Güney Kürdistan’da bulunan PKK
üzerine saldırtmada yaşanan başarısızlık,
derin devleti ve medyadaki temsilcilerini harekete geçirdi.
Genelkurmay’ın medyadaki sivil sözcülerinden birisi,
köşesinde, “ABD’nin PKK’ye saldırmayacağı
belli olduktan sonra Türk ordusunun niçin bu işi yapmıyor”
diye soruyor. Aynı kesimler, AKP hükümetini “Kuzey Irak’daki”
tehlikeli gelişmeleri görmemekle, bu gelişmelere
müdahele edecek orduyu ise AB’nin istemleri doğrultusunda
zayıflatmaya, işlevsiz hale getirmeye çalışmakla
suçluyorlar. Orduyu ve “zinde güçleri” bu duruma son vermek
için harekete geçmeye çağırıyorlar.
Öcalan da devreye giriyor. AKP hükümetini, orduyu zayıflatmak
amacıyla, gerilla ile orduyu karşı karşıya
getirmekle suçluyor. Elçileri vasıtasıyla gerekli
talimatları gönderiyor.
Talimatları alan Kongra Gel de, “cumhuriyet ilkelerine
(elbette Türkiye’deki cumhuriyet), ülke bütünlüğü” (elbetteki
Türkiyenin bütünlüğü)’ne yönelik tavırlar dayatıldığı
için “meşru savunma güçlerinin bir öz savunma savaşıyla
yanıt vermesi” kararını alıyor. Sadeleştirerek
söylersek. Kongra Gel ülkenin bütünlüğü, cumhuriyetin
temel ilkelerini korumak için, bu ilkeleri korumak amacıyla
“durumdan vazife çıkartarak” darbeler yapan Türk ordusuna
karşı savaşı göze alıyor!.. Öcalan
bununla da kalmıyor, kendi deyimiyle “24 saat kamera
ile gözetlenen, en küçük hareketi izlenen hücresi”nden, gerillalardan
Güney’de de mevzilerini güçlendirmelerini istiyor.
Derin devlet-İmralı patentli oyun açık oynanıyor.
Bakıp da görmeyen ya da görmek istemeyenlerin dışında
kalanlar, bu oyununun amaçlarından birisinin de Güney
Kürdistan’a müdahale olduğunu biliyorlar.
Bu durumda, NATO Karargahı önündeki eylemi gerçekleştiren
Avrupa Kürt Platformu-PLATFORM’un, NATO yetkililerine ilettiği
mektupda da belirttiği gibi “Türkiye, her ne şekilde
olursa olsun Kürt halkından uzak tutulmalıdır.”
Bunun için de yapılacaklar da defalarca dile getirildiği
gibi, yurtseverlerin kararlı biçimde mücadeleye devam
etmeleri, Türkiye’de, güçlü bir Kürt muhalefetini oluşturmak
için güçlerini birleştirmeleridir. Ancak böylesi güçlü
ve örgütlü bir muhalefetle derini ve seriniyle Türk devletinin
Güney Kürdistan’a yönelik planlarının hayata geçirilmesi
önlenebilir..
Güney Kürdistan’a ilişkin olarak Kongra Gel’e söylenecek
ise, partimizin 7. Kongresi Sonuç Bildirisi’nde yaptığımız
çağrıyı yinelemektir: “KADEK’in, yeni adıyla
KGK’nin yöneticileri, defalarca bir genel af çıkması
halinde silahları tümden bırakıp tamamiyle
“demokatik cumhuriyet”in hizmetine gireceklerini açıklamalarına
rağmen, devlet genel af çıkarmayıp, KADEK’in
silahlı güçleriyle birlikte Güney Kürdistan’da kalmasını
istiyor. Devletin amacı belli: Abdullah Öcalan yönetimindeki
KADEK ve gerillaları eliyle, Kuzey Kürdistan’daki hareketi
kontrol altında tutmak, diğer yurtsever örgütleri
baskı altına almak, ulusal demokratik hareketin
gelişip güçlenmesini önlemek, KADEK’in bölgedeki varlığını
bahane ederek Güney Kürdistan’a müdahale etmek.
“Devletin planları bu kadar açıkken, Türkiye’nin
sınırları üstüne titreyip üniter devleti savunan,
Türkiye’ye karşı ateşkes ilan edip, şiddetin
sorunu çözmediğini, aksine ağırlaştırdığını
belirten KADEK’e düşen, silahlarını bugüne
kadar zarar verdikleri Güneyli Kürtlere teslim edip oradaki
sivil yaşama katılmaktır.”
|