PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 
ON YIL SONRA
GÜNEY KÜRDİSTAN

Kemal Burkay

1. Bölüm

Amman’dan Bağdat üzeri Güney Kürdistan’a

Bir  aya yakın süren (11 ocak- 8 şubat) Güney Kürdistan gezisinden döneli bir ay oldu. Bu geziye ilişkin izlenimlerimi yazmakta geciktim. Yalnızca, siyasi durumla ilgili olarak “Kürt Halkı Federasyonda Kararlı” başlıklı bir yazı kaleme aldım ve bu yazı hem burada (www.kurdistan.nu ), hem de Dema Nû Gazetesinde yayınlandı. Parti heyeti olarak yaptığımız resmi ziyaretler ise PSK heyetinde olan arkadaşlar tarafından özetle de olsa, sıcağı sıcağına yansıtıldılar ve bu sitede yer aldılar. Bunlardan bir kez daha ayrıntılı biçimde söz etmeyi düşünmüyorum. Bu yazımda daha çok, gezi sırasında ilgimi çeken ve okurlarla paylaşmak istediğim bazı şeylere değinmek istiyorum.

Gezi izlenimlerimi ikişer-üçer gün arayla, bölüm bölüm yayınlıyacağım. Birinci bölümünü okuyun, ilginizi çekerse devam edersiniz.. Böylesi belki sizin için de rahat olur; uzun yazılar, konu ilginç üslup tatlı da olsa bazan insanı sıkar.

1992’de bölgenin özgürleşmesinin ardından yaptığım gezide izlenimlerimi Kürtçe kaleme almıştım ve onlar Azadi Gazetesi’nde, Ali Dicleli adıyla, “Gav bi Gav Kurdistana Azad” (Adım Adım Özgür Kürdistan) başlığı altında bölüm bölüm yayınlandılar. Ama bu kez Kürtçe bilmeyen okurlarımın da onları izleyebilmesi için Türkçe kaleme aldım. Türk dostlarımız da, kendi basın-yayın organlarının “Kuzey Irak” demekte ısrar ettikleri şu binlerce yıllık Kürdistan’ın güney parçasında, yani adıyla sanıyla Güney Kürdistan’da, ne olup bittiğini bir de bizden, Kürt tarafından dinlesinler istedim.

Güney Kürdistan’ı son görüşümden bu yana yaklaşık on yıl geçmişti. Eğer 1981 yılında, İran-Irak sınırındaki dağlara, Kürt partizanları tarafından denetlenen Navzeng ve Tujala yöresine yaptığım geziyi saymazsak Güney’e iki kez gitmiştim. İlk kez 1992’de gittim ve üç ay kaldım. İkinci kez ise 1993 yılı sonbaharında gittim ve bir yıla yakın süre orada kaldım. 1994 Temmuzu’nda ayrıldığımda içim buruktu, mayıs ayında iki büyük parti,  KDP ile KYB arasında başlayan çatışma devam ediyordu. Diğer yurtsever örgütlerin ve bu arada bizim de bu çatışmayı sona erdirmek için yaptığımız girişimler sonuç vermemişti.

O zaman, gidişim gibi dönüşüm de Dicle üzerinden ve illegal yollarla olmuş, oldukça riskli ve maceralı geçmişti. Dönüşte geceleyin, Dicle üzerindeki bir adada Türk birliklerinin pususuna düştük ve geri dönmek zorunda kaldık. Şansımız varmış ki –ya da karşı tarafın şansı yokmuş ki- ölen ya da yaralanan olmadı. Bir ay kadar sonra yine aynı yoldan, bu kez pusuya da düşmeden geçmeyi başardık.. 

Daha sonra, bir kez de 1998’de, bir barış heyeti olarak yine Suriye üzerinden Güney Kürdistan’a gitmek istedik. Ancak Suriye’de yaklaşık bir aya yakın bekledikten sonra geçişimize izin çıkmadığı için geri döndük.

Evet, burası, kuzeyi-güneyi, doğusu-batısı ile bizim ülkemiz; ama oralara özgürce gidemeyiz. Oralarda  özgürce yaşayamadığımız gibi…

Şah gitti, Saddam gitti
Günü gelir ağalar paşalar da gider…

Ankara, Tahran veya Şam üzeri gidemediğimiz Güney Kürdistan’a bu kez, Saddam Hüseyin’in alaşağı edilmesinden sonra, Amman-Bağdat üzeri gittik. Bir dönemler bizim için bu yol da kapalıydı. Ama hayat bu, şimdi Saddam ve adamları sığınacak fare deliği arar, zindanlara düşerken Bağdat yolu onun işkence ettiği, ülkesinden kovduğu muhaliflere ve Kürtlere açıldı..

Acaba Kuzey ve Doğu Kürdistan’a gidebilmek için de oradaki ırkçı, faşist ve çağdışı rejimlerin çok daha güçlü birileri tarafından alaşağı edilmesini mi bekleyeceğiz?.. Neden olmasın? Bu güçlü bazan bir yabancı olur, “dinsizin hakkından imansız gelir”,  bazan da halk bu gücü kendisinde bulur, zorbayı-zalimi kendi eliyle alaşağı eder. Saddam gitti. Şah daha önce gitmişti. Günü gelir İran halkına çektiren şu mollalar da, kendilerini dünyanın merkezi sanan ağalar, paşalar da gider; şu veya bu biçimde…

Okurların bildiği gibi, Bağdat Havaalanı güvenlik koşulları elvermediği için sivil uçaklara henüz açılmadığından Irak’a ve Güney Kürdistan’a Ürdün üzeri gidip döndük. Dört kişiydik. Partimizin yeni Genel Sekreteri Mesut Tek, Sidar, Ünal ve ben.

Çöl şafağında sis…

Ürdün’ü ilk kez görüyorduk. Doğrusu pek gördüğümüzü de söyleyemem. Amman Havaalanı’na geceleyin indik ve o gece doğruca, bir Arap şoförün kullandığı steyşın türü jiple yola çıktık. Dönüşümüz de benzer biçimde oldu. Bu nedenle kenti gündüz gözüyle göremedik. Çölün şafağını ve gün doğuşunu merak ediyordum. Ne var ki Amman’dan çıktıktan az sonra sis bastı ve ırak sınırı yakınlarına kadar sürdü. Bu arada güneş de doğup biraz yükselmiş, sis dağılmıştı.

İskandinavya’nın kar ve kışından Arabistan’ın -kış ortası da olsa- güneşli çölüne inmek tuhaf, keyif verici bir duygu.

Sınıra varmadan bir küçük kasabada mola verdik, çay içtik ve yanımıza yiyecek içecek bir şeyler aldık. Amman’da bizi karşılayan KDP’li dostlar, Hewlêr’e varıncaya kadar, güvenlik nedeniyle Irak tarafında mola vermememizi önermişlerdi. Zaten bu uzun yol boyunca, var olan yoğun trafiğe rağmen, oturup dinlenecek, ağız tadıyla yemek yiyecek doğru dürüst bir tesis de yoktu.

Sınırda pasaport kontrolü sırasında bir buçuk saate yakın bekledik. Sınır kapısı yolcular, otomobiller ve tırlarla ana baba günüydü. Özellikle Irak’a otomobil taşıyan tırlar dikkat çekecek kadar çoktu. Sınırda kontrolü Ürdün ve Irak polisi ve gümrük memurları yapıyordu. Amerikan askeri filan görmedik. Sınıra kadar tek şeritli olan yol, Irak sınırından itibaren Bağdat’a kadar oldukça düzgün, rahat bir otobandı.

Kürdistan ve Arabistan
İklim ve Doğa olarak iki ayrı dünya

Çevremizde ağaçsız, otsuz, kahverengi bir düzlük göz alabildiğine uzanıp gidiyordu. Yüzlerce kilometre boyunca yolumuz bazan uzak kentlere giden yollarla kesişiyor, bazan çevrede otlayan bir sürü göze çarpıyor, ama bir köy ve kasabaya ender olarak rastlanıyordu. Fırat kıyılarına varıncaya kadar yol boyunca ekili bir tarlaya rastlamadık. Fırat ve Dicle, Hurma ağaçları, sazlıkları ve suladıkları tarla ve bostanlarla çevrelerine hayat veriyorlar. Kentler de bu iki ırmağın çevresinde sıralanıyor.

Kürdistan ve Irak’ın geriye kalan bölümü, yani Arabistan, birbirinden doğa ve iklim olarak ne kadar farklı! Irak, Dicle ve Fırat’ın suladığı şerit dışında ağaçsız, kurak, dümdüz bir ova. Bu kurak düzlük Kürdistan sınırında bitiyor, sıradağlarla kesilen verimli ovalar, Dicle’yi besleyen ırmaklar başlıyor. Daha kuzeye ve doğuya doğru ise meşe ormanlarıyla ve kısa yaz mevsimi dışında karlarla kaplı yalçın dağlar... Kar ve buz kimi yüksek zirvelerde yazın da eksik olmuyor.

Yolumuz tam da “Sünni Üçgeni” denen ve terörün yoğun olduğu bölgeden geçiyordu. Ramadiye’yi, Felluca’yı geçtik. Bağdat’ın yakınında, kente girmeden kuzeye, Samara istikametine yöneldik. Buradan itibaren, tek şeritli, bakımsız bir yolla bir süre Dicle kıyısını izledik. İlginç, kendine özgü  bir doğa. Kamışlıklar, hurma ağaçları ve sanki Babil döneminden kalma, aşınmış, yıkıntı halinde toprak kaleler, setler… Sümer, Babil ve Asur yapılarında kullanılan temel hammadde bu: Çamur ve kerpiç…Tarihte ilk kez keşfettikleri yazıyı da pişirdikleri bu kil tabletlerin üstüne nakşetmiş eski Iraklılar.

Yolumuz Duzhurmatu’dan geçerek Kerkük’e yöneldi. Otobandan ayrıldıktan sonra yol boyunca, özellikle kasaba ve kent giriş ve çıkışlarında göze çarpan sıkı bir kontrol var. Ancak ilginçtir, gerek geçtiğimiz uzun yol boyunca, gerekse bu kontrol noktalarında hiçbir Amerikan askerine ve askeri araca rastlamadık. Kerkük’e yakın rastladığımız ve yol boyunca uzaktan izlemek zorunda kaldığımız bir Amerikan tankından başka.

Duzhurmatu’nun güneyinden, Hemrin yöresinden başlayarak denetim Kürt peşmergeler tarafından yapılmakta. Zaten “Hemrin Dağı” bu kesimde Kürdistan’la Arabistan’ın sınırı sayılıyor. Adına dağ denmesine rağmen dağa benzer hiçbir yanı yok. Burası, kendi güneyine göre belki 15-20 metre yüksekliğinde tepelikler. Neden dağ dediklerini bir türlü anlayamadım. Herhalde düzlükte yaşayan Araplara göre bu bile bir dağ manzarası oluşturuyor!

Kerkük’ü akşam karanlığında geçtik. Kent çıkışında sol taraftaki tepelerin arkasında gökyüzü bir yangın yeri kızıllığında idi. Burası Kerkük’ün ünlü petrol bölgesi Baba Gurgur’du. Biraz sonra petrol bacalarının dizi dizi ateşleri göründü.  Hewlêr’e saat yedi sularında ulaştık. Yolculuğumuz 16 saat sürmüştü.

Hewlêr’de (Erbil) Çuwarçıra otelinde bize yer ayrılmıştı. Otele varır varmaz, KDP’li dostlarımızdan Mehmet Emin ve diğer bazı dostlarla, tanıdık yüzlerle karşılaştık. Daha sonraki günlerde de gelişimizi haber olan dostlar otele bizi ziyarete geldiler. Bunların bir bölümü oraya iş yapmaya gelmiş Türkiye Kürtleri idi.

2. Bölüm
HEWLÊR’DE  

Ertesi günden itibaren heyet olarak ordaki parti ve kurumlarla görüşmelerimiz başladı. 13 Ocak günü Selahaddin’de Kürdistan Demokrat Partisi’nin Politbürosu’nu ziyaret ettik. Yeni Genel Sekreter ve aynı zamanda Başbakan Yardımcısı Sami Abdurahman ve öteki yetkililerle görüştük. Şimdi Bağdat’ta yayınlanan Brayeti (El Taki-Kardeşlik) gazetesi yönetmeni F. Kakayi de oradaydı. Görüşme sırasında KDP lideri Mesut Barzani de kısa bir süre uğrayarak bize hoş geldin dedi (Onunla daha sonra ayrıca görüşecektik.) Sami Abdurahman’ı geçmişten tanıyordum. Deneyimli, yetenekli bir politikacı ve devlet adamıydı. Ne yazık ki çok geçmeden 1 Şubat’ta, kurban bayramı günü işlenen terör olayında, birçok başka değerli insanımızla birlikte hayatını yitirecekti.

14 Ocak günü Parlamento’yu ziyaret ettik. Parlamento Başkanı Dr. Roj Nuri Şavês o günlerde Bağdat’ta bulunduğu için, bizi YNK Parlamento Grubu Başkanı Sadi Pire, Celal Hoşnav (PDK) Tarık Cambaz (YNK) ve Nehla Hanım karşıladılar ve Parlamento’yu gezdirdiler. Sadi Pire de 1980’li yılların başından beri tanıdığım, zaman zaman Kürdistan’da, Avrupa’da karşılaştığım deneyimli bir politikacı.

Aynı gün Hewlêr Başmuhafızlığı’nı (valilik) ziyaret ettik, Vali Ekrem Mentıq ve yardımcısı Mehdi Hoşnav’la tanıştık. Ekrem Mentıq oldukça enerjik ve sempatik bir insandı. Bizi çok sıcak karşıladı. Irak’taki yeni durumu, Kerkük sorununu sohbet ettik. Vali Yardımcısı Mehdi Hoşnav ise aynı zamanda değerli bir aydındı ve Hewlêr Yazarlar Birliği Başkanlığını yapmakta idi. O gün öğleden sonra bize kentin bazı yeni yapılarını ve parkı gezdirdi.

Kültür Sarayı ve Kürt Dili Akedemisi

Gördüğümüz yerlerden biri Kürdistan hükümeti tarafından yaptırılmış olan Kürdistan Merkez Bankası, bir diğeri yeni tamamlanan Kültür Sarayı idi. Burada sanatçılar için uygun çalışma yerleri, tiyatro ve konferans salonları yapılmıştı. Bu yapının biraz ötesinde “Kori Zanyari Kurd” denen Kürt Dili Akademisi’ni gezdik. Kaba inşaatı bitmiş olan yapının boya ve diğer ince işlerinin yapımı sürmekteydi. Her biri üç katlı, geniş bir alan üzerinde, bahçe içinde inşa edilen, estetik olarak göz okşayan her iki binanın plan ve projesi de Kürt mimarlar tarafından yapılmış ve Kürt ustalar tarafından inşa edilmişlerdi.

Daha sonra, Hewlêr Stadyumu’nu ve kültürfizik salonunu gezdik. Buraya, iki yıl kadar önce teröristlerce katledilen Hewlêr Valisi Fransuva Hariri’nin adı verilmişti. Stadyum 1990 öncesi yapılmıştı, ama Kürt yönetimi tarafından büyük ölçüde geliştirilmiş ve restore edilmişti.

Tank ve topların yerini ağaçlar ve güller aldı

Mehdi Hoşnav’ın rehberliğinde gezdiğimiz yerlerden biri de Kürt yönetimi tarafından son yıllarda yapılmış olan büyük parktı. Yaklaşık 5000 dönümlük geniş bir alan üzerinde inşa edilmiş olan park, Saddam döneminde askeri bölge idi. Yani burada Kürdistan’da savaşan Irak’ın kuzey ordusu konuşlanmıştı. Parkta geniş havuzlar, açık bir tiyatro ve konser alanı, çocuk bahçeleri ve bir lokanta inşa edilmişti. Çoğu ancak 3-5 yıllık olan fidanlarla kaplı ağaçlık alanlar ötelere, yeni yapılmakta olan Hewlêr Havaalanı’na doğru uzanıp gidiyordu. Geniş bir alan güllerle kaplıydı. Burada, “Enfal”de (Saddam’ın Kürt halkına karşı giriştiği soykırım) yok edilen, çoğu kadın ve çocuk 185.000 Kürdün anısına dikilmiş aynı sayıda gül olduğu söylendi.

Parkın bir köşesi, son ve büyük klasik Arap şairi olduğu kabul edilen Cewahiri’ye ayrılmış, anıtı dikilmişti. Cewahiri seçkin bir Kürt dostu idi ve bunu gizlemeyen, Kürt ulusal mücadelesine dayanışmasını cesaretle ortaya koyan, bunu hem şiirlerinde, hem de başındaki fese “Yan Kurdistan yan neman!” sözcükleriyle yazabilecek derecede yürekli bir ozandı. Kürtler de bu dostlarını unutmamışlar ve hem gönüllerinde hem de bu güzelim parkın bir köşesinde ona yer açmışlardı.

Burada, bir zamanlar askeri barakaların, tank ve topların, savaş uçaklarının yer aldığı bu alanda, şimdi havuzları, ağaçları, gülleri, kültür alanlarıyla kente soluk aldıran güzelim bir park oluşmuştu. Beş-on yıl sonra, ağaçlar daha da gelişip serpilince, besbelli daha da güzelleşecekti burası. Daha sonra Süleymaniye kentini gezdiğimizde de, benzer biçimde askeri bölgelerden parka çevrilmiş alanlar görecektik. Aklıma Türkiye’nin kentlerindeki geniş askeri bölgeler, sivillere yasak alanlar geldi. Örneğin Ankara’da kent alanının yüzde 40’ını oluşturan, Diyarbakır’ı kuşatan, kenti adeta işgal edici, boğucu askeri bölgeler…

Hewlêr’i 1992’de ve daha sonra 1993-94’te birçok kez görmüş, burada bir süre kalmıştım. Bir milyon nüfuslu geniş bir kent. Burada, kimilerince kent modernizminin ölçüsü gibi görülen gökdelenler ve sekiz-on katlı binalar yok. Irak’ta, Ortadoğu’nun birçok ülkesinde olduğu gibi, İngiliz mimarisinin etkileri var. Sokaklar genellikle iki katlı, villa türü, önlerinde küçük bir bahçesi olan ev dizileri arasında uzanıyor. Kent merkezinde bile çok çok üç-dört katlı yapılar, oteller… Bu yüzden Kent, nüfusuna göre oldukça yaygın, geniş bir alanı kaplıyor.

Hewlêr’de on yıl öncesinden bu yana göze çarpan değişikliklerden biri, yeni yapılan, yukarda sözünü ettiğim geniş parkın yanı sıra, büyükçe kamu binaları (Kültür Sarayı, Kürt Dil Akademisi, Merkez Bankası vb), ayrıca yeni yapılan oteller.. Çuwarçıra’nın yanısıra, yeni yapılan Şeraton tamamlanmak üzere. Bir de kentin çıkışında, Selahaddin yolu üzerinde bir tepenin üzerine inşa edilmiş büyük bir otel var. Daha güvenlikli olduğu için orada Amerikalılar kalıyor..

Kent yaşamında göze çarpan değişikliklerden biri de yoğun trafik. Son yıllarda, özellikle de son savaşın, yani Bağdat rejiminin yıkılmasının ardından buraya büyük bir araç akını olmuş. Bu araçların bir bölümü yurt dışından (henüz gümrük vergisi olmadığı için dışardan araba akışı oldukça yoğun), bir bölümü ise güneyden, Bağdat yöresinden.. Söz konusu olağanüstü koşullar nedeniyle araba fiyatları ucuz olunca çoğu insan araba edinmiş. Bunu teşvik eden diğer bir nedense benzinin çok daha ucuz, nerdeyse sudan ucuz olması. Üç dolara koca bir depoyu doldurabiliyorsunuz! Tüm bu nedenlerle araba sayısı kent için öngörülenin, birkaç katı. Bu da trafiği oldukça zorlaştırıyor. Buranın tez elden bir metroya ihtiyacı var.

Gelişip serpilen Kürt kültürü

15 Ocak günü Kültür Bakanlığı’nı ziyaret ettik. Kültür Bakanı Mehemed Mahmud, bölgenin kültür sorunlarıyla ve bakanlığının çalışmalarıyla ilgili olarak ilginç bilgiler verdi. Saddam döneminde Kürt kültürü üzerindeki baskılardan, yoğun asimilasyon çabalarından söz etti. Kürt kültür eserlerinin korunmadığını, mimari eserlerin yıkıntıya terk edildiğini, restore edilenlerin bile stilinin değiştirildiğini anlattı. Anlattıkları bize yabancı uygulamalar değildi. Kuzey Kürdistan’da da benzer politikaları aynen yaşamıştık ve şimdi de yaşamaya devam ediyorduk.

Güney’in özgürleşmesinden, yani 1991 yılından bu yana, bölgede Kürt kültürü hızla gelişip serpiliyor, daha devrim döneminde, partizan savaşı yıllarında boy vermiş olan yazar ve sanatçı örgütleri gelişip güçleniyordu. Güney Kürdistan’da şimdi 150 dolayında periyodik yayın (gazete ve dergi) vardı. Sansür yoktu. Yalnızca kişilik haklarına saldırılması durumunda ilgililerin dava açması söz konusuydu. Şimdiye kadar bu nitelikte ve çok az sayıda dava açılmıştı.

1990 öncesi (bölgenin Bağdat hükümetinin denetiminde olduğu 75 yıllık dönemde) Kürt dilinde topu topu 450 kitap yayınlanmıştı. (“Özgür ve demokratik” Türkiye’yi dünden bugüne yönetenlerin kulakları çınlasın; çünkü kendi egemenlikleri altında, 20 milyon Kürt için bu dahi olmamıştır!) Ama şimdi, Güney Kürdistan’da her yıl yüzlerce kitap yayınlanmakta idi. Kültür bakanlığı yayın işinde dergilere ve yazarlara önemli destek veriyordu. Kitapların baskı masrafını ya tümüyle ya da kısmen Kültür Bakanlığı karşılıyordu.

Kültür Bakanlığı’nın yönetimindeki yerel radyo ve televizyonlar, kültür çalışmalarına, yazar ve sanatçıların eserlerinin tanınmasına geniş yer veriyorlardı. Bakanlığın desteğinde birçok müzik ve tiyatro grubu faaliyet gösteriyordu. Eğitimli müzisyenlerden oluşan 60 kişilik bir Kürdistan Senfoni Orkestrası oluşturulmuştu.

15 Ocak günü öğlen yemeğini, Kürdistan Yurtsever Birliği’nin Hewlêr örgütü sorumlusu Adnan Müfti ve Sadi Pire ile birlikte yedik. Adnan Müfti de yıllar öncesinden tanıdığım bir dosttu. Uzun yıllar Irak Kürdistanı Sosyalist Partisi’nde çalışmış, bu partinin Şam temsilciliğini yapmış, daha sonra da partinin dağılmasının ardından KYB’ye katılmıştı. 1 Şubat’taki alçakça saldırılardan biri de KYB’nin Hewlêr Bürosuna yapıldı ve Adnan Müfti bu eylemde, birçok değerli arkadaşını kaybederken, kendisi de ağır yaralandı.

Akşam ise, iki önce önce ziyaret ettiğimiz Vali Ekrem Mentıq ile yardımcısı Mehdi Hoşnav, bizi bir lokantada akşam yemeğine davet  etmişlerdi. Ne yazık ki gerek onlar, gerekse o akşam yemekte bereber olduğumuz bazı güvenlik yetkilileri, bütün bu iyi yetişmiş, değerli insanlar 1 Şubat’taki saldırıda yaşamlarını yitireceklerdi.

Barzan yöresine yolculuk

16 Ocak günü Barzan yöresine yolculuk ettik. Hem Mele Mustafa’nın mezarına saygı ziyareti, hem de on yıl öncesi de gezip gördüğümüz yerlere bir kez daha bir göz atmak için. Yanımızda, KDP’nin ilişkiler bölümünden bizimle ilgilenmekle görevli kadroları, hoşsohbet ve nüktedan Remzi ile yardımcısı İmad, ayrıca şoför olarak da, gezimiz sırasında içtenlik ve özveriyle bizi dolaştıran Mehdi ve Saleh...

Ocak ayının az bulunur güneşli günlerinden biriydi. Kış ortası olmasına rağmen bir bahar havası vardı. Güney’de böyledir. Ekim ortalarında başlayan güçlü sonbahar yağmurlarıyla toprak yeşerir. Yalçın dağlar karlarla kaplıyken dağ dizileri arasındaki ovalar yeşil bir örtüyle kaplıdır. Aralık ve ocak boyunca otlar boy atmayı sürdürür, şubat ortasında bahar çiçeği görünür ve şubat sonunda ise bademler çiçeğe durur.

Yolumuz Selahaddin’den, Şaklawa ve Herir’den geçiyor, Xelifan’a varmadan Zap Vadisi’ne sapıyordu. Selahaddin yolu genişletilmiş, büyük bölümü otobana çevrilmişti, geriye kalan bölümünün yapımı ise devam ediyordu. Yolun iki yanı, tepelerin etekleri, geniş bir alan ağaçlandırılmıştı. Genellikle, çam, servi ve okaliptüs ağaçlarıydı . On yıl öncesi, bölgeye petrol akışı durduğu ve bu nedenle yakacak sıkıntısı çekildiği için, birçok yerde olduğu gibi Selahaddin’in çevresindeki meşelikler de bilinçsizce bir talana ve tahribe uğramıştı. Şimdi, son yıllardaki ağaçlandırma çabalarıyla birlikte buralar yeniden yeşermeye ve daha düzenli bir orman oluşmaya başlamıştı. Bu iç açıcı ve sevindiriciydi. Yalnızca buraya özgü de değildi; daha sonra gittiğimiz Süleymaniye çevresinde ve başka birçok yerde buna tanık olduk. Kürtler ülkelerini onarıyor, yeşertiyorlardı.

Bir tepenin eteklerinde, genç fidanların arasına, beyaz taşlarla ve arap harfleriyle yazılmış bir yazı ilgimi çekti. Türkiye’de, özellikle de Kürdistan illerinde pek çok yerde dağların tepelerin eteklerinde çokça rastlanan, beyaz taşlarla ve kireçle yazılan kocaman yazılar geldi aklıma. Acaba burada da benzer şeyler mi yazmışlardı: “Ne mutlu Kürdüm diyene!” gibi.. Belki de “Bir Kürt dünyaya bedeldir!” ya da “Önce vatan!” gibi… Hayır, bunların hiçbiri değildi. Mesut arkadaş okudu, Kürtçe “ormanı koru!” deniyordu… (Güneyli Kürtler Arap alfabesini kullanıyorlar).

Selahaddin ile Şaklawa arasında, Kore Köyü’nün üst yanındaki vadide, on yıl öceki tankları göremedim. Bu tanklar, 1991 baharında göç eden Kürtleri kovalıyan Saddam’ın tanklarıydı ve Kürt peşmergeler tarafından bu vadide vurulup hurdaya çevrilmişler, saldırı da püskürtülmüştü. Uzun zaman orada, yol kenarında durup paslanan bu tankları, bir süre önce oradan almış ve köyün içinde bir yere taşımışlar, orada sergiliyorlardı.

Şaklawa’nın üstünde yükselen görkemli Sefin Dağı’nın üzerinde yine kar vardı. Kuzeye doğru, yol üzerindeki, uzunca bir dönem sahipsiz ve bakımsız kalmış olan bağlar ise, bu arada onarılmış, canlanmışlardı ve toprağın yüzü gülüyordu. Bağların yakınında, yol üstünde açılmış dükkanlarda muz hevenkleri asılıydı, meyve satılıyordu.

Herir’den geçip, kuzeydeki dağ dizisini aşıp Büyük Zap vadisine ulaştık. Geçtiğimiz yolların tümü on yıl öncesine göre çok farklıydı, güzergahları yer yer değişmiş, iyileştirilmişlerdi. Bunun yanı sıra her yerde yeni yapılar, okullar, evler, şehit aileleri için yapılmış toplu konutlar, küçük çapta işyerleri göze çarpıyordu. 

Kürtçe Çemê Qendilê denen Büyük Zap, yer yer oldukça daralan bu vadide, çevresini yarıp kanyonlar oluşturarak akar.

Burada bahar havası daha da belirgindi. Kuzeydeki dağlarsa yoğun karlar kaplıydılar. Baharın bu vadi iyiden iyiye yeşerir, top ağaçlar yaprak açar ve buralar bir cennete döner. Barzan yöresinde ağaç kesmek yasaktır. Avcılık da. Balık avına bile mevsimine göre izin veriliyor. Bölge halkı bu kurallara son derece saygılı. Bu nedenle orman örtüsü gürdür ve geyikler, tavşanlar, tilkiler, keklikler alabildiğine özgürce çoğalır ve dolaşırlar.

Barzan yöresinin bir köyündeki Mele Mustafa’nın mezarını bu ikinci ziyaretimdi. İlk kez 1993 yılında görmüştüm. Mezara çelenk bıraktık ve saygı duruşunda bulunduk. Toprakla örtülü sade bir mezar bu. Üzerinde ne türbe ne de Panteon türü dev bir “anıtkabir” var… Yaşamı dağlarda, partizan savaşı içinde, zaman zaman da gurbette geçen Mele Mustafa, aile geleneğine uyarak mezarının da böylesine sade olmasını istemiş. Yakınları, partisi, Kürdistan yönetimi de bu vasiyete saygı göstermişler. Mele Mustafa’nın Zaho yöresindeki bir heykelinden başka, bildiğim kadarıyla herhangi bir yerde heykeli de yok. Onu da ona rağmen yapmışlar. Parlamento’nun girişinde, karşıda, Kürt ulusal kıyafetiyle büyükçe bir portresi var. Bunu hak ediyor elbet; onun, ulusal hareketin lideri olarak bu parlamentonun ve hükümetin oluşmasında büyük emeği oldu.

Dönüş yolunda Zap kıyısındaki küçük bir lokantada mola verdik ve balık yedik. Irmağın yazları masmavi akan suyu, şimdi süregelen yağmurlar ve eriyen kar nedeniyle bulanıktı.

Dönüşte Herir’in bir köyündeki bir tepede Fransuva Hariri’nin mezarını da ziyaret ettik ve çelenk bıraktık. Hıristiyan asıllı Fransuva, Parti’nin önemli bir kadrosu, politbüro üyesi ve ideologu idi. Kürt ulusal mücadelesine büyük hizmetleri geçmişti. Bir terör olayına kurban gitti, faillerin ise Ansar El İslam üyesi oldukları anlaşıldı. Öldürüldüğünde Hewlêr (Erbil) valisiydi. Kürt halkının düşmanları onu da boşuna seçmemişlerdi.

Başbakan Nêçirvan Barzani ile Görüşme

17 Ocak günü Hewlêr’de Güney Kürdistan’ın KDP denetimindeki bölgesinin Başbakanı Nêçirvan Barzani’yi ziyaret ettik, Güney Kürdistan’ın sorunları ve Irak’taki durumla ilgili sohbet ettik ve birlikte yemek yedik. Sayın Nêçirvan Barzani yaşanan süreçte kendilerini meşgul eden önemli sorunlardan söz etti. Kürt halkının Baas diktatörlüğünün baskılarından uzak ve özgür, kendi yönetimi altında yaşadığı son 13 yılda önemli işler başarıldığını, ama yollarının henüz uzun olduğunu, şu anda yeni Irak yapılanırken Kürdistan için coğrafi federasyon için mücadele ettiklerini anlattı.

3. Bölüm
SÜLEYMANİYE’DE

18 Ocak’ta Süleymaniye’ye hareket ettik. Koyê üzeri eski yoldan gittik. Koyê kentine, yolun iki yanını süsleyen okaliptus ağaçları dizisinin arasından geçerek vardık. Kentin çıkışında ise Heybet Sultan’ın eteğinde çam ağaçları, yer yer de zeytinlerle örtülü geniş hoş bir alan var. Orada olağanüstü bir durum vardı, yolun biraz ötesine oldukça büyük bir kitle toplanmıştı. Koyê Üniversitesi’nin açılışı nedeniyle bir tören yapıldığını öğrendik. Böylece Güney Kürdistan’da, Hewlêr, Süleymaniye ve Dıhok üniversitelerinden sonra, dördüncü üniversite de açılmış oluyordu. 

Son derece virajlı yoldan Heybet Sultan’ı tırmandık. Heybet Sultan, Güney Kürdistan’ın en güneye düşen son “heybetli” sıradağı. Gerçi ondan daha güneyde, Kerkük yöresinde de sıradağlar var. Ama bunlar pek yüksek değiller, onları dağdan çok  tepe saymak daha doğru.

Heybet Sultan’ın tepesi bıçak sırtı gibi. Manzara ise son derece hoş. Güneye, Arabistan çölüne doğru engin bir düzlük uzanır. Kuzeyde ise sıra sıra ve karlarla kaplı Kürdistan dağları bir taraça gibi yükselirler. Biraz ötede Dokan gölü görünür Bu sıradağların arasında verimli ovalar ve oralara kurulu köyler, kentler, kasabalar var.

Yine virajlı, baş döndörücü yoldan Heybet Sultan’ı inerek Şaklawa’dan ve Ranya yöresinden gelen yol ayrımına vardık. Doğu’ya Süleymaniye yöresine yöneldik. Yolumuz ilerde Kosret Dağı’nın eteklerinden geçerek Dokan yöresine, Küçük Zap’a ulaştı. Sara Dağı’nın ve görkemli Pire Magrun’un güneyinden geçerek Süleymaniye’ye ulaştık. Buralar on yıl öncesinden dağları, vadileri, yolları, ırmakları, köy ve kasabalarıyla adım adım kafama kazınmış bir yöreydi; yıllardır görmediğim sevgili doslarımı görmüş gibi oldum. Hem hoş hem buruk duygular doldurdu içimi…

Süleymaniye Palas oteline indik. Kürdistan Yurtsever Birliği’nden dostlar bize orada yer ayırmışlardı.

Hewlêr’in bir kaç bin yıl öncesine uzanan tarihine karşılık Süleymaniye, Baban beylerinin 1785´de kurduğu 220 yıllık bir kent; ama sokakları, yapıları, parklarıyla oldukça düzenli, tertipli. O akşam kentin kuzeyindeki Goje tepesine çıktık ve Süleymaniye’nin gece manzarasını seyrettik. Buraya ve Goje’nin devamı gibi duran, daha da yüksek Ezmer tepesine yol götürülmüş ve oraylarda turistik nitelikte bazı tesisler yapılmış. Daha sonra da ünlü “Serê Çınarê” (Çınarbaşı) denen semti gezdik. Buradan gür bir su kaynıyor ve güneye doğru akıyor. Suyun başına genişçe bir havuz, çevresine tesisler yapılmış. Burası kentin sayfiye yeri, özellikle yaz günleri ve tatillerde halk bu suyun çevresine akın ediyor.

19 Ocak günü Süleymaniye’de bazı görüşmeler yaptık ve kent içinde bazı ilginç yerleri gezdik. Görüşmelerimizden biri Bölgesel Kürdistan Hükümeti ile idi. Bilindiği gibi, 1994’te başlayan ve birkaç yıl süren iç çatışma nedeniyle parlamento ve hükümet Hewlêr ve Süleymaniye arasında, daha doğrusu KDP ile KYB arasında ikiye bölünmüş ve bu yıllarca sürmüştü. Son dönemde taraflar arasında barış ve uzlaşma ortamının sağlanmasıyla parlamento yeniden birleşti, hükümetin birleştirilmesi için de bir süreden beri çalışmalar var.

Bölgesel hükümetin Başbakanı Behram Saleh yurt dışında idi. Yardımcısı Xelil (Halil) Dostki ile görüştük. Halil Dostki daha önce Saddam’ın ordusunda subaydı. Ulusal direnişin başlamasıyla ayrılıp partizan saflarına katıldı. Şimdi de sivil yaşamda önemli bir görev yapmaktaydı. Bize bu özgür dönemde Kürt yönetiminin yaptığı önemli işlerden, iç çatışmanın verdiği zararlardan ve birliğin öneminden söz etti. Sayın Dostki’nin sağlık durumu ne yazık ki iyi değildi, hastaydı. Nitekim bu görüşmemizden yaklaşık bir ay sonra onu kaybedecektik.

Daha sonra Kürdistan yurtsever Birliği’nin Politsürosu’nu ziyaret ettik ve Kosret Resul, Feridun Abdulqadır, Ömer Fettah ve Erselam Bayiz’in de aralarında bulunduğu KYB yetkilileriyle görüştük. Hepsi de eski tanıdık ve dostlarımızdı. Kosret Resul, hükümetin henüz bölünmediği ilk yıllarda, bir dönem başbakanlık da yapmıştı.

Süleymaniye’nin Bastil’i…

Aynı gün, KYB’li dostlar bize Baas döneminin Emniyet binasını gezdirdiler. Burası işkenceleriyle ün salmıştı. 1991 baharındaki başkaldırı sırasında Süleymaniye halkı, partizanı ve siviliyle, Parislilerin Bastil üzerine yürüyüşüne benzer biçimde burayı kuşatmış, çatışmış ve ele geçirmişlerdi. Şimdi burası müze yapılmıştı. İdare binasının duvarlarındaki roket ve kurşun delikleri aynen duruyordu. İçerde resimlerle bir dönemin, enfallerin ve işkencelerin öyküsü anlatılıyordu.  Yan taraftaki gözaltı, daha doğrusu işkence binası ise, her bir odanın, koridorun işlevi, işkence araçları ve öyküsüyle insanı geçmişe götürüyor, bunaltıyor, acı veriyordu.  Söz konusu odalarda filistin askısını, bedene elektrik veren araçları ve ötekileri gördük, insanların kendi kanlarıyla duvarlara kazıdıkları mesajları okuduk. Burada 13-14 yaşlarında çocuklar bile işkence görmüş, öldürülmüşlerdi. Arkadışımız Sidar filistin askısını görünce bir tuhaf oldu, 12 Eylül döneminde Kuzey Kürdistan’da, Elazığ’daki gözaltı süresinde kendi yaşadıklarını hatırladı…

Evet, böyle işte, ülkemizin her yanında, özgür yaşama isteğimize verilen cevap, bize reva görülen uygulama bu. Benzer ve tanıdık…

Burada kapalı bir salonu “Enfal”ın anısına düzenlemişler, Enfal’de katledilen 185.000 insanımızın anısına bir o kadar minyatür lambayla donatmışlar. Uzunca salonun bir kapısından giriyor, tavana ve duvarlara iliştirilmiş, gökyüzündeki yıldızları andıran bu minyatür lambaların ışıkları altından geçip öbür kapıdan çıkıyorsunuz.

Bu halk ne acılar çekti, ne acılar!..

Buradan, bir işkenceden kaçar gibi, unutmak ister gibi çıkıyoruz. Ama mümkün mü? Hem bu trajedi, bu zulüm sona erdi mi, her gün ülkemizin şurasında ve burasında benzer durumlar yaşanmıyor mu?

Süleymaniye Üniversitesi

Oradan uzaklaşıp bu kez bize umut veren, iç açan bir yere, kentin üniversitesine gidiyoruz. Öğretim görevlisi dostlar bizi gezdirdiler ve üniversitenin tarihi ve şimdiki durumu ile ilgili bilgiler verdiler.

Burası 1968 yılında merkezi yönetim (Bağdat hükümeti) tarafından Süleymaniye Üniversitesi adıyla açılmış. Binalarının bir bölümü o zaman yapılmış. Sonradan, 1981 yılında “Selahaddin Üniversitesi” adıyla Hewlêr’e (Erbil) nakledilmiş. Ama Kürt yönetimi daha sonradan burada yeni bir üniversite kurmuş. Hem eski binalar kullanılıyor, hem de yenileri yapılmış.

Burada hemen hemen tüm fakülteler var: Edebiyat, hukuk, tarih, tıp, mühendislik, fizik ve matematik bilimleri… 15 kadar fakülte ve yüksek okul. 6500 öğrenci okuyor. Kızlar da erkekler gibi modern giyimli, büyük çoğunluğu başı açık.

Öğrenim Kürtçe ve İngilizce yapılıyor.

Derslikleri, kütüphaneyi, öğrenci kantinlerini gezdik. Derslikler ve kütüphane çok sayıda kompütürle donatılmıştı.

Olof Palme Parkı, Anna Lindt Okulu…

Süleymaniye Güney Kürdistan’da öteden beri fikir ve sanat etkinlikleriyle de tanınan bir kent. Meydanları, parkları süsleyen heykeller ilgi çekiyor. Bunlar arasında tanınmış sanatçıların heykellerinin yanısıra, barışı ve özgürlüğü sembolize edenler, kadın figürleri, at, geyik gibi hayvan figürleri göze çarpıyor. Ünlü Arap Şairi Kürt dostu Cevahiri’nin Erbil’deki parkta bulunan heykelinin bir benzeri de Süleymaniye’deki parkta dikilmiş. Küçük bir parka Olof Palme’nin, bir okula ise Anna Lindt’in adı verilmiş. Arap dünyasındaki tek Kürt dostu lider olan Kaddafi’nin adını da sanırım bir meydana vermişlerdi. Kürtler kadirbilir olduklarını bununla da kanıtlıyorlar

Putlar yok, sanat var…

Burada heykelleri, resimleri cadde ve meydanlarda arzı endam eden, duvarları kaplayan bir Saddam ve benzeri yok.. Umarız ilerde de olmaz… Ama Süleymaniye’deki kadar olmasa da Güney Kürdistan’ın tüm kentlerinde sanatçı heykellerine, kabartmalarına rastlarsınız. Örneğin Erbil’deki Çuwarçıra Oteli’nin salonunda sütunlara iliştirilmiş, aralarında Piremerd, Goran ve Bêkes’in de olduğu bir dizi Kürt şairi ve bilgesinin kabartma büstlerini görürsünüz; ama orada bir politikacı büstü yoktur… Kürtler kimseyi putlaştırmamışlar (Tabi Güneyli Kürtleri kast ediyorum. Kuzeyde ise birilerinin daha Æimdiden putu da var birhayli müridi de!..) Bu durum Güney´deki Kürt toplumunda egemen olan bir uygar, sivil anlayışı, aynı zamanda kendine güveni gösteriyor. Darısı, Türkiye’deki gibi, putlarda moral arayan, şovenizmin militarizmin deryasında yüzen çevrelerin başına…

Ben ve Mesut arkadaş, o gün akşam, uydu üzerinden ve Süleymaniye merkezli yayın yapan Kürt televizyonu Kurd-Sat’ta bir programa katıldık ve hem gezimizle hem de siyasal durumla ve Partimizin son kongresiyle ilgili görüşlerimizi dile getirdik.

Bizim Süleymaniye’ye geldiğimiz günlerde, YNK’nin Genel Sekreteri Celal Talabani Bağdat’ta idi ve daha birkaç gün daha orada kalacaktı, görüşmek için bizi Bağdat’a beklediği haberini göndermişti. Biz de zaten, hem onunla hem de Mesut Barzani ile görüşmek için, sonraki günlerde Bağdat’a gitmeyi planlamıştık.

Halepçe Anıtı

Kürtlerin Hroşimasi Halepçe

20 Ocak gününü Halepçe ziyaretine ayırmıştık. Buraya gelip Halepçe’yi görmeden olmaz. Halepçe yolu, Süleymaniye’den doğuya doğru, kara topraklarla kaplı bereketli Şerezor Ovası’ndan geçiyor. Yol üzerinde seyit Sadıq ve Sirvan kasabaları var. Ovanın kuzeyi karla kaplı yüksek dağlarla çevrili: Mawat, Surçiya ve ötekiler… Kuzeye doğru Pencvin kasabası ve daha ötesi İran sınırı. Derbendihan Barajı ve gölü bu yörenin hemen güneyinde.

Verimli bir ovanın kıyısında ve göz alıcı doğa manzaralarının kucağındaki Halepçe kentine buruk duygularla vardık ve döndük. Halepçe’nin yaraları büyük ve taze. Burası Kürtlerin Hroşiması. 16 Mart 1988'’de, yani 16 yıl önce, Irak-İran savaşı sırasında bu yörede Irak ordusu denetimi kaybedince, Saddam zorbası Halepçe kentini “cezalandırdı”. Kente kimyasal silah attı. Çoğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan 5000 insanımız öldü, binlercesi ise sakat kaldı. Toprak kirlendi. İnsanlar üzerindeki etkiler bugün de sürmekte.

Ne yazık ki o zaman dünya bu olaya karşı, sudan ve göstermelik bazı tepkilerin dışında, ciddi bir tepki göstermedi. Bazıları ise, “Sosyalist” Baas rejimini koruma adına olayı gizlemeye bile kalktılar. Sol adına utanılacak bir durum.. (Şimdi, Saddam rejimi rezil bir biçimde devrildikten sonra, kimyasal silah bulunamadığı için ortalığı velveleye verenlerin kulakları çınlasın! Saddam bu silahları tümden yok etmiş olsa bile, geçmişte, bu silahlarla Halepçe’de, Xelifan yöresinde ve Kürdistan’ın başka yerlerinde işlediği büyük cürümler bile, böyle bir zorba rejime karşı uluslararası kamuoyunun harekete geçmesini gerektirmiyor muydu?..)

Bu silahların hammaddesini ve tekniğini ise ona, içinde ABD’nin ve Almanya’nın da olduğu gelişmiş sanayi ülkeleri vermişti. Onlar için de utanç verici bir durum.  Sonuç olarak Saddam’a suç ortağı idiler, bu nedenle Halepçe olayında sesleri pek gür çıkmadı. Saddam’a karşı harekete geçmeleri ise, işin ucu kendileri dokunduğunda, Küveyt işgalinden sonradır. O zaman ucuz petrol kaynaklarını korumak için harekete geçtiler; yine de, kimi hesaplarla, Saddam’ı tahtında bıraktılar ve onun yeni terör kampanyalarına, cinayetlerine göz yumdular. Ta ki New York’un İkiz Kuleleri bazılarının hedefi olup ABD bir paranoyaya yakalanıncaya kadar…

Panorama

Halepçe’de, şehitlerin anısına yapılmış olan anıtı, Panorama’yı gezdik. Halepçe Kaymakamı, Belediye Başkanı ve diğer ilgililer bize anıtı gezdirdiler ve bilgiler verdiler. Anıtın bir bölümünde resimlerle Halepçe’nin tarihi ve sosyal hayatıyla ilgili bilgiler veriliyordu. Halepçe’nin geçmişini, 40-50 yıl öncesini gösteren resimler son derece ilginçti: Kız ve erkek çocukların, gençlerin modern kıyafetler içinde yayana okuduğu okullar, kentte düzenlenen festler ve diğer faaliyetleri gösteren resimler… Bu, yıllar öncesinden sosyal olarak gelişmiş, uygar insan ve toplum ilişkilerine sahip bir kente tanıklık ediyor.

Panorama’nın bir bölümünde ise Halepçe soykırımını gösteren iç burkucu manzaralar… Evinin önünde, uyur gibi, çocuğuna sarılıp kıvrılmış ihtiyar adam… Yatakta, sokakta uzanıp kalmış kadınlar, çocuklar, onlarla birlikte kedi ve köpekleri, hatta kuşlar… Arabalara yüklenmiş ölü yığınları…

Panorama’dan sonra, kentin çarşısından geçerek doğusuna düşen mezarlığa uğradık. Burada Halepçe şehitleri, zorunlu olarak yüzler, binler halinde toplu olarak gömülmüşlerdi. Onların anısına burada da bir anıt dikilmişti. İlerde, 3-4 kilometre ötede bir köyü gösterdiler. Orada da toplu olarak 1500 kişi gömülmüştü..

Uzun yıllar süren Kürt özgürlük direnişi sırasında zorba Irak rejimi Kürdistan’da çok kan döktü, yakıp yıktı. Üstüne gelen Irak-İran Savaşı sırasında bölge daha ağır bir yıkıma uğradı. Kürdistan’ın dörtbir yanı gibi Halepçe yöresi de savaşın ve yıkımın acılarından payını aldı. 16 Mart kimyasal bombardımanı ise Halepçe için tam bir kâbus oldu. Görünen o ki Halepçe daha uzun yıllar bununla yaşıyacak. Acılar kolay dinmeyecek.

Sürüler otluyor ve kuşlar dönmüş…

Ama kentin çarşısında har şeye rağmen insan kaynıyor, hayat devam ediyordu. İnsanoğlu ne kadar dirençli! 16 yıl önce bu insanlar en sevdiklerini, yakınlarını, komşularını, dost ve arkadaşlarını kitleler halinde yitirdiler, kendileri ise belki yaralı kurtuldular, belki de şans eseri uzakta oldukları için kendilerine bir şey olmadı. Ama yaşananlar ne kadar ağır, acı olursa olsun hayatı yeniden kurmak gerek. Onlar da bunu yapmışlar. Evlerini onarmış, tarlalarını yeniden ekmiş, dükkanlarını açmışlar. Ötelerde yine sürüler otluyor ve kuşlar buraya dönmüş… Okullar öğrencilerle yine cıvıl cıvıl ve Halepçe’de yine düğünler, festler yapılmaya devam ediyor…

Halepçe dönüşü aynı gün Hewlêr’e dönmek üzere yola çıktık. Dönüşte, Dokan’dan itibaren Heybet Sultan’ı aşan ve onu güneyden paralel izleyen yolu seçtik. Bu yol yeni yapılmış, oldukça geniş, rahat. Yolumuzun üzerindeki Koyê’de İran Kürdistanı Demokrat Partili dostlarımızı ziyaret ettik ve o gece onlara konuk olduk. Partinin genel Sekreteri Abdullah Hasanzade Avrupa’ya çıkmıştı. Yardımcısı Kak Baba Ali, Hasan Şerifi, Mustafa Hicri gibi eski dostlarla görüştük ve ertesi gün Hewlêr’e döndük.

4. Bölüm
Erbil Kalesi
Selahaddin Üniversitesi

Biz Bağdat’a gitmeyi planlamışken Bağdat’taki Kürt heyetinin (Mesut Barzani, Celal Talabani ve diğerlerinin) dönmek üzere oldukları haberi geldi ve onlarla görüşmek için Bağdat’a gitmemize gerek kalmadı. Bu arada kenti dolaşmayı, bazı ziyaretler yapmayı sürdürdük.

Gezdiğimiz yerlerden biri Hewlêr (Erbil) kalesi idi. Erbil kentinin tarihi adı “Erbilium”. Bu kalenin dünyadaki en eski kalelerden biri olduğu biliniyor. Aynı zamanda tarihçi olan dostum Kemal Fuat, Erbil kalesinin, Milattan Önce 2000 yıllarında yapıldığını dünyanın en eski kalesi olduğunu söylemişti. En eskisi olmasa bile, en eskilerden biri olduğuna kuşku yok. Zaman zaman restore edilen kale duvarları hala ayakta, ama ne yazık ki bu tarihi kalenin içi oldukça harap, bakımsızdı. Şimdi hem kale içinin, hem de çevresinin onarılması, düzenlenmesi için Kürdistan Bölgesel Hükümeti eliyle yürütülen bir çalışma var.

Eğitim Fakültesinden bir görüntü

22 Ocak günü Hewlêr’deki Selahaddin Üniversitesi’ni ziyaret ettik, Rektör, Prof. Sadi Barzenci ile görüştük. Prof. Barzenci bize üniversitenin geçmişi ve bugünkü durumuyla ilgili bilgi verdi.

Daha önce Süleymaniye Üniversitesi’ni ziyaretimizle ilgili bölümde de belirttiğim gibi, bu üniversite 1968 yılında Süleymaniye’de açılmış, ancak merkezi hükümet onun çalışmalarından rahatsız olmuş, 1975 yılında tümüyle denetimine almaya kalkmış, 1981 yılında Erbil’e nakletmiş, adını da “Selahaddin Üniversitesi” olarak değiştirmişti.

Devrimden, ya da Kürtçe adıyla “Raperin”den (Birinci Körfez Savaşı’nın hemen ardından 1992 ilkbaharında Kürdistan’da yer alan halk ayaklanması) önce bu üniversitenin öğrenci sayısı 6500, öğretim üyesi sayısı 700 dolayında idi. Devrimden, yani bölge saddam rejiminden tümüyle özgürleştikten sonra, öğretim üyelerinin Arap asıllı olan yaklaşık yarısı, yani 350 kadarı üniversiteden ayrılıp gitti.

Devrim öncesi 7 kadar fakültesi vardı, şimdi 17 tane. Yani hukuk, tıp, mühendislik, zıraat, eğitim, güzel sanatlar dahil, hemen hemen tüm temel fakülteler var.

Şimdi öğrenci sayısı 16.000, öğretim üyesi sayısı ise 800 dolayında. Öğrencilerin yüzde 45’i kız. Öğretim üyeleri arasında da bayanların oranı yüzde 25. Öğretim üyelerinin yüzde 99’u Kürt.

Eğitim daha önce temel olarak Arapça idi. Şimdi Kürtçe ve İngilizce. Son 15-20 yılda yetişen nesil zaten Arapça bilmiyor.

Üniversite’nin, Fransa, İspanya, İsveç gibi birçok ülkenin üniversiteleriyle oldukça iyi ilişkileri var, aynı zamanda Dünya Üniversiteler Birliği’nin üyesi.

Aynı gün akşam Kürdistan TV’de bir canlı programa katıldım ve gerek program yöneticisi Abdülkadir’in, gerekse izleyicilerin sorularını cevaplandırdım.

23 Ocak günü Kürdistan Komünist Partisi’ni (KKP) ziyaret ettik. KKP’nin kadroları çoğunlukla, daha önce Irak Komünist Partisi’nin içindeydiler. 1991’den sonra ayrışma oldu, Kürdistan komünistleri bağımsız bir parti kurdular. Ziyaretimiz sırasında Partinin şimdiki genel sekreteri Kerim Ahmed yoktu; ama politbüro üyeleri Mela Hesen’in ve öteki bazı yöneticilerin yanı sıra, Irak Komünist Partisi’nin uzun yıllar genel sekreterliğini yapan Aziz Muhammed de oradaydı. Daha çok Kürdistan ve Irak’taki yeni siyasal durum üzerine sohbet ettik.

Mam Celal’i ziyaret, Dokan-Qelaçolan…

29 Ocak’ta Dokan’a Mam Celal’i (YNK Genel Sekreteri Celal Talabani) ziyarete gittik, Dokan Gölü’nün kıyısındaki bir tepede, çam ağaçları arasındaki köşkünde görüştük. Buraları on yıl öncesinden iyi bilirdim. Hemen karşıdaki Dokan kasabası da, devlet binalarının dışında Saddam rejimi tarafından yerle bir edilen kasabalardandı. Saddam’dan geriye kalanların bir bölümü ise, ayaklanmanın ardından yaşanan güvensizlik ortamında halk tarafından yağmalanıp tahrip edilmişti. Söz konusu köşkün yerinde de o zaman, böylesine yerle bir edilen bir gazino vardı. Şimdi buralar yeniden onarılmış. Çevre köylülerin bir bölümü dönüp yeni evler kurarken, Kürdistan Bölgesel Hükümeti de çevreyi birhayli imar etmiş, halk için mahalleler kurmuş. Bu arada çevredeki çam ağaçları daha da büyümüşler…

Mam Celal burada bizden önce bazı yabancı konuklarını karşılamıştı. Görev değişimi nedeniyle eski ve yeni Amerikalı komutanlar ziyaretine gelmişlerdi. Ayrıca bir Arap heyetini karşılamıştı. Mam Celal, yüz yüze oldukları ağır sorunlara, yoğun çalışmaya rağmen her zamanki gibi dinç ve canlıydı. Kısa bir sohbetten sonra birlikte, Süleymaniye’nin kuzeyine düşen KYB merkezine, Qelaçolan’a gitmek üzere Mam Celal’in küçük bir birlik sayılabilecek koruma konvoyu ile birlikte yola çıktık.

Yol boyunda Mam Celal geçtiğimiz yerlerle, yapılan işlerle ilgili bilgi verdi. Yörede ikinci bir çimento fabrikasını kurmuş ve devreye sokmuşlardı. Teq Teq yöresinde petrol çıkarmış, işletiyorlardı. Süleymaniye’nin güneyine düşen Bekreco Havaalanı, sivil uçaklara hizmet verecek şekilde genişletilmek üzere ihaleye konmuştu ihaleyi alansa bir Türk firmasıydı. Kent ve kasabalara yeni hastahaneler, okullar kurmuşlardı.

Süleymaniye’ye varmadan askeri bir bölgeden geçtik. Bir bölümü kadın peşmergelerin yönetiminde idi ve onların eğitimi için ayrılmıştı. Burası, Pire Magrun Dağı’nın eteklerinden Süleymaniye’ye kadar nerdeyse bütün bu düzlük, 1991 öncesi Bağdat rejiminin askeri alanıydı. Devrim döneminde rejimin ordusu bozguna uğrayınca top ve araçlarının çoğunu bile bırakarak buradan panik halinde kaçtılar. 1992’de buradan geçerken boşalmış barakaları, telörgüleri, nöbetçi kulelerini ve yakılıp kömüre dönmüş askeri araçları uzaktan görmüştüm… Şimdi burada Kürtlerin kendi askeri güçleri konumlanmıştı ve kendi halkının güvenliğini sağlamak, kendi ülkesini korumak için eğitiliyordu.

Süleymaniye içinden transit geçerek kuzeydeki Goje ve Ezmer dağlarını aşıp Qelaçolan’a ulaştık. Qalaçolan, geçmişte yüzyıllarca bu bölgeyi yönetmiş Baban Beyleri’nin merkeziydi. Sonradan Süleymaniye kentini kurdular. Mam Celal’in burayı KYB ve kendi çalışmaları için üs ve merkez olarak seçmesi ilginçtir..

1992 yılında geldiğimde buraya henüz yeni yeni yerleşmekte idiler. Göze çarpan tek bina yeni yapılan YNK’nın merkez binası idi ve orada bir gece konuk olmuştuk. Şimdi çevreye birhayli yeni bina yapılmış. Askeri eğitim yerleri, hastaneler, konutlar ve büyücek, buraya göre lüks sayılacak, oldukça iyi tezyin edilmiş bir konuk evi. Orada iki gün kaldık. Bu arada Qalaçolan’ın üstündeki tepelere ve çevredeki vadilere, ırmak boylarına bir gezi yaptık. Her yerde yapım çalışmaları sürüyor, çevre kent ve kasabalara giden yollar iyileştiriliyor. Mawat ve Pira Magrun dağları arasındaki vadide, Qalaçolan’ı Dokan’a bağlayacak geniş bir yolun inşaatı sürüyordu.

Biz oradayken Irak Geçici Konseyi üyelerinden Dr. Mahmut Osman da uğradı, onunla da görüştük. Mahmut Osman Mele Mustafa döneminde kalma, deneyimli insanlardan. Bir dönem de Irak Kürdistanı Sosyalist Partisi’nin genel sekreterliğini yapmıştı.

31 Ocak günü yeniden Hewlêr’e döndük.

Niyetimiz aynı zamanda Dıhok yöresini gezmek ve on yıldan bu yana orada meydana gelen olumlu gelişmeleri, imar faaliyetlerini –ki bunu bölgeyi gezen dostlarımızdan sık sık duyuyorduk- kendi gözümüzle görmekti. Ziyaret etmeyi planladığımız yerlerden biri de Kerkük’tü. Ne yazık ki buna zaman kalmadı. 1 Şubat günü Hewlêr’de meydana gelen ve Kürt halkını bir bütün olarak acıya boğan olay da programımızın seyrini etkiledi.

5. Bölüm
10 YILDAN BU YANA DEĞİŞENLER

Ekonomik durum

Dokan Barajı

Bu geziden edindiğimiz izlenimlerden biri burada ve bir bütün olarak Güney Kürdistan’da insanların yaşamında 10 yıl önceki ağır ekonomik sıkıntıların artık önemli derecede aşıldığı. Ekonomik yaşam, BM’nin petrol karşılığı gıda programı ve imar, tarım, ticaret gibi alanlardaki canlanmayla birhayli düzelmiş. Çarşı-pazar oldukça canlı. Geçmişteki gibi petrol sıkıntısı çekilmiyor. Elektrik üretimi eskiden yalnızca Dokan Barajı’ndan sağlanıyordu. Şimdi Buna, yeni özgürleşen bölgedeki Derbendihan Barajı ve Musul yöresinin enerjisi eklenmiş. Bu nedenle enerji sıkıntısı yok. Ancak, belki de sistemin eskimiş ve yıpranmış olmasından, zaman zaman elektrik kesintileri yaşanıyor. Sanayi alanında yeni büyük yatırımlardan söz edilemese de, eskiden kalma kimi fabrikalar, örneğin çimento fabrikaları faal halde.

Unutmamalı ki, yaklaşık 13 yıllık özerk yönetime rağmen, burası, Irak’ın bütünü gibi ambargo altındaydı. Yani dışarıyla ticaret, yatırım imkanları son derece sınırlıydı. Burdaki Kürt özerk yönetimini bir kaşık suda boğmak isteyen sevgili “komşular” ise en sıradan üretim araçlarının, televizyon yayın cihazlarının bile geçişine izin vermiyorlardı. Türk devlet adamları ve düzen sözcüsü basını, sık sık Kürtlere yaptıkları “iyilikleri”, sağladıkları “desteği” anlata anlata bitiremiyorlar. Oysa buraya yardım diye bir şey yaptıkları tümüyle yalandır. Bölgeyle ilişkiler hep kendilerinin yararına işledi. BM’nin petrol karşılığı gıda programından yararlanarak depolarda günü dolmuş, bayatlamış pirinçlerini, nohutlarını, sana yağlarını, döviz karşılığında buraya sürdüler. Dünya piyasasında rekabet gücü olmayan malları için burayı çok elverişli bir pazar olarak kullandılar. Habur kapısından ucuz petrol taşıdılar. Öte yandan, burdaki özgür ortamı boğmak için ne lazımsa yaptılar. Şimdi de buna devam ediyorlar.

Bu olumsuz koşullara bir de burdaki yönetimin bölünmüş olması, uzun yıllar kendi aralarında ve ayrıca PKK unsuruyla boğuşmaları eklenmeli. Bu da üretime, halkın sorunlarının çözümüne harcanacak değerli kaynakların, zaman ve enerjinin önemli derecede boşa gitmesine yol açtı.

Barış ve demokrasi ortamında gelişim çok hızlı olacak

Bütün bunlara rağmen eğer Güney Kürdistan halkımız özerk yaşamını sürdürebilmiş, ekonomi, ülkenin imarı, eğitim, sağlık alanlarında bunca iş yapılmışsa bu da az şey değil. Ayrıca, yönetimin bölünmüş olmasından doğan olumsuz durum artık aşılıyor. Son 5-6 yılda taraflar arasında barış ve uzlaşma sağlandı. Bu da ülkede durumun düzelmesi bakımından etkilerini hemen gösterdi. Geçtiğimiz yıl parlamento tekrar birleşti. Hükümetin de birliği yönünde prensip kararı alındı ve adımlar atıldı. Umudumuz ve dileğimiz o ki, yakında bu iş de tamam olacak.

Bunun yanı sıra, Saddam rejiminin yıkılmış olması Güney Kürdistan’ın da kaderini etkileyen son derece önemli ve yeni bir gelişme. Bugün ülkede hala süren terör ortamı ve gerilim aşılabilir ve belli demokratik adımlar atılıp Irak ölçeğinde barış ortamı sağlanabilirse, durum hem Irak’ın, hem Kürdistan’ın gelişmesi bakımından çok daha elverişli hale gelecek, değişim çok hızlı olacaktır. Irak’ın ve özellikle Güney Kürdistan’ın kaynakları buna çok yeterli. Kürt halkının düşmanlarının da korkusu ve telaşı zaten bu. Buradaki özerk ortamı boğmak, barış ve demokrasi yönündeki adımları engellemek için ellerinden geleni yapmaları boşuna değil.

Çok sesli, çok renkli siyasal yaşam

Güney Kürdistan’daki politik yaşam ise çok daha ilginç. Burada, daha şimdiden, hele Ordadoğu ölçüleri bakımından üzerinde önemle durulması gereken bir örnek yaşanıyor. Kürdistan’ı halk tarafından, genel ve gizli oyla seçilmiş bir parlamento ve onun içinden çıkmış bir hükümet yönetiyor. Elbet seçim 1992’den beri yenilenmedi, parlamento bir ara bölündü, hükümet de hala bölünmüş halde. Bunlar bir an önce giderilmesi gereken, demokratik süreci yaralıyan, etkisini azaltan önemli kusurlar. Öte yandan, basınla ilgili bölümde belirttiğimiz gibi, düşünce ve basın özgürlüğü övgüyü hak edecek bir düzeyde. Hertürlü görüş serbestçe dile gelebiliyor ve bu görüşler doğrultusunda siyasi partiler örgütlenebiliyor. Şu anda, güney Kürdistan’da büyüklü küçüklü 40 dolayında parti var. Teröre başvurmayan hertürlü parti serbest. Sol partiler de, liberal olanlar da, dinci olanlar da. Komünist Partisi özgür ve itibarlı bir parti. Ansar-el İslam adındaki terörist grup dışında birkaç tane İslami parti serbestçe faaliyet gösteriyor. Türkmenlerin, Süryanilerin, yani değişik etnik grupların ve dinsel grupların da siyasi partileri, dernekleri var. Örneğin Türkmenlerin, ayrıca birkaç partiyi bir araya getiren bir cepheleri var.

Kürdistan’da Müslümanların dışındaki öteki dinlerin taraftarları, hıristiyanlar (Süryaniler ve Geldaniler), Yazidiler de kendi inançlarında son derece özgürler. Süryaniler Kürdistan Parlamentosu’nda beş kişilik bir kontenjanla temsil ediliyorlar. Türkmenlere de bu olanak tanındı, ama Türk rejimi aklı sıra parlamentonun meşruiyetini engellemek çabasıyla, onları yer almamaları yönünde etkiledi.

Bir başka deyişle, Güney Kürdistan’da “Kopenhag Kriterleri” çoktan beri ve fazlasıyla geçerli! Üstelik dıştan bir zorlama da olmadan…

Güney Kürdistan
Laiklik ve Kadın Özgürlüğü için güvence

Kadın hakları bakımından da Güney Kürdistan, hem Irak’ın bütünü, hem de bölge ülkeleriyle karşılaştırıldığında oldukça iyi bir durumda. Kadınlar eğitim sürecine ve iş yaşamına özgürce katılıyor. Türkiye’deki gibi, sözde laiklik adına, İran’daki gibi ise din adına, kadın giyimine bir müdahale yok. Sokağa pazara çıkarken, ya da kamu yerinde çalışırken isteyen kadın başını örtüyor, isteyen başı açık. Karışan eden yok.

Kürdistan bölgesi bu tutumuyla ırak kadınlarının hak ve özgürlükleri için de bir güvence oluşturuyor. Nitekim, biz oradayken Irak Geçici Yönetim Konseyi, Kürt üyelerin bulunmadığı bir oturumdan yararlanarak, çıkardığı bir yasa ile mevcut kadın haklarının bir bölümünü geri alan gerici nitelikte bir yasa çıkarmıştı. Kürdistan Parlamentosu hemen toplanarak bu yasayı oybirliği ile reddetti ve böylece yürürlüğe girmesini engelledi.

Bütün bu nedenlerle, laiklik bakımından da bölgede örnek olacak ülke, Türkiye değil, Güney Kürdistan’dır.

Görüldüğü üzere Kürdistan’da demokratik süreç, birçok bakımdan (düşünce özgürlüğü, basın, örgütlenme hakkı, ulusal azınlıkların hakları, dinsel haklar vb.) Türkiye’dekinden çok çok önde. Türk yöneticiler bu bölgede demokrasi konusunda iyi bir örnek arıyorlarsa işte örnek budur. Kapı kapar gibi parti kapatanı, işkence edeni, gazete bombalayanı, kitap yakanı, televizyon, radyo ve okul yasaklıyanı, 20 milyonluk bir halkı yok sayanı, insanların dil, din ve inançlarına baskı yapanı, gereksiz yere kıyafetlerine karışanı değildir.

Türkmenler hiçbir dönemde böylesine özgür olmadılar

Türk hükümet ve devlet adamları, Türkiye’deki düzen sözcüsü basın, Türkmen sorununu çok sömürmeye çalıştı ve hala da sömürmeye, Türkmenleri kışkırtmaya, burada etnik çatışmalar yaratma çabasına devam ediyor. Oysa Türkmenler, herhalde Osmanlı dönemi de dahil, hiçbir dönemde böylesine, Kürdistan Özerk Yönetimi altında oldukları kadar özgür olmadılar. Türkmenlerin özgürce kurdukları siyasi partiler, dernekler bir yana, kendi ilk ve orta dereceli okulları da özgürce faaliyet gösteriyor. Bir Türkmen televizyonu bütün gün yayın yapıyor. Türkmence gazete ve dergiler serbestçe çıkıyor. 1992’de Kürdistan Hükümeti’nde benimle aynı adı taşıyan bir bakanla (sağlık bakanı) tanışmıştım ve o bakanlar kurulunda, Türkiye’deki birçok Kürt gibi ancak aslını inkar eden biri olarak değil, bir Türkmen olarak yer alıyordu.

Türkmenlerin Özerk Kürdistan’daki (Hewlêr, Dıhok ve Süleymaniye’den oluşan üç vilayet) sayıları ise 50 binden ibaret… Türkmenler Baas Partisi’nin yönetimi altında bu haklardan hiçbirine sahip değillerdi ve Türk yönetimi de yıllar boyu onların durumunu aklına bile getirmedi, bir Türkmen sorunundan söz etmedi. Ne zaman ki Kürdistan özerklik kazandı, aynen Kıbrıs “davası”nda olduğu gibi, baylarımız, bir Türkmen davaları olduğunu da hatırlayıverdiler…

Öte yandan, Türkiye’deki 20 milyon Kürt, Türkmenlerin Özerk Kürdistan’da sahip olduğu bu hakların bir tekine bile sahip değiller. Özgürce Kürt partisi kurmayı bırakın, Kürtlerin haklarından söz etmek bile siyasi partilerin kapanma nedeni. Bir tek Kürt okulu yok. Kürt televizyonu, radyosu yok. Avrupa Birliği üyeliği hatırına sözde kabul edilen şu göstermelik reformlar bile (Kürtçe kurs ve TV’de günde yarım saatlik yayın) bir türlü hayata geçemiyor; çünkü bu, baylarımızın alışık olmadığı, gönüllerinin razı olamıyacağı bir şey. Sanki boyunlarına ip atılıyormuş gibi bir şey!.

Buna karşılık, Türkmen sorununu bu denli sömürü ve demagoji konusu yapan Türk yönetimi ve düzenin öteki sözcüleri acaba bu garip çelişkinin farkında değiller mi? Olmamaları mümkün mü? Onlar da bütün dünya da farkında. Ama bu akıl almaz haksızlığı, zulmü kabul edip giderecek bir vicdana sahip değiller. Hem suçlu, hem güçlüler. Amaç belli: Kürtleri engellemek. Bunun için gerekirse Türkmenlerin başını belaya sokmak.

Türkmenler de elbet bu işin farkında. Aralarında şu veya bu nedenle Türkiye’deki ırkçı-şoven politikanın, istihbarat cihazlarının avucuna düşmüş ve bir provokatör rolü oynayanların dışında, aklı başında Türkmen çoğunluk ve onların aklı başında temsilcileri de bu oyunun farkındalar. Orada olduğum dönemde Kürdistan televizyonlarından birinde bu sağduyulu, gerçekçi Türkmen temsilcileriyle yapılmış bir programı izledim. Son derece güzel şeyler söylediler. Özerk Kürdistan’da bir sorunları olmadığını, tüm haklarını özgürce kullandıklarını, Türkiye’deki yayılmacı çevrelerin Türkmenleri bir koz olarak kullanmaya, Kürtlerle karşı karşıya getirmeye çalıştıklarını söylediler ve Kürt-Türkmen kardeşliğini ve barışını savundular.

Türk yönetimi ve düzen sözcüsü basını, son dönemde Hewlêr ve Kerkük’te meydana gelen terör olaylarını, bu işteki kendi paylarını ve rollerini de bilmezden gelerek, “etnik çatışma” gibi gösterip Kürtlere yüklemeye kalkıştılar. Baylarımıza göre Kürtler, federesyon istemekle gerginlik ve çatışmalara yol açmışlar… Bunun akla mantığa uyar yanı var mı?  Kürtlerin de her halk gibi çoğunlukta oldukları topraklarda, kendi ülkelerinde, komşularıyla yan yana federal bir biçimde, hatta bağımsız bir devlet halinde yaşamaya hakları yok mu? 150 bin Kıbrıslı Türkün var da 5 Milyon Güney Kürdistanlı Kürdün neden olmasın?..

Ayrıca Kürtler bunu nasıl istemişler, Araplara ya da Türkmenlere saldırarak mı, yoksa kamuoyuna açıklayarak ve Iraklı partnerleriyle, Geçici Yönetim Konseyi’nde görüşüp tartışarak mı? Kürtler bu ikincisini yapmakta idiler. Buna hakları yok mu? Ve Kürtler bunu istediler diye Kürt partilerinin merkezlerine, yönetim binalarına, üstelik kurban bayramı gibi müslümanlarca kutsal bir günde canlı bomba mı göndermek gerekiyor?.. Bunu engellemek için Türkmenlerin kendilerini meydanlarda zincire vurmaları mı gerekiyor?.. Güney’li Kürtlerin özgür yaşaması, Kuzey’de 20 milyon Kürdü zincire vurmuş Türk devletini, Doğu’da 10 milyon Kürdü zincire vurmuş İran Devleti’ni, Batı’da 2-3 milyon Kürde hiçbir hak tanımamış Suriye devletini teleşlandırabilir, bu doğaldır, pek anlaşılırdır; ama Irak’taki, üstelik de Kürt yönetimi altında özgürlüklerini rahatça kullanan Türkmenleri neden rahatsız etsin?..

Güney Kürdistan güvenlikli bölge
Canlı bombalarsa tümüyle ihraç malı

Kürtler bu canlı bombaları hak etmek için ne yaptılar? Hewlêr’deki Kürt yönetimi başka bir ülkeyi işgal etmiş değil. Kürtler mazlum bir halk ve ilk kez bu parçada özgürce kendi kendilerini yönetiyorlar, ülkelerini onarıyorlar, onyıllardır muhatap oldukları acımasız zulüm ve sömürünün yol açtığı yaralarını sarmaya çalışıyorlar. Ama bir bütün olarak Irak’taki, özel olarak da Kürdistan’daki özgürleşme ve demokratikleşme sürecine karşı olan güçler, bunu engellemek için şimdi, canlı bomba da dahil, hertürlü acımasız terör aracına başvuruyorlar. Bu güçler, El-kaide gibi, dünyanın gidişini tersine döndermeye çalışan fanatik dinci gruplar olabilir; yıkılan Baas rejiminin öfkeli, çaresiz artıkları olabilir; Kürdistan’daki süreci önlemeye, Kürtleri bir kez daha özgürlükten yoksun tutmaya çalışan, Kürdistan’ı yağma malı gibi aralarında bölüşmüş bölge ülkeleri olabilir. Şu veya bu olabilir; ama hiçbirinin haklı bir nedeni yoktur.

Evet, Türk yönetimi ve basını, Hewlêr ve Kürkük’te meydana gelen söz konusu terör olaylarını bir etnik çatışma gibi niteleyip, bölgede bir gerilim ve çatışma ortamı olduğunu yaymaya çalışıyor. Bölge hakkında bilgisi olmayan pek çok insan da bu olaylara bakıp öyle sanıyor. Oysa Kürdistan, Irak’ın bütünüyle karşılaştırıldığında oldukça güvenli. 13 yıldan bu yana kendi kendini yöneten, özgürlüğü tadan ve gelişmeye tanık olan Kürdistan halkı bundan son derece memnun. Güney Kürdistan’da yaşayan ve kültürel, dinsel ve idari haklarına ilk kez bu dönemde sahip olan azınlıkların da bir sorunu yok, onlar da durumdan memnun. Burada, Bağdat çevresinde, “Sünni Üçgeni” denen bölgede yaşandığı türden bir direniş, ya da çatışmalar yok. Kentlerde köylerde yaşam, gece ve gündüz son derece rahat. İnsanlar korkusuzca çarşıya pazara çıkıyor, yolculuk ediyorlar. Okullar, hastaneler, işyerleri açık, hayat bir düzen içinde sürüyor.

İşte söz konusu eylemlerle engellenmek istenen de bu. Eylemler dışardan gelen, bu amaçla eğitilip gönderilen fanatik unsurlar tarafından işleniyor. Amaç orta bölgede olduğu gibi Kürdistan’da da halkın durumdan mennun olmadığı, direnişin sürdüğü izlenimini vermek. Irak’ın tümü gibi Kürdistan bölgesini de istikrarsızlaştırmak. Irak’ta federal ve demokratik süreci engellemek isteyen güçlerin hedefi bu.

Bu politikanın ve bu eylemlerin, kısa vadade ortalığı karıştırmaya yarasa da, uzun vadede başarı şansı olmadığını daha önceki yazılarımda söyledim. Çünkü bu eylemler tarihsel olarak kaybedenlerin, geleceği olmayanların eylemi, çaresizliğin ürünü. Irak halkının büyük çoğunluğu bu eylemlere destek vermiyor, onlardan zarar görüyor, ülkede barış ve istikrarın bir an önce kurulmasını istiyor. Hayatlarının değişmesi, daha çok özgürlük ve daha iyi bir yaşam buna bağlı.

Kürdistan’da ise bu eylemlerin hiçbir kitlesel, siyasal dayanağı yok. Bu nedenledir ki teröristler bir turist gibi dışardan geliyorlar. Önce Kerkük’te ve Hewlêr’de bomba yüklü araçlarla bazı resmi binalara, polis karakollarına, İçişileri Bakanlığı’na yönelik eylemler düzenlendi. Bunu engellemek için hayli tedbirler alınmış. Kentlere giriş çıkışta, kimi yol kavşaklarında kontrol var. Önemli resmi binaların, otellerin önünde de beton korunaklar yapılarak araç giriş çıkışları denetim altına alınmış. Ancak, 1 Şubat olaylarına kadar aynı titizliğin, bedenlerini canlı bomba olarak kullananlar bakımından gösterildiği söylenemezdi. Özellikle otel, lokanta, cami gibi insanların toplu halde bulundukları yerler bu bakımdan muhtemel ve kolayca ulaşılabilecek hedeflerdir. Söz konusu terör eylemlerini düzenleyenler ve yerine getiren fanatikler içinse, sözde din adına hareket etmelerine karşılık, eylemlerini sınırlayacak hiçbir etik kural ve sınır yok. Nitekim kurban bayramını bile kana buladılar.

Kürdistan Özerk Bölgesi’nin Başkenti Hewlêr’de, 1 Şubat günü, ziyaretçilere karışıp Kürdistan Demokrat Partisi ile Kürdistan Yurtsever Birliği’nin bu ildeki merkez binalarına girmeyi başaran iki terörist, partililerin bayramını kutlamak için oraya toplanan insanların arasında bedenlerine sarmış oldukları bombaları patlattılar ve yüzü aşkın insanımızın ölümüne, yüzlercesinin de yaralanmasına yol açtılar. Ölen ve yaralananlar arasında, bayram kutlamaya gelmiş genç-yaşlı, çocuk, erkek-kadın çok sayıda halktan insanımızın yanı sıra, her iki partinin ve Kürdistan Hükümeti’nin çok sayıda değerli kadroları vardı.

İç ve dış kamuoyunda büyük yankı yapan, tüm Kürtleri yasa boğan bu olaylardan ayrıntılı şekilde söz etmeme gerek yok; çünkü bunlar çokça yazıldı, söylendi. Önemli olan bence bundan dersler çıkarmak, tedbirli olmaktır. Elbet buna bakarak paniğe kapılmak, toplumsal ve siyasal yaşamı aşırı ölçüde sınırlamak gerekmez; böyle bir şey tam da diğer tarafın, bu eylemleri düzenleyen şer odaklarının istediği şeydir. (Nitekim, olaylardan sonra kitleler arasında büyük bir tepki doğdu ve olayı izleyen günlerde yapılan taziye ziyaretlerine Kürt halkı Hewlêr’den, çevre kent ve köylerden ve koşullar elverdiğince diğer parçalardan akın etti.) Ama geleneksel yaşam da yeni koşullara göre gözden geçirilmeli. Örneğin partilerin merkezlerinde böylesi toplu bayram kutlamaları ve onlara çok sayıda önde gelen yönetici ve kadronun katılması şart mıydı? Yapılması zorunlu ve yararlı toplantılar içinse döneme uygun ciddi tedbirler alınmalı, denetim yapılmalı. Ayrıca otel, lokanta ve benzeri toplu yaşam yerleri için de.

İşin ilginç tarafı, sonradan KDP’li dostlarımızın bize anlattıklarına göre, bu konular daha önce merkez organlarında görüşülmüş, terör eylemlerine karşı ciddi tedbirler alınması gereği üzerinde durulmuş. Hatta olay günü, bayram kutlaması sırasında insanlar bir süre tek tek üstleri aranarak içeri alınmışlar. Ancak, “bu kutsal günde insanları böyle sıkıntıya sokmanın gereği var mı?” türünden itirazlar üzerine, yöneticiler denetimi gevşetmişler ve bir hoca kılığındaki söz konusu terörist de bundan yararlanıp içeriye sızmış..

Olay günü Çuwarçıra Oteli’ndeydik. Acı haberi aynı otelde kalan dostumuz Cemal Alemdar iletti. (Alemdar, Türkiye’de Kürtlere yönelik ve “21’ler Olayı” denen 1963 operasyonunda tutuklanıp yargılanan Irak’lı Kürtlerdendir.) Programa göre Kak Remzi otele uğrayacak ve biz de birlikte bayramı kutlamak üzere, tam da olayın meydana geldiği yere gidecektik. Böyle şeyler, kötü bir piyango gibi, bir rastlantıya bağlıdır..

Olayın herkeste yarattığı şoktan uzunboylu söz etmeme gerek yok. Ertesi gün, şehitler için Hewlêr’in çeşitli camilerinde taziye törenleri düzenlendi. Merkezi camilerden birinde düzenlenen, ve iki partinin önde gelen temsilcilerinin katılıp taziye dileklerini kabul ettiği bir toplantıya biz de gittik. Camiye çok yoğun insan akını vardı, Hewlêrliler gruplar halinde girip çıkıyorlardı; ama iyi önlemler alınmıştı ve dış kapıdan Caminin bahçesine giren herkesin üzeri dikkatle aranıyordu. Keşke daha önce de benzer önlemler alınmış olsaydı.

Mesut Barzani ile görüşme

4 Şubat günü KDP lideri Mesut Barzani ile görüştük ve öğlen yemeğini beraber yedik. Olay nedeniyle doğal olarak üzgündü. Bu olayda yakın çalışma arkadaşlarını da yitirmişti, kayıpları büyüktü. Öte yandan yaşamı uzun dönem bazan partizan olarak dağlarda, bazan gurbette siyasi sürgün olarak geçen, başkaldırının, direnişin ve düşmanın yıkıcı saldırılarının türlüsünü yaşamış olan, bütün bu süreçte daha önce de pekçok arkadaşını, binlerce yakınını kaybeden bu insan neler neler görmüş, yaşamıştı. (1980’li yıllarda Saddam Hüseyin tarafından toparlanıp götürülen ve kendilerinden bir daha haber alınamayan Barzan bölgesinden 8000 kişiyi hatırlamak yeter). Onlar bir bakıma ateşin içinden geliyorlardı ve bu olay da onları yıldırmaya, azimlerini kırmaya yetmezdi.

Aynı gün (4 Şubat’ta) Parlamento’da şehitlerin anısına bir tören düzenlendi, Ulusal ve çok ilginç Kürt kıyafetleri içindeki tören kıtasının eşliğinde mumlar yakıldı ve konuşmalar yapıldı. Bu törene Kürdistan’daki önde gelen siyasi parti liderlerinin, kurum tamsilcilerinin yanı sıra, Arap kesiminden, İran’dan konuklar ve bölgedeki ABD birliklerinin komutanı da katılmıştı. Biz de ordaydık ve taziye için Kuzey Kürdistan’dan gelen tanıdık ve dostlarımızla da görüştük

6. ve Son Bölüm

DÖNÜŞ, BAĞDAT-AMMAN…

Böylece, “Güney Kürdistan ziyaretimiz için ayırdığımız süre, bir hafta uzatmalı da olsa sona ermişti. Dönüşü Bağdat üzerinden yapmayı planlamıştık. 6 Şubat günü yola çıktık. Daha Kerkük’e varmadan, oraya doğru uzanan ovayı güneyden kuşatan, alçak bir sıradağ biçimindeki tepeler son derece ilginçti. Üç-dört yüz metrede bir üstlerine, küçük bir kale biçiminde karakollar, askeri tabyalar yapılmıştı. Belli ki zorba ve kendine güvensiz rejim Kerkük yöresini de Kürt partizanlarının operasyonlarına karşı aşırı derecede askerileştirmişti. Ama tüm bunlar onun yıkımına mani olmadı.

Hem zengin hem yoksul Kerkük

Bu kez Kerkük’ten gündüz gözüyle geçtik. Dünyanın en büyük ve nitelikli petrol hazinelerinden birinin üstüne kurulu bu kent insanda hayret uyandıracak biçimde, büyük bir köy görünümünde, bakımsız, eski püskü idi. Bağdat rejimi petrolleri taşıyıp götürmüş, diktatöre onlarca saray  yapmış, silaha savaşa harcamış, her kentin kıyısına bir askeri kale, her tepenin başına bir tabya kurmuş, ama halkının çoğu Kürt, bir bölümü de Türkmen olan bu kentte insanlara hizmet veren doğru dürüst bir şey yapmamış, hatta yerli halkın da yapmasını engellemişti. Kürtlerin bir bölümünü sürmüş, geriye kalanlarınsa, yeniden ev ve arsa sahibi olmaları şurda kalsın, mevcut evlerini onarmalarına bile izin vermemişti. Bu nedenle eskiyen ve çöken evler kendi haline terk edilmişti…

Şimdi zorba rejim, ünlü diktatörüyle birlikte çöküp gittikten sonra, Kürt halkı kendi olanaklarıyla, Hewlêr, Süleymaniye, Dıhok belediyelerinin de yardımıyla kenti düzene sokmaya, sokakları meydanları onarmaya, halkın sorunlarına çözüm bulmaya çalışıyor. Bir yandan da dış odakların kışkırttığı provokatörlerin kötülüklerini engelemeye çalışarak…

Yol boyunca, kasabalara girip çıkarken, yol kavşaklarında denetimler sürüp gitti. Duzxurmatu’nun güneyindeki “Hemrin Dağı” yöresinde “Kürdistan’ın bu yöredeki güney sınırı”na vardık. (Daha doğuda ise sınır, önce Hanikin’e, oradan da İran-Irak sınırının her iki yanında Zagrosları izleyip, Bağdat hizasını aşıp çok daha güneye, İlam yöresine Mehran’a ulaşıyor.) Buraya kadar denetimler tümüyle Kürt peşmergeler tarafından yapılmakta idi. Bu noktada ise onlarla birlikte Amerikalı askerler de gördük.

Bir Gece Bağdat’ta

Kürdistan sınırından sonra Bağdat pek uzakta değil. Oraya öğlenden sonra vardık ve daha önceden bize söylenen bir otele indik.

Bağdat’ı ilk  kez görüyordum. Ama böylesine büyük ve tarihi bir kent, bir günlük giriş ve çıkışla ne kadar görülebilirse o kadar. Oysa kentler tarihleri, yapıları, insanları ve yaşamlarıyla büyük, karmaşık dünyalardır, onları tanımak zaman ister. Yine de, bir giriş çıkış ve geceleyin kısa bir kent içi turuyla da olsa edindiğim izlenim, yapıları, geniş caddeleri, köprüleri, geçitleriyle, Dicle üzerine kurulu bu beş milyonluk kentin, Ortadoğu ölçeğinde oldukça gösterişli sayılabileceği idi. Belli ki Saddam da, ondan öncekiler de Başkent Bağdat’a epeyce özenmişler. Kerkük’ü kendi haline bırakırken, onun siyah altınını buraya taşımışlar..

Bağdat’ta bir Kürt dost bizi akşam yemeğine götürdü ve onun arabasıyla kent içinde kısa bir tur attık. Kaldığımız otel ise, daha önce uğradığı bir roketli saldırıdan olacak, bomboş sayılırdı. Otelin girişinde beton korunaklar yapılmıştı ve sıkı bir kontrol vardı.

Şu günlerde Bağdat deyince insanların aklına doğal olarak korkunç patlamalar, füze ve havan sesleri, yangınlar ve bunun yarattığı koşturmacalar geliyor. Bizim de kulağımız biraz tetikteydi.. Ama o gece ne bir patlama sesi duyduk ne de yemeğe gidip gelirken telaşlı bir duruma tanık olduk. Hayat Bağdat’ta da devam ediyor. Bir korku, panik havası yok. Beş milyonluk kentte arada bir yaşanan benzer trajediler herhalde biraz da kanıksama yaratmış. Türkiye’deki trafik kazaları gibi bir şey... Hani bu kazalar daha sık yaşanıyor ve kayıpları Bağdat’ınkini kat kat aşıyor da.. Yani iş biraz da şansa havale!

Yol için yine yiyecek içecek bir şeyler aldık ve Amman’dan kalkacak uçağımıza zamanında yetişmek için sabahleyin erkenden kalktık, tanıdıkların ayarladığı steyşın tipi bir jiple yola çıktık. Şoförümüz yine bir Arap’tı ve yine yol boyunca aramızda tarzanca anlaşmaya çalıştık.

Müslüman olanın Arapça bilme şartı!

Dönüş yolunda, gelişimizden farklı olarak yol boyunca sık sık Amerikan askeri araçlarına, onların oluşturduğu konvoylara rastladık. Irak-Ürdün sınırında da, denetim yapan polislerin ve gümrükçülerin yanında birkaç da Amerikan askeri gördük. Ama, “nereden düştük buralara” dercesine, yorgun, ilgisiz, umursamaz bir halleri vardı. Sınır kapısında bu kez, üstelik rahat ve hızlı geçelim diye 20 dolar rüşvet vermemize rağmen, üç saat takıldık. Ayrıca, 30 yaşlarında bir Ürdünlü gümrük memuru, İngilizce olarak, Kürt ve Müslüman olduğum halde neden Arapça bilmediğim konusunda hesap sormaya kalktı. Kuran okuyup okumadığımı, namaz kılıp kılmadığımı sordu! Tabi ben ondan o şartlarda, kendisinin neden Kürtçe bilmediğini sormaya kalkamazdım.. Bunu yapsam, herhalde uçağa yetişmemiz zorlaşırdı.. Ama şimdi, köprüyü geçtikten sonra, bir Arap bulup bu soruyu yöneltmeyi ciddi ciddi düşünüyorum!

Tabi, “ciddi ciddi” desem de bu bir şaka, sevgili okurlar! Ürdünlü densiz gümrük memuruna uyup bunu yapacak değilim. Üstelik tam bunları yazarken aklıma sevgili arkadaşımız Arap Şahin geldi. Ki o, örneği az da olsa, kendi çabasıyla Kürtçeyi öğrenen Araplardan biri. Ayrıca Siirtli ve Mardinli kız-erkek Arap gençleri içindeki PSK’nın dost ve sempatizanlarını da unutmuyorum…Arap halkının saflarında, heykelini diktiğimiz Cevahiri gibileri de var. Onların hatırına da olsa Arap halkına gücenecek değilim.

Bu topraklara kara taş mı yağmış?.

Bu kez Ürdün çölünü gündüz gözüyle geçtik. Ancak, çöl deyince aklınıza, develer gelse bile,  kum tepeleri gelmesin. Çünkü, Ürdün’ün öteki bölgelerini, daha güneyi bilemem, ama Amman’a kadar geçtiğimiz yolda kum tepeleri filan yoktu. Aksine, Amman yakınlarına kadar bu düzlük, oldukça iri, kimisi belki yüz kilo, kimisi yarım veya bir ton büyüklüğünde, yuvarlak, siyah taşlarla kaplıydı göz alabildiğine. Hani ortada dağ filan olsa burayı volkanik arazi sanırdınız. Yakıcı güneşten insanların derisinin kararmasını anladık, yoksa taşlar da mı öyle oluyor?..

Daha da ilginci yol kenarında, yer yer yol makinalarının açtığı izlerde, bu taşlar dozerler tarafından toparlanıp bir kenara yığılınca, altından sarı kum rengi bir toprak çıktığını görüyordunuz. Öyle olunca da, insan, buraya acaba gökten, yağmur yerine iri kara taşlar mı yağmış diye düşünebilir…

Arabistan efsanelerinde vardır, bazan yıllarca yağmur yağmaz, kuraklık olur, bazan çekirge veya fare akın eder, bazan da çamur veya düpedüz taş yağar. Bu Müslüman ülkeye bu taşlar, eğer yağmışsa, herhalde daha önceki bir dönemde yağmış olmalı.. Ya da din adına ve de dosdoğru cennete gitme düşüyle, bedenine sardığı bombaları patlatıp yüzlerce masum insanın canına kıyabilecek kadar fanatik yaratıklar yüzünden…

Çölde Gün Batışı…

Amman’a 50-60 kilometre kalınca bu kara taşlar çölü sona erdi. Toprak göründü ve ilk kez hurma ağaçları, tarlalar, bostanlar ve küçük bir kent… Yeşillik her şeye rağmen insanın içini açıyor. Çölün yeşilliği bir başka güzel, kutuplardaki güneş gibi… Vaktimiz olsa, Arapça bilmediğimiz için hesap soran da olmasa, öyle bir kentte bir akşam kalmak, orada bir lokantada yerel yemekleri yemek, balkonda, gün batışına karşı bir çay içmek ne güzel olurdu!..

Gün batışı dedim de hatırladım. Tam da bu kasabaya vardığımızda grub zamanıydı ve düzlüğün öbür ucunda batan güneş iri, kıpkızıl bir küreydi. Manzara hayranlık vericiydi. Gelişimizde sis nedeniyle çölde gün doğuşuna tanık olamamıştık; ama dönüşte şanslıymışız, gün batımına tanık olduk. 

İşin bir başka ilginç yanı, pek az yağmur gören bu topraklarda, buradan Irak’a geçtiğimiz gün olduğu gibi bu kez de, bir önceki gece veya o sabah, yine bol yağmur yağdığı anlaşılıyordu. Sağda solda su birikintileri oluşmuştu. Amman’a yaklaşırken yine koyu bir sis bastı.

KDP’nin burdaki sorumlusu, 1 Şubat’taki olay nedeniyle, iki gün kadar önce Kürdistan’a gitmişti; bu nedenle görüşemedik ve doğruca havaalanına gittik. Bir başka sürpriz de bizi havaalanında bekliyordu. Sis nedeniyle uçağımız gecikti. Sonunda da, 7 saatlik bir beklemenin ardından sabaha doğru, yolcular otobüsle yakındaki bir askeri havaalanına taşınarak, orada bizi bekleyen sivil uçağımıza binerek Amsterdam’a yöneldik.. Şubat’ın sekizi idi. 9 Şubat’ta, yani tam bir ay önce de Stokholm’e vardım.

Evet sevgili okurlar, bu kez kendi ülkemizin bir parçasına, Güney Kürdistan’a gidip gelirken geceleyin Dicle üzerinden botlarla geçmedik, pusulara düşmedik. Yine de gidiş geliş pek rahat olmadı. Kuzey Kürdistan’a, doğup büyüdüğümüz topraklara ise bazımız hala hiç gidemiyoruz.

Bu gidişlerin bir gün kolay olması dileğiyle, özgürlük ve barış dileğiyle…

Bu mümkün olduğu gün, Türkiye dahil, Ortadoğu da biraz adam olmuş demektir…

9 Mart-Stokholm  

 
 
PSK Bulten © 2004