|
ON YIL
SONRA
GÜNEY KÜRDİSTAN
Kemal
Burkay
|
1. Bölüm
Amman’dan Bağdat üzeri Güney Kürdistan’a
Bir aya yakın süren (11 ocak- 8 şubat) Güney Kürdistan
gezisinden döneli bir ay oldu. Bu geziye ilişkin izlenimlerimi
yazmakta geciktim. Yalnızca, siyasi durumla ilgili olarak
“Kürt Halkı Federasyonda Kararlı” başlıklı
bir yazı kaleme aldım ve bu yazı hem burada
(www.kurdistan.nu
), hem de Dema Nû Gazetesinde yayınlandı.
Parti heyeti olarak yaptığımız resmi ziyaretler
ise PSK heyetinde olan arkadaşlar tarafından özetle
de olsa, sıcağı sıcağına yansıtıldılar
ve bu sitede yer aldılar. Bunlardan bir kez daha ayrıntılı
biçimde söz etmeyi düşünmüyorum. Bu yazımda daha
çok, gezi sırasında ilgimi çeken ve okurlarla paylaşmak
istediğim bazı şeylere değinmek istiyorum.
Gezi izlenimlerimi ikişer-üçer gün arayla, bölüm bölüm
yayınlıyacağım. Birinci bölümünü okuyun,
ilginizi çekerse devam edersiniz.. Böylesi belki sizin için
de rahat olur; uzun yazılar, konu ilginç üslup tatlı
da olsa bazan insanı sıkar.
1992’de bölgenin özgürleşmesinin ardından yaptığım
gezide izlenimlerimi Kürtçe kaleme almıştım
ve onlar Azadi Gazetesi’nde, Ali Dicleli adıyla,
“Gav bi Gav Kurdistana Azad” (Adım Adım
Özgür Kürdistan) başlığı altında
bölüm bölüm yayınlandılar. Ama bu kez Kürtçe bilmeyen
okurlarımın da onları izleyebilmesi için Türkçe
kaleme aldım. Türk dostlarımız da, kendi basın-yayın
organlarının “Kuzey Irak” demekte ısrar ettikleri
şu binlerce yıllık Kürdistan’ın güney
parçasında, yani adıyla sanıyla Güney Kürdistan’da,
ne olup bittiğini bir de bizden, Kürt tarafından
dinlesinler istedim.
Güney Kürdistan’ı son görüşümden bu yana yaklaşık
on yıl geçmişti. Eğer 1981 yılında,
İran-Irak sınırındaki dağlara, Kürt
partizanları tarafından denetlenen Navzeng ve Tujala
yöresine yaptığım geziyi saymazsak Güney’e
iki kez gitmiştim. İlk kez 1992’de gittim ve üç
ay kaldım. İkinci kez ise 1993 yılı sonbaharında
gittim ve bir yıla yakın süre orada kaldım.
1994 Temmuzu’nda ayrıldığımda içim buruktu,
mayıs ayında iki büyük parti, KDP ile KYB arasında
başlayan çatışma devam ediyordu. Diğer
yurtsever örgütlerin ve bu arada bizim de bu çatışmayı
sona erdirmek için yaptığımız girişimler
sonuç vermemişti.
O zaman, gidişim gibi dönüşüm de Dicle üzerinden
ve illegal yollarla olmuş, oldukça riskli ve maceralı
geçmişti. Dönüşte geceleyin, Dicle üzerindeki bir
adada Türk birliklerinin pususuna düştük ve geri dönmek
zorunda kaldık. Şansımız varmış
ki –ya da karşı tarafın şansı yokmuş
ki- ölen ya da yaralanan olmadı. Bir ay kadar sonra yine
aynı yoldan, bu kez pusuya da düşmeden geçmeyi başardık..
Daha sonra, bir kez de 1998’de, bir barış heyeti
olarak yine Suriye üzerinden Güney Kürdistan’a gitmek istedik.
Ancak Suriye’de yaklaşık bir aya yakın bekledikten
sonra geçişimize izin çıkmadığı için
geri döndük.
Evet, burası, kuzeyi-güneyi, doğusu-batısı
ile bizim ülkemiz; ama oralara özgürce gidemeyiz. Oralarda
özgürce yaşayamadığımız gibi…
Şah gitti, Saddam gitti
Günü gelir ağalar paşalar da gider…
Ankara, Tahran veya Şam üzeri gidemediğimiz Güney
Kürdistan’a bu kez, Saddam Hüseyin’in alaşağı
edilmesinden sonra, Amman-Bağdat üzeri gittik. Bir dönemler
bizim için bu yol da kapalıydı. Ama hayat bu, şimdi
Saddam ve adamları sığınacak fare deliği
arar, zindanlara düşerken Bağdat yolu onun işkence
ettiği, ülkesinden kovduğu muhaliflere ve Kürtlere
açıldı..
Acaba Kuzey ve Doğu Kürdistan’a gidebilmek için de oradaki
ırkçı, faşist ve çağdışı
rejimlerin çok daha güçlü birileri tarafından alaşağı
edilmesini mi bekleyeceğiz?.. Neden olmasın? Bu
güçlü bazan bir yabancı olur, “dinsizin hakkından
imansız gelir”, bazan da halk bu gücü kendisinde bulur,
zorbayı-zalimi kendi eliyle alaşağı eder.
Saddam gitti. Şah daha önce gitmişti. Günü gelir
İran halkına çektiren şu mollalar da, kendilerini
dünyanın merkezi sanan ağalar, paşalar da gider;
şu veya bu biçimde…
Okurların bildiği gibi, Bağdat Havaalanı
güvenlik koşulları elvermediği için sivil uçaklara
henüz açılmadığından Irak’a ve Güney Kürdistan’a
Ürdün üzeri gidip döndük. Dört kişiydik. Partimizin yeni
Genel Sekreteri Mesut Tek, Sidar, Ünal ve ben.
Çöl şafağında sis…
Ürdün’ü ilk kez görüyorduk. Doğrusu pek gördüğümüzü
de söyleyemem. Amman Havaalanı’na geceleyin indik ve
o gece doğruca, bir Arap şoförün kullandığı
steyşın türü jiple yola çıktık. Dönüşümüz
de benzer biçimde oldu. Bu nedenle kenti gündüz gözüyle göremedik.
Çölün şafağını ve gün doğuşunu
merak ediyordum. Ne var ki Amman’dan çıktıktan az
sonra sis bastı ve ırak sınırı yakınlarına
kadar sürdü. Bu arada güneş de doğup biraz yükselmiş,
sis dağılmıştı.
İskandinavya’nın kar ve kışından
Arabistan’ın -kış ortası da olsa- güneşli
çölüne inmek tuhaf, keyif verici bir duygu.
Sınıra varmadan bir küçük kasabada mola verdik,
çay içtik ve yanımıza yiyecek içecek bir şeyler
aldık. Amman’da bizi karşılayan KDP’li dostlar,
Hewlêr’e varıncaya kadar, güvenlik nedeniyle Irak tarafında
mola vermememizi önermişlerdi. Zaten bu uzun yol boyunca,
var olan yoğun trafiğe rağmen, oturup dinlenecek,
ağız tadıyla yemek yiyecek doğru dürüst
bir tesis de yoktu.
Sınırda pasaport kontrolü sırasında bir
buçuk saate yakın bekledik. Sınır kapısı
yolcular, otomobiller ve tırlarla ana baba günüydü. Özellikle
Irak’a otomobil taşıyan tırlar dikkat çekecek
kadar çoktu. Sınırda kontrolü Ürdün ve Irak polisi
ve gümrük memurları yapıyordu. Amerikan askeri filan
görmedik. Sınıra kadar tek şeritli olan yol,
Irak sınırından itibaren Bağdat’a kadar
oldukça düzgün, rahat bir otobandı.
Kürdistan ve Arabistan
İklim ve Doğa olarak iki ayrı dünya
Çevremizde ağaçsız, otsuz, kahverengi bir düzlük
göz alabildiğine uzanıp gidiyordu. Yüzlerce kilometre
boyunca yolumuz bazan uzak kentlere giden yollarla kesişiyor,
bazan çevrede otlayan bir sürü göze çarpıyor, ama bir
köy ve kasabaya ender olarak rastlanıyordu. Fırat
kıyılarına varıncaya kadar yol boyunca
ekili bir tarlaya rastlamadık. Fırat ve Dicle, Hurma
ağaçları, sazlıkları ve suladıkları
tarla ve bostanlarla çevrelerine hayat veriyorlar. Kentler
de bu iki ırmağın çevresinde sıralanıyor.
Kürdistan ve Irak’ın geriye kalan bölümü, yani Arabistan,
birbirinden doğa ve iklim olarak ne kadar farklı!
Irak, Dicle ve Fırat’ın suladığı
şerit dışında ağaçsız, kurak,
dümdüz bir ova. Bu kurak düzlük Kürdistan sınırında
bitiyor, sıradağlarla kesilen verimli ovalar, Dicle’yi
besleyen ırmaklar başlıyor. Daha kuzeye ve
doğuya doğru ise meşe ormanlarıyla ve
kısa yaz mevsimi dışında karlarla kaplı
yalçın dağlar... Kar ve buz kimi yüksek zirvelerde
yazın da eksik olmuyor.
Yolumuz tam da “Sünni Üçgeni” denen ve terörün yoğun
olduğu bölgeden geçiyordu. Ramadiye’yi, Felluca’yı
geçtik. Bağdat’ın yakınında, kente girmeden
kuzeye, Samara istikametine yöneldik. Buradan itibaren, tek
şeritli, bakımsız bir yolla bir süre Dicle
kıyısını izledik. İlginç, kendine
özgü bir doğa. Kamışlıklar, hurma ağaçları
ve sanki Babil döneminden kalma, aşınmış,
yıkıntı halinde toprak kaleler, setler… Sümer,
Babil ve Asur yapılarında kullanılan temel
hammadde bu: Çamur ve kerpiç…Tarihte ilk kez keşfettikleri
yazıyı da pişirdikleri bu kil tabletlerin üstüne
nakşetmiş eski Iraklılar.
Yolumuz Duzhurmatu’dan geçerek Kerkük’e yöneldi. Otobandan
ayrıldıktan sonra yol boyunca, özellikle kasaba
ve kent giriş ve çıkışlarında göze
çarpan sıkı bir kontrol var. Ancak ilginçtir, gerek
geçtiğimiz uzun yol boyunca, gerekse bu kontrol noktalarında
hiçbir Amerikan askerine ve askeri araca rastlamadık.
Kerkük’e yakın rastladığımız ve yol
boyunca uzaktan izlemek zorunda kaldığımız
bir Amerikan tankından başka.
Duzhurmatu’nun güneyinden, Hemrin yöresinden başlayarak
denetim Kürt peşmergeler tarafından yapılmakta.
Zaten “Hemrin Dağı” bu kesimde Kürdistan’la Arabistan’ın
sınırı sayılıyor. Adına dağ
denmesine rağmen dağa benzer hiçbir yanı yok.
Burası, kendi güneyine göre belki 15-20 metre yüksekliğinde
tepelikler. Neden dağ dediklerini bir türlü anlayamadım.
Herhalde düzlükte yaşayan Araplara göre bu bile bir dağ
manzarası oluşturuyor!
Kerkük’ü akşam karanlığında geçtik.
Kent çıkışında sol taraftaki tepelerin
arkasında gökyüzü bir yangın yeri kızıllığında
idi. Burası Kerkük’ün ünlü petrol bölgesi Baba Gurgur’du.
Biraz sonra petrol bacalarının dizi dizi ateşleri
göründü. Hewlêr’e saat yedi sularında ulaştık.
Yolculuğumuz 16 saat sürmüştü.
Hewlêr’de (Erbil) Çuwarçıra otelinde bize yer ayrılmıştı.
Otele varır varmaz, KDP’li dostlarımızdan Mehmet
Emin ve diğer bazı dostlarla, tanıdık
yüzlerle karşılaştık. Daha sonraki günlerde
de gelişimizi haber olan dostlar otele bizi ziyarete
geldiler. Bunların bir bölümü oraya iş yapmaya gelmiş
Türkiye Kürtleri idi.
2. Bölüm
HEWLÊR’DE
Ertesi
günden itibaren heyet olarak ordaki parti ve kurumlarla görüşmelerimiz
başladı. 13 Ocak günü Selahaddin’de Kürdistan Demokrat
Partisi’nin Politbürosu’nu ziyaret ettik. Yeni Genel Sekreter
ve aynı zamanda Başbakan Yardımcısı
Sami Abdurahman ve öteki yetkililerle görüştük.
Şimdi Bağdat’ta yayınlanan Brayeti (El
Taki-Kardeşlik) gazetesi yönetmeni F. Kakayi de
oradaydı. Görüşme sırasında KDP lideri
Mesut Barzani de kısa bir süre uğrayarak
bize hoş geldin dedi (Onunla daha sonra ayrıca görüşecektik.)
Sami Abdurahman’ı geçmişten tanıyordum. Deneyimli,
yetenekli bir politikacı ve devlet adamıydı.
Ne yazık ki çok geçmeden 1 Şubat’ta, kurban bayramı
günü işlenen terör olayında, birçok başka değerli
insanımızla birlikte hayatını yitirecekti.
14 Ocak günü Parlamento’yu ziyaret ettik. Parlamento Başkanı
Dr. Roj Nuri Şavês o günlerde Bağdat’ta bulunduğu
için, bizi YNK Parlamento Grubu Başkanı Sadi
Pire, Celal Hoşnav (PDK) Tarık Cambaz
(YNK) ve Nehla Hanım karşıladılar
ve Parlamento’yu gezdirdiler. Sadi Pire de 1980’li yılların
başından beri tanıdığım, zaman
zaman Kürdistan’da, Avrupa’da karşılaştığım
deneyimli bir politikacı.
Aynı gün Hewlêr Başmuhafızlığı’nı
(valilik) ziyaret ettik, Vali Ekrem Mentıq ve
yardımcısı Mehdi Hoşnav’la tanıştık.
Ekrem Mentıq oldukça enerjik ve sempatik bir insandı.
Bizi çok sıcak karşıladı. Irak’taki yeni
durumu, Kerkük sorununu sohbet ettik. Vali Yardımcısı
Mehdi Hoşnav ise aynı zamanda değerli bir aydındı
ve Hewlêr Yazarlar Birliği Başkanlığını
yapmakta idi. O gün öğleden sonra bize kentin bazı
yeni yapılarını ve parkı gezdirdi.
Kültür
Sarayı ve Kürt Dili Akedemisi
Gördüğümüz yerlerden biri Kürdistan hükümeti tarafından
yaptırılmış olan Kürdistan Merkez Bankası,
bir diğeri yeni tamamlanan Kültür Sarayı
idi. Burada sanatçılar için uygun çalışma yerleri,
tiyatro ve konferans salonları yapılmıştı.
Bu yapının biraz ötesinde “Kori Zanyari Kurd”
denen Kürt Dili Akademisi’ni gezdik. Kaba inşaatı
bitmiş olan yapının boya ve diğer ince
işlerinin yapımı sürmekteydi. Her biri üç katlı,
geniş bir alan üzerinde, bahçe içinde inşa edilen,
estetik olarak göz okşayan her iki binanın plan
ve projesi de Kürt mimarlar tarafından yapılmış
ve Kürt ustalar tarafından inşa edilmişlerdi.
Daha sonra, Hewlêr Stadyumu’nu ve kültürfizik salonunu
gezdik. Buraya, iki yıl kadar önce teröristlerce katledilen
Hewlêr Valisi Fransuva Hariri’nin adı verilmişti.
Stadyum 1990 öncesi yapılmıştı, ama Kürt
yönetimi tarafından büyük ölçüde geliştirilmiş
ve restore edilmişti.
Tank ve topların yerini ağaçlar ve güller aldı
Mehdi Hoşnav’ın rehberliğinde gezdiğimiz
yerlerden biri de Kürt yönetimi tarafından son yıllarda
yapılmış olan büyük parktı. Yaklaşık
5000 dönümlük geniş bir alan üzerinde inşa edilmiş
olan park, Saddam döneminde askeri bölge idi. Yani burada
Kürdistan’da savaşan Irak’ın kuzey ordusu konuşlanmıştı.
Parkta geniş havuzlar, açık bir tiyatro ve konser
alanı, çocuk bahçeleri ve bir lokanta inşa edilmişti.
Çoğu ancak 3-5 yıllık olan fidanlarla kaplı
ağaçlık alanlar ötelere, yeni yapılmakta olan
Hewlêr Havaalanı’na doğru uzanıp gidiyordu.
Geniş bir alan güllerle kaplıydı. Burada, “Enfal”de
(Saddam’ın Kürt halkına karşı giriştiği
soykırım) yok edilen, çoğu kadın ve çocuk
185.000 Kürdün anısına dikilmiş aynı sayıda
gül olduğu söylendi.
Parkın
bir köşesi, son ve büyük klasik Arap şairi olduğu
kabul edilen Cewahiri’ye ayrılmış, anıtı
dikilmişti. Cewahiri seçkin bir Kürt dostu idi ve bunu
gizlemeyen, Kürt ulusal mücadelesine dayanışmasını
cesaretle ortaya koyan, bunu hem şiirlerinde, hem de
başındaki fese “Yan Kurdistan yan neman!” sözcükleriyle
yazabilecek derecede yürekli bir ozandı. Kürtler de bu
dostlarını unutmamışlar ve hem gönüllerinde
hem de bu güzelim parkın bir köşesinde ona yer açmışlardı.
Burada, bir zamanlar askeri barakaların, tank ve topların,
savaş uçaklarının yer aldığı
bu alanda, şimdi havuzları, ağaçları,
gülleri, kültür alanlarıyla kente soluk aldıran
güzelim bir park oluşmuştu. Beş-on yıl
sonra, ağaçlar daha da gelişip serpilince, besbelli
daha da güzelleşecekti burası. Daha sonra Süleymaniye
kentini gezdiğimizde de, benzer biçimde askeri bölgelerden
parka çevrilmiş alanlar görecektik. Aklıma Türkiye’nin
kentlerindeki geniş askeri bölgeler, sivillere yasak
alanlar geldi. Örneğin Ankara’da kent alanının
yüzde 40’ını oluşturan, Diyarbakır’ı
kuşatan, kenti adeta işgal edici, boğucu askeri
bölgeler…
Hewlêr’i 1992’de ve daha sonra 1993-94’te birçok kez görmüş,
burada bir süre kalmıştım. Bir milyon nüfuslu
geniş bir kent. Burada, kimilerince kent modernizminin
ölçüsü gibi görülen gökdelenler ve sekiz-on katlı binalar
yok. Irak’ta, Ortadoğu’nun birçok ülkesinde olduğu
gibi, İngiliz mimarisinin etkileri var. Sokaklar genellikle
iki katlı, villa türü, önlerinde küçük bir bahçesi olan
ev dizileri arasında uzanıyor. Kent merkezinde bile
çok çok üç-dört katlı yapılar, oteller… Bu yüzden
Kent, nüfusuna göre oldukça yaygın, geniş bir alanı
kaplıyor.
Hewlêr’de on yıl öncesinden bu yana göze çarpan değişikliklerden
biri, yeni yapılan, yukarda sözünü ettiğim geniş
parkın yanı sıra, büyükçe kamu binaları
(Kültür Sarayı, Kürt Dil Akademisi, Merkez Bankası
vb), ayrıca yeni yapılan oteller.. Çuwarçıra’nın
yanısıra, yeni yapılan Şeraton tamamlanmak
üzere. Bir de kentin çıkışında, Selahaddin
yolu üzerinde bir tepenin üzerine inşa edilmiş büyük
bir otel var. Daha güvenlikli olduğu için orada Amerikalılar
kalıyor..
Kent yaşamında göze çarpan değişikliklerden
biri de yoğun trafik. Son yıllarda, özellikle de
son savaşın, yani Bağdat rejiminin yıkılmasının
ardından buraya büyük bir araç akını olmuş.
Bu araçların bir bölümü yurt dışından
(henüz gümrük vergisi olmadığı için dışardan
araba akışı oldukça yoğun), bir bölümü
ise güneyden, Bağdat yöresinden.. Söz konusu olağanüstü
koşullar nedeniyle araba fiyatları ucuz olunca çoğu
insan araba edinmiş. Bunu teşvik eden diğer
bir nedense benzinin çok daha ucuz, nerdeyse sudan ucuz olması.
Üç dolara koca bir depoyu doldurabiliyorsunuz! Tüm bu nedenlerle
araba sayısı kent için öngörülenin, birkaç katı.
Bu da trafiği oldukça zorlaştırıyor. Buranın
tez elden bir metroya ihtiyacı var.
Gelişip serpilen Kürt kültürü
15 Ocak günü Kültür Bakanlığı’nı
ziyaret ettik. Kültür Bakanı Mehemed Mahmud, bölgenin
kültür sorunlarıyla ve bakanlığının
çalışmalarıyla ilgili olarak ilginç bilgiler
verdi. Saddam döneminde Kürt kültürü üzerindeki baskılardan,
yoğun asimilasyon çabalarından söz etti. Kürt kültür
eserlerinin korunmadığını, mimari eserlerin
yıkıntıya terk edildiğini, restore edilenlerin
bile stilinin değiştirildiğini anlattı.
Anlattıkları bize yabancı uygulamalar değildi.
Kuzey Kürdistan’da da benzer politikaları aynen yaşamıştık
ve şimdi de yaşamaya devam ediyorduk.
Güney’in özgürleşmesinden, yani 1991 yılından
bu yana, bölgede Kürt kültürü hızla gelişip serpiliyor,
daha devrim döneminde, partizan savaşı yıllarında
boy vermiş olan yazar ve sanatçı örgütleri gelişip
güçleniyordu. Güney Kürdistan’da şimdi 150 dolayında
periyodik yayın (gazete ve dergi) vardı. Sansür
yoktu. Yalnızca kişilik haklarına saldırılması
durumunda ilgililerin dava açması söz konusuydu. Şimdiye
kadar bu nitelikte ve çok az sayıda dava açılmıştı.
1990 öncesi (bölgenin Bağdat hükümetinin denetiminde
olduğu 75 yıllık dönemde) Kürt dilinde topu
topu 450 kitap yayınlanmıştı. (“Özgür
ve demokratik” Türkiye’yi dünden bugüne yönetenlerin kulakları
çınlasın; çünkü kendi egemenlikleri altında,
20 milyon Kürt için bu dahi olmamıştır!) Ama
şimdi, Güney Kürdistan’da her yıl yüzlerce kitap
yayınlanmakta idi. Kültür bakanlığı yayın
işinde dergilere ve yazarlara önemli destek veriyordu.
Kitapların baskı masrafını ya tümüyle
ya da kısmen Kültür Bakanlığı karşılıyordu.
Kültür Bakanlığı’nın yönetimindeki yerel
radyo ve televizyonlar, kültür çalışmalarına,
yazar ve sanatçıların eserlerinin tanınmasına
geniş yer veriyorlardı. Bakanlığın
desteğinde birçok müzik ve tiyatro grubu faaliyet gösteriyordu.
Eğitimli müzisyenlerden oluşan 60 kişilik bir
Kürdistan Senfoni Orkestrası oluşturulmuştu.
15 Ocak günü öğlen yemeğini, Kürdistan Yurtsever
Birliği’nin Hewlêr örgütü sorumlusu Adnan Müfti
ve Sadi Pire ile birlikte yedik. Adnan Müfti de yıllar
öncesinden tanıdığım bir dosttu. Uzun
yıllar Irak Kürdistanı Sosyalist Partisi’nde çalışmış,
bu partinin Şam temsilciliğini yapmış,
daha sonra da partinin dağılmasının ardından
KYB’ye katılmıştı. 1 Şubat’taki alçakça
saldırılardan biri de KYB’nin Hewlêr Bürosuna yapıldı
ve Adnan Müfti bu eylemde, birçok değerli arkadaşını
kaybederken, kendisi de ağır yaralandı.
Akşam ise, iki önce önce ziyaret ettiğimiz
Vali Ekrem Mentıq ile yardımcısı
Mehdi Hoşnav, bizi bir lokantada akşam yemeğine
davet etmişlerdi. Ne yazık ki gerek onlar, gerekse
o akşam yemekte bereber olduğumuz bazı güvenlik
yetkilileri, bütün bu iyi yetişmiş, değerli
insanlar 1 Şubat’taki saldırıda yaşamlarını
yitireceklerdi.
Barzan
yöresine yolculuk
16 Ocak günü Barzan yöresine yolculuk ettik. Hem Mele
Mustafa’nın mezarına saygı ziyareti, hem
de on yıl öncesi de gezip gördüğümüz yerlere bir
kez daha bir göz atmak için. Yanımızda, KDP’nin
ilişkiler bölümünden bizimle ilgilenmekle görevli kadroları,
hoşsohbet ve nüktedan Remzi ile yardımcısı
İmad, ayrıca şoför olarak da, gezimiz
sırasında içtenlik ve özveriyle bizi dolaştıran
Mehdi ve Saleh...
Ocak ayının az bulunur güneşli günlerinden
biriydi. Kış ortası olmasına rağmen
bir bahar havası vardı. Güney’de böyledir. Ekim
ortalarında başlayan güçlü sonbahar yağmurlarıyla
toprak yeşerir. Yalçın dağlar karlarla kaplıyken
dağ dizileri arasındaki ovalar yeşil bir örtüyle
kaplıdır. Aralık ve ocak boyunca otlar boy
atmayı sürdürür, şubat ortasında bahar çiçeği
görünür ve şubat sonunda ise bademler çiçeğe durur.
Yolumuz
Selahaddin’den, Şaklawa ve Herir’den geçiyor, Xelifan’a
varmadan Zap Vadisi’ne sapıyordu. Selahaddin yolu genişletilmiş,
büyük bölümü otobana çevrilmişti, geriye kalan bölümünün
yapımı ise devam ediyordu. Yolun iki yanı,
tepelerin etekleri, geniş bir alan ağaçlandırılmıştı.
Genellikle, çam, servi ve okaliptüs ağaçlarıydı
. On yıl öncesi, bölgeye petrol akışı
durduğu ve bu nedenle yakacak sıkıntısı
çekildiği için, birçok yerde olduğu gibi Selahaddin’in
çevresindeki meşelikler de bilinçsizce bir talana ve
tahribe uğramıştı. Şimdi, son yıllardaki
ağaçlandırma çabalarıyla birlikte buralar yeniden
yeşermeye ve daha düzenli bir orman oluşmaya başlamıştı.
Bu iç açıcı ve sevindiriciydi. Yalnızca buraya
özgü de değildi; daha sonra gittiğimiz Süleymaniye
çevresinde ve başka birçok yerde buna tanık olduk.
Kürtler ülkelerini onarıyor, yeşertiyorlardı.
Bir tepenin eteklerinde, genç fidanların arasına,
beyaz taşlarla ve arap harfleriyle yazılmış
bir yazı ilgimi çekti. Türkiye’de, özellikle de Kürdistan
illerinde pek çok yerde dağların tepelerin eteklerinde
çokça rastlanan, beyaz taşlarla ve kireçle yazılan
kocaman yazılar geldi aklıma. Acaba burada da benzer
şeyler mi yazmışlardı: “Ne mutlu Kürdüm
diyene!” gibi.. Belki de “Bir Kürt dünyaya bedeldir!” ya da
“Önce vatan!” gibi… Hayır, bunların hiçbiri değildi.
Mesut arkadaş okudu, Kürtçe “ormanı koru!” deniyordu…
(Güneyli Kürtler Arap alfabesini kullanıyorlar).
Selahaddin ile Şaklawa arasında, Kore Köyü’nün
üst yanındaki vadide, on yıl öceki tankları
göremedim. Bu tanklar, 1991 baharında göç eden Kürtleri
kovalıyan Saddam’ın tanklarıydı ve Kürt
peşmergeler tarafından bu vadide vurulup hurdaya
çevrilmişler, saldırı da püskürtülmüştü.
Uzun zaman orada, yol kenarında durup paslanan bu tankları,
bir süre önce oradan almış ve köyün içinde bir yere
taşımışlar, orada sergiliyorlardı.
Şaklawa’nın üstünde yükselen görkemli Sefin Dağı’nın
üzerinde yine kar vardı. Kuzeye doğru, yol üzerindeki,
uzunca bir dönem sahipsiz ve bakımsız kalmış
olan bağlar ise, bu arada onarılmış, canlanmışlardı
ve toprağın yüzü gülüyordu. Bağların yakınında,
yol üstünde açılmış dükkanlarda muz hevenkleri
asılıydı, meyve satılıyordu.
Herir’den geçip, kuzeydeki dağ dizisini
aşıp Büyük Zap vadisine ulaştık. Geçtiğimiz
yolların tümü on yıl öncesine göre çok farklıydı,
güzergahları yer yer değişmiş, iyileştirilmişlerdi.
Bunun yanı sıra her yerde yeni yapılar, okullar,
evler, şehit aileleri için yapılmış toplu
konutlar, küçük çapta işyerleri göze çarpıyordu.
Kürtçe Çemê Qendilê denen Büyük Zap, yer yer oldukça
daralan bu vadide, çevresini yarıp kanyonlar oluşturarak
akar.
Burada bahar havası daha da belirgindi. Kuzeydeki dağlarsa
yoğun karlar kaplıydılar. Baharın bu vadi
iyiden iyiye yeşerir, top ağaçlar yaprak açar ve
buralar bir cennete döner. Barzan yöresinde ağaç kesmek
yasaktır. Avcılık da. Balık avına
bile mevsimine göre izin veriliyor. Bölge halkı bu kurallara
son derece saygılı. Bu nedenle orman örtüsü gürdür
ve geyikler, tavşanlar, tilkiler, keklikler alabildiğine
özgürce çoğalır ve dolaşırlar.
Barzan
yöresinin bir köyündeki Mele Mustafa’nın mezarını
bu ikinci ziyaretimdi. İlk kez 1993 yılında
görmüştüm. Mezara çelenk bıraktık ve saygı
duruşunda bulunduk. Toprakla örtülü sade bir mezar bu.
Üzerinde ne türbe ne de Panteon türü dev bir “anıtkabir”
var… Yaşamı dağlarda, partizan savaşı
içinde, zaman zaman da gurbette geçen Mele Mustafa, aile geleneğine
uyarak mezarının da böylesine sade olmasını
istemiş. Yakınları, partisi, Kürdistan yönetimi
de bu vasiyete saygı göstermişler. Mele Mustafa’nın
Zaho yöresindeki bir heykelinden başka, bildiğim
kadarıyla herhangi bir yerde heykeli de yok. Onu da ona
rağmen yapmışlar. Parlamento’nun girişinde,
karşıda, Kürt ulusal kıyafetiyle büyükçe bir
portresi var. Bunu hak ediyor elbet; onun, ulusal hareketin
lideri olarak bu parlamentonun ve hükümetin oluşmasında
büyük emeği oldu.
Dönüş yolunda Zap kıyısındaki küçük bir
lokantada mola verdik ve balık yedik. Irmağın
yazları masmavi akan suyu, şimdi süregelen yağmurlar
ve eriyen kar nedeniyle bulanıktı.
Dönüşte Herir’in bir köyündeki bir tepede Fransuva
Hariri’nin mezarını da ziyaret ettik ve çelenk
bıraktık. Hıristiyan asıllı Fransuva,
Parti’nin önemli bir kadrosu, politbüro üyesi ve ideologu
idi. Kürt ulusal mücadelesine büyük hizmetleri geçmişti.
Bir terör olayına kurban gitti, faillerin ise Ansar El
İslam üyesi oldukları anlaşıldı.
Öldürüldüğünde Hewlêr (Erbil) valisiydi. Kürt halkının
düşmanları onu da boşuna seçmemişlerdi.
Başbakan Nêçirvan Barzani ile Görüşme
17 Ocak günü Hewlêr’de Güney Kürdistan’ın KDP denetimindeki
bölgesinin Başbakanı Nêçirvan Barzani’yi
ziyaret ettik, Güney Kürdistan’ın sorunları ve Irak’taki
durumla ilgili sohbet ettik ve birlikte yemek yedik. Sayın
Nêçirvan Barzani yaşanan süreçte kendilerini meşgul
eden önemli sorunlardan söz etti. Kürt halkının
Baas diktatörlüğünün baskılarından uzak ve
özgür, kendi yönetimi altında yaşadığı
son 13 yılda önemli işler başarıldığını,
ama yollarının henüz uzun olduğunu, şu
anda yeni Irak yapılanırken Kürdistan için coğrafi
federasyon için mücadele ettiklerini anlattı.
3. Bölüm
SÜLEYMANİYE’DE
18 Ocak’ta Süleymaniye’ye hareket ettik. Koyê üzeri eski
yoldan gittik. Koyê kentine, yolun iki yanını süsleyen
okaliptus ağaçları dizisinin arasından geçerek
vardık. Kentin çıkışında ise Heybet
Sultan’ın eteğinde çam ağaçları, yer yer
de zeytinlerle örtülü geniş hoş bir alan var. Orada
olağanüstü bir durum vardı, yolun biraz ötesine
oldukça büyük bir kitle toplanmıştı. Koyê Üniversitesi’nin
açılışı nedeniyle bir tören yapıldığını
öğrendik. Böylece Güney Kürdistan’da, Hewlêr, Süleymaniye
ve Dıhok üniversitelerinden sonra, dördüncü üniversite
de açılmış oluyordu.
Son derece virajlı yoldan Heybet Sultan’ı tırmandık.
Heybet Sultan, Güney Kürdistan’ın en güneye düşen
son “heybetli” sıradağı. Gerçi ondan daha güneyde,
Kerkük yöresinde de sıradağlar var. Ama bunlar pek
yüksek değiller, onları dağdan çok tepe saymak
daha doğru.
Heybet Sultan’ın tepesi bıçak sırtı
gibi. Manzara ise son derece hoş. Güneye, Arabistan çölüne
doğru engin bir düzlük uzanır. Kuzeyde ise sıra
sıra ve karlarla kaplı Kürdistan dağları
bir taraça gibi yükselirler. Biraz ötede Dokan gölü görünür
Bu sıradağların arasında verimli ovalar
ve oralara kurulu köyler, kentler, kasabalar var.
Yine virajlı, baş döndörücü yoldan Heybet Sultan’ı
inerek Şaklawa’dan ve Ranya yöresinden gelen yol ayrımına
vardık. Doğu’ya Süleymaniye yöresine yöneldik. Yolumuz
ilerde Kosret Dağı’nın eteklerinden geçerek
Dokan yöresine, Küçük Zap’a ulaştı. Sara Dağı’nın
ve görkemli Pire Magrun’un güneyinden geçerek Süleymaniye’ye
ulaştık. Buralar on yıl öncesinden dağları,
vadileri, yolları, ırmakları, köy ve kasabalarıyla
adım adım kafama kazınmış bir yöreydi;
yıllardır görmediğim sevgili doslarımı
görmüş gibi oldum. Hem hoş hem buruk duygular doldurdu
içimi…
Süleymaniye Palas oteline indik. Kürdistan Yurtsever Birliği’nden
dostlar bize orada yer ayırmışlardı.
Hewlêr’in bir kaç bin yıl öncesine uzanan tarihine
karşılık Süleymaniye, Baban beylerinin 1785´de
kurduğu 220 yıllık bir kent; ama sokakları,
yapıları, parklarıyla oldukça düzenli, tertipli.
O akşam kentin kuzeyindeki Goje tepesine çıktık
ve Süleymaniye’nin gece manzarasını seyrettik. Buraya
ve Goje’nin devamı gibi duran, daha da yüksek Ezmer tepesine
yol götürülmüş ve oraylarda turistik nitelikte bazı
tesisler yapılmış. Daha sonra da ünlü “Serê
Çınarê” (Çınarbaşı) denen semti gezdik.
Buradan gür bir su kaynıyor ve güneye doğru akıyor.
Suyun başına genişçe bir havuz, çevresine tesisler
yapılmış. Burası kentin sayfiye yeri,
özellikle yaz günleri ve tatillerde halk bu suyun çevresine
akın ediyor.
19 Ocak günü Süleymaniye’de bazı görüşmeler yaptık
ve kent içinde bazı ilginç yerleri gezdik. Görüşmelerimizden
biri Bölgesel Kürdistan Hükümeti ile idi. Bilindiği gibi,
1994’te başlayan ve birkaç yıl süren iç çatışma
nedeniyle parlamento ve hükümet Hewlêr ve Süleymaniye arasında,
daha doğrusu KDP ile KYB arasında ikiye bölünmüş
ve bu yıllarca sürmüştü. Son dönemde taraflar arasında
barış ve uzlaşma ortamının sağlanmasıyla
parlamento yeniden birleşti, hükümetin birleştirilmesi
için de bir süreden beri çalışmalar var.
Bölgesel hükümetin Başbakanı Behram Saleh
yurt dışında idi. Yardımcısı
Xelil (Halil) Dostki ile görüştük. Halil
Dostki daha önce Saddam’ın ordusunda subaydı. Ulusal
direnişin başlamasıyla ayrılıp partizan
saflarına katıldı. Şimdi de sivil yaşamda
önemli bir görev yapmaktaydı. Bize bu özgür dönemde Kürt
yönetiminin yaptığı önemli işlerden, iç
çatışmanın verdiği zararlardan ve birliğin
öneminden söz etti. Sayın Dostki’nin sağlık
durumu ne yazık ki iyi değildi, hastaydı. Nitekim
bu görüşmemizden yaklaşık bir ay sonra onu
kaybedecektik.
Daha sonra Kürdistan yurtsever Birliği’nin Politsürosu’nu
ziyaret ettik ve Kosret Resul, Feridun Abdulqadır,
Ömer Fettah ve Erselam Bayiz’in de aralarında
bulunduğu KYB yetkilileriyle görüştük. Hepsi de
eski tanıdık ve dostlarımızdı. Kosret
Resul, hükümetin henüz bölünmediği ilk yıllarda,
bir dönem başbakanlık da yapmıştı.
Süleymaniye’nin Bastil’i…
Aynı gün, KYB’li dostlar bize Baas döneminin Emniyet
binasını gezdirdiler. Burası işkenceleriyle
ün salmıştı. 1991 baharındaki başkaldırı
sırasında Süleymaniye halkı, partizanı
ve siviliyle, Parislilerin Bastil üzerine yürüyüşüne
benzer biçimde burayı kuşatmış, çatışmış
ve ele geçirmişlerdi. Şimdi burası müze yapılmıştı.
İdare binasının duvarlarındaki roket ve
kurşun delikleri aynen duruyordu. İçerde resimlerle
bir dönemin, enfallerin ve işkencelerin öyküsü anlatılıyordu.
Yan taraftaki gözaltı, daha doğrusu işkence
binası ise, her bir odanın, koridorun işlevi,
işkence araçları ve öyküsüyle insanı geçmişe
götürüyor, bunaltıyor, acı veriyordu. Söz konusu
odalarda filistin askısını, bedene elektrik
veren araçları ve ötekileri gördük, insanların kendi
kanlarıyla duvarlara kazıdıkları mesajları
okuduk. Burada 13-14 yaşlarında çocuklar bile işkence
görmüş, öldürülmüşlerdi. Arkadışımız
Sidar filistin askısını görünce bir tuhaf oldu,
12 Eylül döneminde Kuzey Kürdistan’da, Elazığ’daki
gözaltı süresinde kendi yaşadıklarını
hatırladı…
Evet, böyle işte, ülkemizin her yanında, özgür
yaşama isteğimize verilen cevap, bize reva görülen
uygulama bu. Benzer ve tanıdık…
Burada kapalı bir salonu “Enfal”ın anısına
düzenlemişler, Enfal’de katledilen 185.000 insanımızın
anısına bir o kadar minyatür lambayla donatmışlar.
Uzunca salonun bir kapısından giriyor, tavana ve
duvarlara iliştirilmiş, gökyüzündeki yıldızları
andıran bu minyatür lambaların ışıkları
altından geçip öbür kapıdan çıkıyorsunuz.
Bu halk ne acılar çekti, ne acılar!..
Buradan, bir işkenceden kaçar gibi, unutmak ister gibi
çıkıyoruz. Ama mümkün mü? Hem bu trajedi, bu zulüm
sona erdi mi, her gün ülkemizin şurasında ve burasında
benzer durumlar yaşanmıyor mu?
Süleymaniye Üniversitesi
Oradan uzaklaşıp bu kez bize umut veren, iç açan
bir yere, kentin üniversitesine gidiyoruz. Öğretim görevlisi
dostlar bizi gezdirdiler ve üniversitenin tarihi ve şimdiki
durumu ile ilgili bilgiler verdiler.
Burası 1968 yılında merkezi yönetim (Bağdat
hükümeti) tarafından Süleymaniye Üniversitesi adıyla
açılmış. Binalarının bir bölümü o
zaman yapılmış. Sonradan, 1981 yılında
“Selahaddin Üniversitesi” adıyla Hewlêr’e (Erbil) nakledilmiş.
Ama Kürt yönetimi daha sonradan burada yeni bir üniversite
kurmuş. Hem eski binalar kullanılıyor, hem
de yenileri yapılmış.
Burada hemen hemen tüm fakülteler var: Edebiyat, hukuk,
tarih, tıp, mühendislik, fizik ve matematik bilimleri…
15 kadar fakülte ve yüksek okul. 6500 öğrenci okuyor.
Kızlar da erkekler gibi modern giyimli, büyük çoğunluğu
başı açık.
Öğrenim Kürtçe ve İngilizce yapılıyor.
Derslikleri, kütüphaneyi, öğrenci kantinlerini gezdik.
Derslikler ve kütüphane çok sayıda kompütürle donatılmıştı.
Olof Palme Parkı, Anna Lindt Okulu…
Süleymaniye Güney Kürdistan’da öteden beri fikir ve sanat
etkinlikleriyle de tanınan bir kent. Meydanları,
parkları süsleyen heykeller ilgi çekiyor. Bunlar arasında
tanınmış sanatçıların heykellerinin
yanısıra, barışı ve özgürlüğü
sembolize edenler, kadın figürleri, at, geyik gibi hayvan
figürleri göze çarpıyor. Ünlü Arap Şairi Kürt dostu
Cevahiri’nin Erbil’deki parkta bulunan heykelinin bir
benzeri de Süleymaniye’deki parkta dikilmiş. Küçük bir
parka Olof Palme’nin, bir okula ise Anna Lindt’in
adı verilmiş. Arap dünyasındaki tek Kürt dostu
lider olan Kaddafi’nin adını da sanırım
bir meydana vermişlerdi. Kürtler kadirbilir olduklarını
bununla da kanıtlıyorlar
Putlar yok, sanat var…
Burada heykelleri, resimleri cadde ve meydanlarda arzı
endam eden, duvarları kaplayan bir Saddam ve benzeri
yok.. Umarız ilerde de olmaz… Ama Süleymaniye’deki kadar
olmasa da Güney Kürdistan’ın tüm kentlerinde sanatçı
heykellerine, kabartmalarına rastlarsınız.
Örneğin Erbil’deki Çuwarçıra Oteli’nin salonunda
sütunlara iliştirilmiş, aralarında Piremerd,
Goran ve Bêkes’in de olduğu bir dizi Kürt şairi
ve bilgesinin kabartma büstlerini görürsünüz; ama orada bir
politikacı büstü yoktur… Kürtler kimseyi putlaştırmamışlar
(Tabi Güneyli Kürtleri kast ediyorum. Kuzeyde ise birilerinin
daha Æimdiden putu da var birhayli müridi de!..) Bu durum
Güney´deki Kürt toplumunda egemen olan bir uygar, sivil anlayışı,
aynı zamanda kendine güveni gösteriyor. Darısı,
Türkiye’deki gibi, putlarda moral arayan, şovenizmin
militarizmin deryasında yüzen çevrelerin başına…
Ben ve Mesut arkadaş, o gün akşam, uydu üzerinden
ve Süleymaniye merkezli yayın yapan Kürt televizyonu
Kurd-Sat’ta bir programa katıldık ve hem gezimizle
hem de siyasal durumla ve Partimizin son kongresiyle ilgili
görüşlerimizi dile getirdik.
Bizim Süleymaniye’ye geldiğimiz günlerde, YNK’nin Genel
Sekreteri Celal Talabani Bağdat’ta idi ve daha birkaç
gün daha orada kalacaktı, görüşmek için bizi Bağdat’a
beklediği haberini göndermişti. Biz de zaten, hem
onunla hem de Mesut Barzani ile görüşmek için, sonraki
günlerde Bağdat’a gitmeyi planlamıştık.
|
Halepçe Anıtı
|
Kürtlerin Hroşimasi Halepçe
20 Ocak gününü Halepçe ziyaretine ayırmıştık.
Buraya gelip Halepçe’yi görmeden olmaz. Halepçe yolu, Süleymaniye’den
doğuya doğru, kara topraklarla kaplı bereketli
Şerezor Ovası’ndan geçiyor. Yol üzerinde seyit Sadıq
ve Sirvan kasabaları var. Ovanın kuzeyi karla kaplı
yüksek dağlarla çevrili: Mawat, Surçiya ve ötekiler…
Kuzeye doğru Pencvin kasabası ve daha ötesi İran
sınırı. Derbendihan Barajı ve gölü bu
yörenin hemen güneyinde.
Verimli bir ovanın kıyısında ve göz
alıcı doğa manzaralarının kucağındaki
Halepçe kentine buruk duygularla vardık ve döndük. Halepçe’nin
yaraları büyük ve taze. Burası Kürtlerin Hroşiması.
16 Mart 1988'’de, yani 16 yıl önce, Irak-İran savaşı
sırasında bu yörede Irak ordusu denetimi kaybedince,
Saddam zorbası Halepçe kentini “cezalandırdı”.
Kente kimyasal silah attı. Çoğu kadın, çocuk
ve yaşlılardan oluşan 5000 insanımız
öldü, binlercesi ise sakat kaldı. Toprak kirlendi. İnsanlar
üzerindeki etkiler bugün de sürmekte.
Ne yazık ki o zaman dünya bu olaya karşı,
sudan ve göstermelik bazı tepkilerin dışında,
ciddi bir tepki göstermedi. Bazıları ise, “Sosyalist”
Baas rejimini koruma adına olayı gizlemeye bile
kalktılar. Sol adına utanılacak bir durum..
(Şimdi, Saddam rejimi rezil bir biçimde devrildikten
sonra, kimyasal silah bulunamadığı için ortalığı
velveleye verenlerin kulakları çınlasın! Saddam
bu silahları tümden yok etmiş olsa bile, geçmişte,
bu silahlarla Halepçe’de, Xelifan yöresinde ve Kürdistan’ın
başka yerlerinde işlediği büyük cürümler bile,
böyle bir zorba rejime karşı uluslararası kamuoyunun
harekete geçmesini gerektirmiyor muydu?..)
Bu silahların hammaddesini ve tekniğini ise ona,
içinde ABD’nin ve Almanya’nın da olduğu gelişmiş
sanayi ülkeleri vermişti. Onlar için de utanç verici
bir durum. Sonuç olarak Saddam’a suç ortağı idiler,
bu nedenle Halepçe olayında sesleri pek gür çıkmadı.
Saddam’a karşı harekete geçmeleri ise, işin
ucu kendileri dokunduğunda, Küveyt işgalinden sonradır.
O zaman ucuz petrol kaynaklarını korumak için harekete
geçtiler; yine de, kimi hesaplarla, Saddam’ı tahtında
bıraktılar ve onun yeni terör kampanyalarına,
cinayetlerine göz yumdular. Ta ki New York’un İkiz Kuleleri
bazılarının hedefi olup ABD bir paranoyaya
yakalanıncaya kadar…
Panorama
Halepçe’de, şehitlerin anısına yapılmış
olan anıtı, Panorama’yı gezdik. Halepçe Kaymakamı,
Belediye Başkanı ve diğer ilgililer bize anıtı
gezdirdiler ve bilgiler verdiler. Anıtın bir bölümünde
resimlerle Halepçe’nin tarihi ve sosyal hayatıyla ilgili
bilgiler veriliyordu. Halepçe’nin geçmişini, 40-50 yıl
öncesini gösteren resimler son derece ilginçti: Kız ve
erkek çocukların, gençlerin modern kıyafetler içinde
yayana okuduğu okullar, kentte düzenlenen festler ve
diğer faaliyetleri gösteren resimler… Bu, yıllar
öncesinden sosyal olarak gelişmiş, uygar insan ve
toplum ilişkilerine sahip bir kente tanıklık
ediyor.
Panorama’nın bir bölümünde ise Halepçe soykırımını
gösteren iç burkucu manzaralar… Evinin önünde, uyur gibi,
çocuğuna sarılıp kıvrılmış
ihtiyar adam… Yatakta, sokakta uzanıp kalmış
kadınlar, çocuklar, onlarla birlikte kedi ve köpekleri,
hatta kuşlar… Arabalara yüklenmiş ölü yığınları…
Panorama’dan sonra, kentin çarşısından geçerek
doğusuna düşen mezarlığa uğradık.
Burada Halepçe şehitleri, zorunlu olarak yüzler, binler
halinde toplu olarak gömülmüşlerdi. Onların anısına
burada da bir anıt dikilmişti. İlerde, 3-4
kilometre ötede bir köyü gösterdiler. Orada da toplu olarak
1500 kişi gömülmüştü..
Uzun yıllar süren Kürt özgürlük direnişi sırasında
zorba Irak rejimi Kürdistan’da çok kan döktü, yakıp yıktı.
Üstüne gelen Irak-İran Savaşı sırasında
bölge daha ağır bir yıkıma uğradı.
Kürdistan’ın dörtbir yanı gibi Halepçe yöresi de
savaşın ve yıkımın acılarından
payını aldı. 16 Mart kimyasal bombardımanı
ise Halepçe için tam bir kâbus oldu. Görünen o ki Halepçe
daha uzun yıllar bununla yaşıyacak. Acılar
kolay dinmeyecek.
Sürüler otluyor ve kuşlar dönmüş…
Ama kentin çarşısında har şeye rağmen
insan kaynıyor, hayat devam ediyordu. İnsanoğlu
ne kadar dirençli! 16 yıl önce bu insanlar en sevdiklerini,
yakınlarını, komşularını, dost
ve arkadaşlarını kitleler halinde yitirdiler,
kendileri ise belki yaralı kurtuldular, belki de şans
eseri uzakta oldukları için kendilerine bir şey
olmadı. Ama yaşananlar ne kadar ağır,
acı olursa olsun hayatı yeniden kurmak gerek. Onlar
da bunu yapmışlar. Evlerini onarmış, tarlalarını
yeniden ekmiş, dükkanlarını açmışlar.
Ötelerde yine sürüler otluyor ve kuşlar buraya dönmüş…
Okullar öğrencilerle yine cıvıl cıvıl
ve Halepçe’de yine düğünler, festler yapılmaya devam
ediyor…
Halepçe dönüşü aynı gün Hewlêr’e dönmek üzere
yola çıktık. Dönüşte, Dokan’dan itibaren Heybet
Sultan’ı aşan ve onu güneyden paralel izleyen yolu
seçtik. Bu yol yeni yapılmış, oldukça geniş,
rahat. Yolumuzun üzerindeki Koyê’de İran Kürdistanı
Demokrat Partili dostlarımızı ziyaret ettik
ve o gece onlara konuk olduk. Partinin genel Sekreteri Abdullah
Hasanzade Avrupa’ya çıkmıştı. Yardımcısı
Kak Baba Ali, Hasan Şerifi, Mustafa Hicri
gibi eski dostlarla görüştük ve ertesi gün Hewlêr’e döndük.
4. Bölüm
Erbil Kalesi
Selahaddin Üniversitesi
Biz
Bağdat’a gitmeyi planlamışken Bağdat’taki
Kürt heyetinin (Mesut Barzani, Celal Talabani ve diğerlerinin)
dönmek üzere oldukları haberi geldi ve onlarla görüşmek
için Bağdat’a gitmemize gerek kalmadı. Bu arada
kenti dolaşmayı, bazı ziyaretler yapmayı
sürdürdük.
Gezdiğimiz
yerlerden biri Hewlêr (Erbil) kalesi idi. Erbil kentinin tarihi
adı “Erbilium”. Bu kalenin dünyadaki en eski kalelerden
biri olduğu biliniyor. Aynı zamanda tarihçi olan
dostum Kemal Fuat, Erbil kalesinin, Milattan Önce 2000
yıllarında yapıldığını
dünyanın en eski kalesi olduğunu söylemişti.
En eskisi olmasa bile, en eskilerden biri olduğuna kuşku
yok. Zaman zaman restore edilen kale duvarları hala ayakta,
ama ne yazık ki bu tarihi kalenin içi oldukça harap,
bakımsızdı. Şimdi hem kale içinin, hem
de çevresinin onarılması, düzenlenmesi için Kürdistan
Bölgesel Hükümeti eliyle yürütülen bir çalışma var.
|
Eğitim
Fakültesinden bir görüntü |
22 Ocak günü Hewlêr’deki Selahaddin Üniversitesi’ni ziyaret
ettik, Rektör, Prof. Sadi Barzenci ile görüştük.
Prof. Barzenci bize üniversitenin geçmişi ve bugünkü
durumuyla ilgili bilgi verdi.
Daha önce Süleymaniye Üniversitesi’ni ziyaretimizle ilgili
bölümde de belirttiğim gibi, bu üniversite 1968 yılında
Süleymaniye’de açılmış, ancak merkezi hükümet
onun çalışmalarından rahatsız olmuş,
1975 yılında tümüyle denetimine almaya kalkmış,
1981 yılında Erbil’e nakletmiş, adını
da “Selahaddin Üniversitesi” olarak değiştirmişti.
Devrimden, ya da Kürtçe adıyla “Raperin”den (Birinci
Körfez Savaşı’nın hemen ardından 1992
ilkbaharında Kürdistan’da yer alan halk ayaklanması)
önce bu üniversitenin öğrenci sayısı 6500,
öğretim üyesi sayısı 700 dolayında idi.
Devrimden, yani bölge saddam rejiminden tümüyle özgürleştikten
sonra, öğretim üyelerinin Arap asıllı olan
yaklaşık yarısı, yani 350 kadarı
üniversiteden ayrılıp gitti.
Devrim öncesi 7 kadar fakültesi vardı, şimdi 17
tane. Yani hukuk, tıp, mühendislik, zıraat, eğitim,
güzel sanatlar dahil, hemen hemen tüm temel fakülteler var.
Şimdi öğrenci sayısı 16.000, öğretim
üyesi sayısı ise 800 dolayında. Öğrencilerin
yüzde 45’i kız. Öğretim üyeleri arasında da
bayanların oranı yüzde 25. Öğretim üyelerinin
yüzde 99’u Kürt.
Eğitim daha önce temel olarak Arapça idi. Şimdi
Kürtçe ve İngilizce. Son 15-20 yılda yetişen
nesil zaten Arapça bilmiyor.
Üniversite’nin, Fransa, İspanya, İsveç gibi birçok
ülkenin üniversiteleriyle oldukça iyi ilişkileri var,
aynı zamanda Dünya Üniversiteler Birliği’nin üyesi.
Aynı gün akşam Kürdistan TV’de bir canlı programa
katıldım ve gerek program yöneticisi Abdülkadir’in,
gerekse izleyicilerin sorularını cevaplandırdım.
23 Ocak günü Kürdistan Komünist Partisi’ni (KKP) ziyaret
ettik. KKP’nin kadroları çoğunlukla, daha önce Irak
Komünist Partisi’nin içindeydiler. 1991’den sonra ayrışma
oldu, Kürdistan komünistleri bağımsız bir parti
kurdular. Ziyaretimiz sırasında Partinin şimdiki
genel sekreteri Kerim Ahmed yoktu; ama politbüro üyeleri
Mela Hesen’in ve öteki bazı yöneticilerin yanı sıra,
Irak Komünist Partisi’nin uzun yıllar genel sekreterliğini
yapan Aziz Muhammed de oradaydı. Daha çok Kürdistan
ve Irak’taki yeni siyasal durum üzerine sohbet ettik.
Mam Celal’i ziyaret, Dokan-Qelaçolan…
29
Ocak’ta Dokan’a Mam Celal’i (YNK Genel Sekreteri Celal
Talabani) ziyarete gittik, Dokan Gölü’nün kıyısındaki
bir tepede, çam ağaçları arasındaki köşkünde
görüştük. Buraları on yıl öncesinden iyi bilirdim.
Hemen karşıdaki Dokan kasabası da, devlet binalarının
dışında Saddam rejimi tarafından yerle
bir edilen kasabalardandı. Saddam’dan geriye kalanların
bir bölümü ise, ayaklanmanın ardından yaşanan
güvensizlik ortamında halk tarafından yağmalanıp
tahrip edilmişti. Söz konusu köşkün yerinde de o
zaman, böylesine yerle bir edilen bir gazino vardı. Şimdi
buralar yeniden onarılmış. Çevre köylülerin
bir bölümü dönüp yeni evler kurarken, Kürdistan Bölgesel Hükümeti
de çevreyi birhayli imar etmiş, halk için mahalleler
kurmuş. Bu arada çevredeki çam ağaçları daha
da büyümüşler…
Mam Celal burada bizden önce bazı yabancı konuklarını
karşılamıştı. Görev değişimi
nedeniyle eski ve yeni Amerikalı komutanlar ziyaretine
gelmişlerdi. Ayrıca bir Arap heyetini karşılamıştı.
Mam Celal, yüz yüze oldukları ağır sorunlara,
yoğun çalışmaya rağmen her zamanki gibi
dinç ve canlıydı. Kısa bir sohbetten sonra
birlikte, Süleymaniye’nin kuzeyine düşen KYB merkezine,
Qelaçolan’a gitmek üzere Mam Celal’in küçük bir birlik sayılabilecek
koruma konvoyu ile birlikte yola çıktık.
Yol boyunda Mam Celal geçtiğimiz yerlerle, yapılan
işlerle ilgili bilgi verdi. Yörede ikinci bir çimento
fabrikasını kurmuş ve devreye sokmuşlardı.
Teq Teq yöresinde petrol çıkarmış, işletiyorlardı.
Süleymaniye’nin güneyine düşen Bekreco Havaalanı,
sivil uçaklara hizmet verecek şekilde genişletilmek
üzere ihaleye konmuştu ihaleyi alansa bir Türk firmasıydı.
Kent ve kasabalara yeni hastahaneler, okullar kurmuşlardı.
Süleymaniye’ye varmadan askeri bir bölgeden geçtik. Bir bölümü
kadın peşmergelerin yönetiminde idi ve onların
eğitimi için ayrılmıştı. Burası,
Pire Magrun Dağı’nın eteklerinden Süleymaniye’ye
kadar nerdeyse bütün bu düzlük, 1991 öncesi Bağdat rejiminin
askeri alanıydı. Devrim döneminde rejimin ordusu
bozguna uğrayınca top ve araçlarının çoğunu
bile bırakarak buradan panik halinde kaçtılar. 1992’de
buradan geçerken boşalmış barakaları,
telörgüleri, nöbetçi kulelerini ve yakılıp kömüre
dönmüş askeri araçları uzaktan görmüştüm… Şimdi
burada Kürtlerin kendi askeri güçleri konumlanmıştı
ve kendi halkının güvenliğini sağlamak,
kendi ülkesini korumak için eğitiliyordu.
Süleymaniye içinden transit geçerek kuzeydeki Goje ve Ezmer
dağlarını aşıp Qelaçolan’a ulaştık.
Qalaçolan, geçmişte yüzyıllarca bu bölgeyi yönetmiş
Baban Beyleri’nin merkeziydi. Sonradan Süleymaniye kentini
kurdular. Mam Celal’in burayı KYB ve kendi çalışmaları
için üs ve merkez olarak seçmesi ilginçtir..
1992 yılında geldiğimde buraya henüz yeni
yeni yerleşmekte idiler. Göze çarpan tek bina yeni yapılan
YNK’nın merkez binası idi ve orada bir gece konuk
olmuştuk. Şimdi çevreye birhayli yeni bina yapılmış.
Askeri eğitim yerleri, hastaneler, konutlar ve büyücek,
buraya göre lüks sayılacak, oldukça iyi tezyin edilmiş
bir konuk evi. Orada iki gün kaldık. Bu arada Qalaçolan’ın
üstündeki tepelere ve çevredeki vadilere, ırmak boylarına
bir gezi yaptık. Her yerde yapım çalışmaları
sürüyor, çevre kent ve kasabalara giden yollar iyileştiriliyor.
Mawat ve Pira Magrun dağları arasındaki vadide,
Qalaçolan’ı Dokan’a bağlayacak geniş bir yolun
inşaatı sürüyordu.
Biz oradayken Irak Geçici Konseyi üyelerinden Dr. Mahmut
Osman da uğradı, onunla da görüştük. Mahmut
Osman Mele Mustafa döneminde kalma, deneyimli insanlardan.
Bir dönem de Irak Kürdistanı Sosyalist Partisi’nin genel
sekreterliğini yapmıştı.
31 Ocak günü yeniden Hewlêr’e döndük.
Niyetimiz aynı zamanda Dıhok yöresini gezmek ve
on yıldan bu yana orada meydana gelen olumlu gelişmeleri,
imar faaliyetlerini –ki bunu bölgeyi gezen dostlarımızdan
sık sık duyuyorduk- kendi gözümüzle görmekti. Ziyaret
etmeyi planladığımız yerlerden biri de
Kerkük’tü. Ne yazık ki buna zaman kalmadı. 1 Şubat
günü Hewlêr’de meydana gelen ve Kürt halkını bir
bütün olarak acıya boğan olay da programımızın
seyrini etkiledi.
5. Bölüm
10 YILDAN BU YANA DEĞİŞENLER
Ekonomik durum
|
Dokan
Barajı
|
Bu geziden edindiğimiz izlenimlerden biri burada ve
bir bütün olarak Güney Kürdistan’da insanların yaşamında
10 yıl önceki ağır ekonomik sıkıntıların
artık önemli derecede aşıldığı.
Ekonomik yaşam, BM’nin petrol karşılığı
gıda programı ve imar, tarım, ticaret gibi
alanlardaki canlanmayla birhayli düzelmiş. Çarşı-pazar
oldukça canlı. Geçmişteki gibi petrol sıkıntısı
çekilmiyor. Elektrik üretimi eskiden yalnızca Dokan Barajı’ndan
sağlanıyordu. Şimdi Buna, yeni özgürleşen
bölgedeki Derbendihan Barajı ve Musul yöresinin enerjisi
eklenmiş. Bu nedenle enerji sıkıntısı
yok. Ancak, belki de sistemin eskimiş ve yıpranmış
olmasından, zaman zaman elektrik kesintileri yaşanıyor.
Sanayi alanında yeni büyük yatırımlardan söz
edilemese de, eskiden kalma kimi fabrikalar, örneğin
çimento fabrikaları faal halde.
Unutmamalı ki, yaklaşık 13 yıllık
özerk yönetime rağmen, burası, Irak’ın bütünü
gibi ambargo altındaydı. Yani dışarıyla
ticaret, yatırım imkanları son derece sınırlıydı.
Burdaki Kürt özerk yönetimini bir kaşık suda boğmak
isteyen sevgili “komşular” ise en sıradan üretim
araçlarının, televizyon yayın cihazlarının
bile geçişine izin vermiyorlardı. Türk devlet adamları
ve düzen sözcüsü basını, sık sık Kürtlere
yaptıkları “iyilikleri”, sağladıkları
“desteği” anlata anlata bitiremiyorlar. Oysa buraya yardım
diye bir şey yaptıkları tümüyle yalandır.
Bölgeyle ilişkiler hep kendilerinin yararına işledi.
BM’nin petrol karşılığı gıda
programından yararlanarak depolarda günü dolmuş,
bayatlamış pirinçlerini, nohutlarını,
sana yağlarını, döviz karşılığında
buraya sürdüler. Dünya piyasasında rekabet gücü olmayan
malları için burayı çok elverişli bir pazar
olarak kullandılar. Habur kapısından ucuz petrol
taşıdılar. Öte yandan, burdaki özgür ortamı
boğmak için ne lazımsa yaptılar. Şimdi
de buna devam ediyorlar.
Bu olumsuz koşullara bir de burdaki yönetimin bölünmüş
olması, uzun yıllar kendi aralarında ve ayrıca
PKK unsuruyla boğuşmaları eklenmeli. Bu da
üretime, halkın sorunlarının çözümüne harcanacak
değerli kaynakların, zaman ve enerjinin önemli derecede
boşa gitmesine yol açtı.
Barış ve demokrasi ortamında gelişim
çok hızlı olacak
Bütün bunlara rağmen eğer Güney Kürdistan halkımız
özerk yaşamını sürdürebilmiş, ekonomi,
ülkenin imarı, eğitim, sağlık alanlarında
bunca iş yapılmışsa bu da az şey
değil. Ayrıca, yönetimin bölünmüş olmasından
doğan olumsuz durum artık aşılıyor.
Son 5-6 yılda taraflar arasında barış
ve uzlaşma sağlandı. Bu da ülkede durumun düzelmesi
bakımından etkilerini hemen gösterdi. Geçtiğimiz
yıl parlamento tekrar birleşti. Hükümetin de birliği
yönünde prensip kararı alındı ve adımlar
atıldı. Umudumuz ve dileğimiz o ki, yakında
bu iş de tamam olacak.
Bunun yanı sıra, Saddam rejiminin yıkılmış
olması Güney Kürdistan’ın da kaderini etkileyen
son derece önemli ve yeni bir gelişme. Bugün ülkede hala
süren terör ortamı ve gerilim aşılabilir ve
belli demokratik adımlar atılıp Irak ölçeğinde
barış ortamı sağlanabilirse, durum hem
Irak’ın, hem Kürdistan’ın gelişmesi bakımından
çok daha elverişli hale gelecek, değişim çok
hızlı olacaktır. Irak’ın ve özellikle
Güney Kürdistan’ın kaynakları buna çok yeterli.
Kürt halkının düşmanlarının da korkusu
ve telaşı zaten bu. Buradaki özerk ortamı boğmak,
barış ve demokrasi yönündeki adımları
engellemek için ellerinden geleni yapmaları boşuna
değil.
Çok sesli, çok renkli siyasal yaşam
Güney Kürdistan’daki politik yaşam ise çok daha ilginç.
Burada, daha şimdiden, hele Ordadoğu ölçüleri bakımından
üzerinde önemle durulması gereken bir örnek yaşanıyor.
Kürdistan’ı halk tarafından, genel ve gizli oyla
seçilmiş bir parlamento ve onun içinden çıkmış
bir hükümet yönetiyor. Elbet seçim 1992’den beri yenilenmedi,
parlamento bir ara bölündü, hükümet de hala bölünmüş
halde. Bunlar bir an önce giderilmesi gereken, demokratik
süreci yaralıyan, etkisini azaltan önemli kusurlar. Öte
yandan, basınla ilgili bölümde belirttiğimiz gibi,
düşünce ve basın özgürlüğü övgüyü hak edecek
bir düzeyde. Hertürlü görüş serbestçe dile gelebiliyor
ve bu görüşler doğrultusunda siyasi partiler örgütlenebiliyor.
Şu anda, güney Kürdistan’da büyüklü küçüklü 40 dolayında
parti var. Teröre başvurmayan hertürlü parti serbest.
Sol partiler de, liberal olanlar da, dinci olanlar da. Komünist
Partisi özgür ve itibarlı bir parti. Ansar-el İslam
adındaki terörist grup dışında birkaç
tane İslami parti serbestçe faaliyet gösteriyor. Türkmenlerin,
Süryanilerin, yani değişik etnik grupların
ve dinsel grupların da siyasi partileri, dernekleri var.
Örneğin Türkmenlerin, ayrıca birkaç partiyi bir
araya getiren bir cepheleri var.
Kürdistan’da Müslümanların dışındaki
öteki dinlerin taraftarları, hıristiyanlar (Süryaniler
ve Geldaniler), Yazidiler de kendi inançlarında son derece
özgürler. Süryaniler Kürdistan Parlamentosu’nda beş kişilik
bir kontenjanla temsil ediliyorlar. Türkmenlere de bu olanak
tanındı, ama Türk rejimi aklı sıra parlamentonun
meşruiyetini engellemek çabasıyla, onları yer
almamaları yönünde etkiledi.
Bir başka deyişle, Güney Kürdistan’da “Kopenhag
Kriterleri” çoktan beri ve fazlasıyla geçerli! Üstelik
dıştan bir zorlama da olmadan…
Güney Kürdistan
Laiklik ve Kadın Özgürlüğü için güvence
Kadın hakları bakımından da Güney Kürdistan,
hem Irak’ın bütünü, hem de bölge ülkeleriyle karşılaştırıldığında
oldukça iyi bir durumda. Kadınlar eğitim sürecine
ve iş yaşamına özgürce katılıyor.
Türkiye’deki gibi, sözde laiklik adına, İran’daki
gibi ise din adına, kadın giyimine bir müdahale
yok. Sokağa pazara çıkarken, ya da kamu yerinde
çalışırken isteyen kadın başını
örtüyor, isteyen başı açık. Karışan
eden yok.
Kürdistan bölgesi bu tutumuyla ırak kadınlarının
hak ve özgürlükleri için de bir güvence oluşturuyor.
Nitekim, biz oradayken Irak Geçici Yönetim Konseyi, Kürt üyelerin
bulunmadığı bir oturumdan yararlanarak, çıkardığı
bir yasa ile mevcut kadın haklarının bir bölümünü
geri alan gerici nitelikte bir yasa çıkarmıştı.
Kürdistan Parlamentosu hemen toplanarak bu yasayı oybirliği
ile reddetti ve böylece yürürlüğe girmesini engelledi.
Bütün bu nedenlerle, laiklik bakımından da bölgede
örnek olacak ülke, Türkiye değil, Güney Kürdistan’dır.
Görüldüğü üzere Kürdistan’da demokratik süreç, birçok
bakımdan (düşünce özgürlüğü, basın, örgütlenme
hakkı, ulusal azınlıkların hakları,
dinsel haklar vb.) Türkiye’dekinden çok çok önde. Türk yöneticiler
bu bölgede demokrasi konusunda iyi bir örnek arıyorlarsa
işte örnek budur. Kapı kapar gibi parti kapatanı,
işkence edeni, gazete bombalayanı, kitap yakanı,
televizyon, radyo ve okul yasaklıyanı, 20 milyonluk
bir halkı yok sayanı, insanların dil, din ve
inançlarına baskı yapanı, gereksiz yere kıyafetlerine
karışanı değildir.
Türkmenler hiçbir dönemde böylesine özgür olmadılar
Türk hükümet ve devlet adamları, Türkiye’deki düzen
sözcüsü basın, Türkmen sorununu çok sömürmeye çalıştı
ve hala da sömürmeye, Türkmenleri kışkırtmaya,
burada etnik çatışmalar yaratma çabasına devam
ediyor. Oysa Türkmenler, herhalde Osmanlı dönemi de dahil,
hiçbir dönemde böylesine, Kürdistan Özerk Yönetimi altında
oldukları kadar özgür olmadılar. Türkmenlerin özgürce
kurdukları siyasi partiler, dernekler bir yana, kendi
ilk ve orta dereceli okulları da özgürce faaliyet gösteriyor.
Bir Türkmen televizyonu bütün gün yayın yapıyor.
Türkmence gazete ve dergiler serbestçe çıkıyor.
1992’de Kürdistan Hükümeti’nde benimle aynı adı
taşıyan bir bakanla (sağlık bakanı)
tanışmıştım ve o bakanlar kurulunda,
Türkiye’deki birçok Kürt gibi ancak aslını inkar
eden biri olarak değil, bir Türkmen olarak yer alıyordu.
Türkmenlerin Özerk Kürdistan’daki (Hewlêr, Dıhok ve
Süleymaniye’den oluşan üç vilayet) sayıları
ise 50 binden ibaret… Türkmenler Baas Partisi’nin yönetimi
altında bu haklardan hiçbirine sahip değillerdi
ve Türk yönetimi de yıllar boyu onların durumunu
aklına bile getirmedi, bir Türkmen sorunundan söz etmedi.
Ne zaman ki Kürdistan özerklik kazandı, aynen Kıbrıs
“davası”nda olduğu gibi, baylarımız, bir
Türkmen davaları olduğunu da hatırlayıverdiler…
Öte yandan, Türkiye’deki 20 milyon Kürt, Türkmenlerin Özerk
Kürdistan’da sahip olduğu bu hakların bir tekine
bile sahip değiller. Özgürce Kürt partisi kurmayı
bırakın, Kürtlerin haklarından söz etmek bile
siyasi partilerin kapanma nedeni. Bir tek Kürt okulu yok.
Kürt televizyonu, radyosu yok. Avrupa Birliği üyeliği
hatırına sözde kabul edilen şu göstermelik
reformlar bile (Kürtçe kurs ve TV’de günde yarım saatlik
yayın) bir türlü hayata geçemiyor; çünkü bu, baylarımızın
alışık olmadığı, gönüllerinin
razı olamıyacağı bir şey. Sanki boyunlarına
ip atılıyormuş gibi bir şey!.
Buna karşılık, Türkmen sorununu bu denli sömürü
ve demagoji konusu yapan Türk yönetimi ve düzenin öteki sözcüleri
acaba bu garip çelişkinin farkında değiller
mi? Olmamaları mümkün mü? Onlar da bütün dünya da farkında.
Ama bu akıl almaz haksızlığı, zulmü
kabul edip giderecek bir vicdana sahip değiller. Hem
suçlu, hem güçlüler. Amaç belli: Kürtleri engellemek. Bunun
için gerekirse Türkmenlerin başını belaya sokmak.
Türkmenler de elbet bu işin farkında. Aralarında
şu veya bu nedenle Türkiye’deki ırkçı-şoven
politikanın, istihbarat cihazlarının avucuna
düşmüş ve bir provokatör rolü oynayanların
dışında, aklı başında Türkmen
çoğunluk ve onların aklı başında
temsilcileri de bu oyunun farkındalar. Orada olduğum
dönemde Kürdistan televizyonlarından birinde bu sağduyulu,
gerçekçi Türkmen temsilcileriyle yapılmış bir
programı izledim. Son derece güzel şeyler söylediler.
Özerk Kürdistan’da bir sorunları olmadığını,
tüm haklarını özgürce kullandıklarını,
Türkiye’deki yayılmacı çevrelerin Türkmenleri bir
koz olarak kullanmaya, Kürtlerle karşı karşıya
getirmeye çalıştıklarını söylediler
ve Kürt-Türkmen kardeşliğini ve barışını
savundular.
Türk yönetimi ve düzen sözcüsü basını, son dönemde
Hewlêr ve Kerkük’te meydana gelen terör olaylarını,
bu işteki kendi paylarını ve rollerini de bilmezden
gelerek, “etnik çatışma” gibi gösterip Kürtlere
yüklemeye kalkıştılar. Baylarımıza
göre Kürtler, federesyon istemekle gerginlik ve çatışmalara
yol açmışlar… Bunun akla mantığa uyar
yanı var mı? Kürtlerin de her halk gibi çoğunlukta
oldukları topraklarda, kendi ülkelerinde, komşularıyla
yan yana federal bir biçimde, hatta bağımsız
bir devlet halinde yaşamaya hakları yok mu? 150
bin Kıbrıslı Türkün var da 5 Milyon Güney Kürdistanlı
Kürdün neden olmasın?..
Ayrıca Kürtler bunu nasıl istemişler, Araplara
ya da Türkmenlere saldırarak mı, yoksa kamuoyuna
açıklayarak ve Iraklı partnerleriyle, Geçici Yönetim
Konseyi’nde görüşüp tartışarak mı? Kürtler
bu ikincisini yapmakta idiler. Buna hakları yok mu? Ve
Kürtler bunu istediler diye Kürt partilerinin merkezlerine,
yönetim binalarına, üstelik kurban bayramı gibi
müslümanlarca kutsal bir günde canlı bomba mı göndermek
gerekiyor?.. Bunu engellemek için Türkmenlerin kendilerini
meydanlarda zincire vurmaları mı gerekiyor?.. Güney’li
Kürtlerin özgür yaşaması, Kuzey’de 20 milyon Kürdü
zincire vurmuş Türk devletini, Doğu’da 10 milyon
Kürdü zincire vurmuş İran Devleti’ni, Batı’da
2-3 milyon Kürde hiçbir hak tanımamış Suriye
devletini teleşlandırabilir, bu doğaldır,
pek anlaşılırdır; ama Irak’taki, üstelik
de Kürt yönetimi altında özgürlüklerini rahatça kullanan
Türkmenleri neden rahatsız etsin?..
Güney Kürdistan güvenlikli bölge
Canlı bombalarsa tümüyle ihraç malı
Kürtler bu canlı bombaları hak etmek için ne yaptılar?
Hewlêr’deki Kürt yönetimi başka bir ülkeyi işgal
etmiş değil. Kürtler mazlum bir halk ve ilk kez
bu parçada özgürce kendi kendilerini yönetiyorlar, ülkelerini
onarıyorlar, onyıllardır muhatap oldukları
acımasız zulüm ve sömürünün yol açtığı
yaralarını sarmaya çalışıyorlar.
Ama bir bütün olarak Irak’taki, özel olarak da Kürdistan’daki
özgürleşme ve demokratikleşme sürecine karşı
olan güçler, bunu engellemek için şimdi, canlı bomba
da dahil, hertürlü acımasız terör aracına başvuruyorlar.
Bu güçler, El-kaide gibi, dünyanın gidişini tersine
döndermeye çalışan fanatik dinci gruplar olabilir;
yıkılan Baas rejiminin öfkeli, çaresiz artıkları
olabilir; Kürdistan’daki süreci önlemeye, Kürtleri bir kez
daha özgürlükten yoksun tutmaya çalışan, Kürdistan’ı
yağma malı gibi aralarında bölüşmüş
bölge ülkeleri olabilir. Şu veya bu olabilir; ama hiçbirinin
haklı bir nedeni yoktur.
Evet, Türk yönetimi ve basını, Hewlêr ve Kürkük’te
meydana gelen söz konusu terör olaylarını bir etnik
çatışma gibi niteleyip, bölgede bir gerilim ve çatışma
ortamı olduğunu yaymaya çalışıyor.
Bölge hakkında bilgisi olmayan pek çok insan da bu olaylara
bakıp öyle sanıyor. Oysa Kürdistan, Irak’ın
bütünüyle karşılaştırıldığında
oldukça güvenli. 13 yıldan bu yana kendi kendini yöneten,
özgürlüğü tadan ve gelişmeye tanık olan Kürdistan
halkı bundan son derece memnun. Güney Kürdistan’da yaşayan
ve kültürel, dinsel ve idari haklarına ilk kez bu dönemde
sahip olan azınlıkların da bir sorunu yok,
onlar da durumdan memnun. Burada, Bağdat çevresinde,
“Sünni Üçgeni” denen bölgede yaşandığı
türden bir direniş, ya da çatışmalar yok. Kentlerde
köylerde yaşam, gece ve gündüz son derece rahat. İnsanlar
korkusuzca çarşıya pazara çıkıyor, yolculuk
ediyorlar. Okullar, hastaneler, işyerleri açık,
hayat bir düzen içinde sürüyor.
İşte söz konusu eylemlerle engellenmek istenen
de bu. Eylemler dışardan gelen, bu amaçla eğitilip
gönderilen fanatik unsurlar tarafından işleniyor.
Amaç orta bölgede olduğu gibi Kürdistan’da da halkın
durumdan mennun olmadığı, direnişin sürdüğü
izlenimini vermek. Irak’ın tümü gibi Kürdistan bölgesini
de istikrarsızlaştırmak. Irak’ta federal ve
demokratik süreci engellemek isteyen güçlerin hedefi bu.
Bu politikanın ve bu eylemlerin, kısa vadade ortalığı
karıştırmaya yarasa da, uzun vadede başarı
şansı olmadığını daha önceki
yazılarımda söyledim. Çünkü bu eylemler tarihsel
olarak kaybedenlerin, geleceği olmayanların eylemi,
çaresizliğin ürünü. Irak halkının büyük çoğunluğu
bu eylemlere destek vermiyor, onlardan zarar görüyor, ülkede
barış ve istikrarın bir an önce kurulmasını
istiyor. Hayatlarının değişmesi, daha
çok özgürlük ve daha iyi bir yaşam buna bağlı.
Kürdistan’da ise bu eylemlerin hiçbir kitlesel, siyasal dayanağı
yok. Bu nedenledir ki teröristler bir turist gibi dışardan
geliyorlar. Önce Kerkük’te ve Hewlêr’de bomba yüklü araçlarla
bazı resmi binalara, polis karakollarına, İçişileri
Bakanlığı’na yönelik eylemler düzenlendi. Bunu
engellemek için hayli tedbirler alınmış. Kentlere
giriş çıkışta, kimi yol kavşaklarında
kontrol var. Önemli resmi binaların, otellerin önünde
de beton korunaklar yapılarak araç giriş çıkışları
denetim altına alınmış. Ancak, 1 Şubat
olaylarına kadar aynı titizliğin, bedenlerini
canlı bomba olarak kullananlar bakımından gösterildiği
söylenemezdi. Özellikle otel, lokanta, cami gibi insanların
toplu halde bulundukları yerler bu bakımdan muhtemel
ve kolayca ulaşılabilecek hedeflerdir. Söz konusu
terör eylemlerini düzenleyenler ve yerine getiren fanatikler
içinse, sözde din adına hareket etmelerine karşılık,
eylemlerini sınırlayacak hiçbir etik kural ve sınır
yok. Nitekim kurban bayramını bile kana buladılar.
Kürdistan Özerk Bölgesi’nin Başkenti Hewlêr’de, 1 Şubat
günü, ziyaretçilere karışıp Kürdistan Demokrat
Partisi ile Kürdistan Yurtsever Birliği’nin bu ildeki
merkez binalarına girmeyi başaran iki terörist,
partililerin bayramını kutlamak için oraya toplanan
insanların arasında bedenlerine sarmış
oldukları bombaları patlattılar ve yüzü aşkın
insanımızın ölümüne, yüzlercesinin de yaralanmasına
yol açtılar. Ölen ve yaralananlar arasında, bayram
kutlamaya gelmiş genç-yaşlı, çocuk, erkek-kadın
çok sayıda halktan insanımızın yanı
sıra, her iki partinin ve Kürdistan Hükümeti’nin çok
sayıda değerli kadroları vardı.
İç ve dış kamuoyunda büyük yankı yapan,
tüm Kürtleri yasa boğan bu olaylardan ayrıntılı
şekilde söz etmeme gerek yok; çünkü bunlar çokça yazıldı,
söylendi. Önemli olan bence bundan dersler çıkarmak,
tedbirli olmaktır. Elbet buna bakarak paniğe kapılmak,
toplumsal ve siyasal yaşamı aşırı
ölçüde sınırlamak gerekmez; böyle bir şey tam
da diğer tarafın, bu eylemleri düzenleyen şer
odaklarının istediği şeydir. (Nitekim,
olaylardan sonra kitleler arasında büyük bir tepki doğdu
ve olayı izleyen günlerde yapılan taziye ziyaretlerine
Kürt halkı Hewlêr’den, çevre kent ve köylerden ve koşullar
elverdiğince diğer parçalardan akın etti.)
Ama geleneksel yaşam da yeni koşullara göre gözden
geçirilmeli. Örneğin partilerin merkezlerinde böylesi
toplu bayram kutlamaları ve onlara çok sayıda önde
gelen yönetici ve kadronun katılması şart mıydı?
Yapılması zorunlu ve yararlı toplantılar
içinse döneme uygun ciddi tedbirler alınmalı, denetim
yapılmalı. Ayrıca otel, lokanta ve benzeri
toplu yaşam yerleri için de.
İşin ilginç tarafı, sonradan KDP’li dostlarımızın
bize anlattıklarına göre, bu konular daha önce merkez
organlarında görüşülmüş, terör eylemlerine
karşı ciddi tedbirler alınması gereği
üzerinde durulmuş. Hatta olay günü, bayram kutlaması
sırasında insanlar bir süre tek tek üstleri aranarak
içeri alınmışlar. Ancak, “bu kutsal günde insanları
böyle sıkıntıya sokmanın gereği var
mı?” türünden itirazlar üzerine, yöneticiler denetimi
gevşetmişler ve bir hoca kılığındaki
söz konusu terörist de bundan yararlanıp içeriye sızmış..
Olay günü Çuwarçıra Oteli’ndeydik. Acı haberi aynı
otelde kalan dostumuz Cemal Alemdar iletti. (Alemdar,
Türkiye’de Kürtlere yönelik ve “21’ler Olayı” denen 1963
operasyonunda tutuklanıp yargılanan Irak’lı
Kürtlerdendir.) Programa göre Kak Remzi otele uğrayacak
ve biz de birlikte bayramı kutlamak üzere, tam da olayın
meydana geldiği yere gidecektik. Böyle şeyler, kötü
bir piyango gibi, bir rastlantıya bağlıdır..
Olayın herkeste yarattığı
şoktan uzunboylu söz etmeme gerek yok. Ertesi gün, şehitler
için Hewlêr’in çeşitli camilerinde taziye törenleri düzenlendi.
Merkezi camilerden birinde düzenlenen, ve iki partinin önde
gelen temsilcilerinin katılıp taziye dileklerini
kabul ettiği bir toplantıya biz de gittik. Camiye
çok yoğun insan akını vardı, Hewlêrliler
gruplar halinde girip çıkıyorlardı; ama iyi
önlemler alınmıştı ve dış kapıdan
Caminin bahçesine giren herkesin üzeri dikkatle aranıyordu.
Keşke daha önce de benzer önlemler alınmış
olsaydı.
Mesut
Barzani ile görüşme
4 Şubat günü KDP lideri Mesut Barzani ile görüştük
ve öğlen yemeğini beraber yedik. Olay nedeniyle
doğal olarak üzgündü. Bu olayda yakın çalışma
arkadaşlarını da yitirmişti, kayıpları
büyüktü. Öte yandan yaşamı uzun dönem bazan partizan
olarak dağlarda, bazan gurbette siyasi sürgün olarak
geçen, başkaldırının, direnişin ve
düşmanın yıkıcı saldırılarının
türlüsünü yaşamış olan, bütün bu süreçte daha
önce de pekçok arkadaşını, binlerce yakınını
kaybeden bu insan neler neler görmüş, yaşamıştı.
(1980’li yıllarda Saddam Hüseyin tarafından toparlanıp
götürülen ve kendilerinden bir daha haber alınamayan
Barzan bölgesinden 8000 kişiyi hatırlamak yeter).
Onlar bir bakıma ateşin içinden geliyorlardı
ve bu olay da onları yıldırmaya, azimlerini
kırmaya yetmezdi.
Aynı gün (4 Şubat’ta) Parlamento’da şehitlerin
anısına bir tören düzenlendi, Ulusal ve çok ilginç
Kürt kıyafetleri içindeki tören kıtasının
eşliğinde mumlar yakıldı ve konuşmalar
yapıldı. Bu törene Kürdistan’daki önde gelen siyasi
parti liderlerinin, kurum tamsilcilerinin yanı sıra,
Arap kesiminden, İran’dan konuklar ve bölgedeki ABD birliklerinin
komutanı da katılmıştı. Biz de ordaydık
ve taziye için Kuzey Kürdistan’dan gelen tanıdık
ve dostlarımızla da görüştük
6. ve Son Bölüm
DÖNÜŞ, BAĞDAT-AMMAN…
Böylece, “Güney Kürdistan ziyaretimiz için ayırdığımız
süre, bir hafta uzatmalı da olsa sona ermişti. Dönüşü
Bağdat üzerinden yapmayı planlamıştık.
6 Şubat günü yola çıktık. Daha Kerkük’e varmadan,
oraya doğru uzanan ovayı güneyden kuşatan,
alçak bir sıradağ biçimindeki tepeler son derece
ilginçti. Üç-dört yüz metrede bir üstlerine, küçük bir kale
biçiminde karakollar, askeri tabyalar yapılmıştı.
Belli ki zorba ve kendine güvensiz rejim Kerkük yöresini de
Kürt partizanlarının operasyonlarına karşı
aşırı derecede askerileştirmişti.
Ama tüm bunlar onun yıkımına mani olmadı.
Hem
zengin hem yoksul Kerkük
Bu kez Kerkük’ten gündüz gözüyle geçtik. Dünyanın en
büyük ve nitelikli petrol hazinelerinden birinin üstüne kurulu
bu kent insanda hayret uyandıracak biçimde, büyük bir
köy görünümünde, bakımsız, eski püskü idi. Bağdat
rejimi petrolleri taşıyıp götürmüş, diktatöre
onlarca saray yapmış, silaha savaşa harcamış,
her kentin kıyısına bir askeri kale, her tepenin
başına bir tabya kurmuş, ama halkının
çoğu Kürt, bir bölümü de Türkmen olan bu kentte insanlara
hizmet veren doğru dürüst bir şey yapmamış,
hatta yerli halkın da yapmasını engellemişti.
Kürtlerin bir bölümünü sürmüş, geriye kalanlarınsa,
yeniden ev ve arsa sahibi olmaları şurda kalsın,
mevcut evlerini onarmalarına bile izin vermemişti.
Bu nedenle eskiyen ve çöken evler kendi haline terk edilmişti…
Şimdi zorba rejim, ünlü diktatörüyle birlikte çöküp
gittikten sonra, Kürt halkı kendi olanaklarıyla,
Hewlêr, Süleymaniye, Dıhok belediyelerinin de yardımıyla
kenti düzene sokmaya, sokakları meydanları onarmaya,
halkın sorunlarına çözüm bulmaya çalışıyor.
Bir yandan da dış odakların kışkırttığı
provokatörlerin kötülüklerini engelemeye çalışarak…
Yol boyunca, kasabalara girip çıkarken, yol kavşaklarında
denetimler sürüp gitti. Duzxurmatu’nun güneyindeki “Hemrin
Dağı” yöresinde “Kürdistan’ın bu yöredeki güney
sınırı”na vardık. (Daha doğuda ise
sınır, önce Hanikin’e, oradan da İran-Irak
sınırının her iki yanında Zagrosları
izleyip, Bağdat hizasını aşıp çok
daha güneye, İlam yöresine Mehran’a ulaşıyor.)
Buraya kadar denetimler tümüyle Kürt peşmergeler tarafından
yapılmakta idi. Bu noktada ise onlarla birlikte Amerikalı
askerler de gördük.
Bir Gece Bağdat’ta
Kürdistan sınırından sonra Bağdat pek
uzakta değil. Oraya öğlenden sonra vardık ve
daha önceden bize söylenen bir otele indik.
Bağdat’ı ilk kez görüyordum. Ama böylesine büyük
ve tarihi bir kent, bir günlük giriş ve çıkışla
ne kadar görülebilirse o kadar. Oysa kentler tarihleri, yapıları,
insanları ve yaşamlarıyla büyük, karmaşık
dünyalardır, onları tanımak zaman ister. Yine
de, bir giriş çıkış ve geceleyin kısa
bir kent içi turuyla da olsa edindiğim izlenim, yapıları,
geniş caddeleri, köprüleri, geçitleriyle, Dicle üzerine
kurulu bu beş milyonluk kentin, Ortadoğu ölçeğinde
oldukça gösterişli sayılabileceği idi. Belli
ki Saddam da, ondan öncekiler de Başkent Bağdat’a
epeyce özenmişler. Kerkük’ü kendi haline bırakırken,
onun siyah altınını buraya taşımışlar..
Bağdat’ta bir Kürt dost bizi akşam yemeğine
götürdü ve onun arabasıyla kent içinde kısa bir
tur attık. Kaldığımız otel ise, daha
önce uğradığı bir roketli saldırıdan
olacak, bomboş sayılırdı. Otelin girişinde
beton korunaklar yapılmıştı ve sıkı
bir kontrol vardı.
Şu günlerde Bağdat deyince insanların aklına
doğal olarak korkunç patlamalar, füze ve havan sesleri,
yangınlar ve bunun yarattığı koşturmacalar
geliyor. Bizim de kulağımız biraz tetikteydi..
Ama o gece ne bir patlama sesi duyduk ne de yemeğe gidip
gelirken telaşlı bir duruma tanık olduk. Hayat
Bağdat’ta da devam ediyor. Bir korku, panik havası
yok. Beş milyonluk kentte arada bir yaşanan benzer
trajediler herhalde biraz da kanıksama yaratmış.
Türkiye’deki trafik kazaları gibi bir şey... Hani
bu kazalar daha sık yaşanıyor ve kayıpları
Bağdat’ınkini kat kat aşıyor da.. Yani
iş biraz da şansa havale!
Yol için yine yiyecek içecek bir şeyler aldık ve
Amman’dan kalkacak uçağımıza zamanında
yetişmek için sabahleyin erkenden kalktık, tanıdıkların
ayarladığı steyşın tipi bir jiple
yola çıktık. Şoförümüz yine bir Arap’tı
ve yine yol boyunca aramızda tarzanca anlaşmaya
çalıştık.
Müslüman olanın Arapça bilme şartı!
Dönüş yolunda, gelişimizden farklı olarak
yol boyunca sık sık Amerikan askeri araçlarına,
onların oluşturduğu konvoylara rastladık.
Irak-Ürdün sınırında da, denetim yapan polislerin
ve gümrükçülerin yanında birkaç da Amerikan askeri gördük.
Ama, “nereden düştük buralara” dercesine, yorgun, ilgisiz,
umursamaz bir halleri vardı. Sınır kapısında
bu kez, üstelik rahat ve hızlı geçelim diye 20 dolar
rüşvet vermemize rağmen, üç saat takıldık.
Ayrıca, 30 yaşlarında bir Ürdünlü gümrük memuru,
İngilizce olarak, Kürt ve Müslüman olduğum halde
neden Arapça bilmediğim konusunda hesap sormaya kalktı.
Kuran okuyup okumadığımı, namaz kılıp
kılmadığımı sordu! Tabi ben ondan
o şartlarda, kendisinin neden Kürtçe bilmediğini
sormaya kalkamazdım.. Bunu yapsam, herhalde uçağa
yetişmemiz zorlaşırdı.. Ama şimdi,
köprüyü geçtikten sonra, bir Arap bulup bu soruyu yöneltmeyi
ciddi ciddi düşünüyorum!
Tabi, “ciddi ciddi” desem de bu bir şaka, sevgili okurlar!
Ürdünlü densiz gümrük memuruna uyup bunu yapacak değilim.
Üstelik tam bunları yazarken aklıma sevgili arkadaşımız
Arap Şahin geldi. Ki o, örneği az da olsa, kendi
çabasıyla Kürtçeyi öğrenen Araplardan biri. Ayrıca
Siirtli ve Mardinli kız-erkek Arap gençleri içindeki
PSK’nın dost ve sempatizanlarını da unutmuyorum…Arap
halkının saflarında, heykelini diktiğimiz
Cevahiri gibileri de var. Onların hatırına
da olsa Arap halkına gücenecek değilim.
Bu topraklara kara taş mı yağmış?.
Bu kez Ürdün çölünü gündüz gözüyle geçtik. Ancak, çöl deyince
aklınıza, develer gelse bile, kum tepeleri gelmesin.
Çünkü, Ürdün’ün öteki bölgelerini, daha güneyi bilemem, ama
Amman’a kadar geçtiğimiz yolda kum tepeleri filan yoktu.
Aksine, Amman yakınlarına kadar bu düzlük, oldukça
iri, kimisi belki yüz kilo, kimisi yarım veya bir ton
büyüklüğünde, yuvarlak, siyah taşlarla kaplıydı
göz alabildiğine. Hani ortada dağ filan olsa burayı
volkanik arazi sanırdınız. Yakıcı
güneşten insanların derisinin kararmasını
anladık, yoksa taşlar da mı öyle oluyor?..
Daha da ilginci yol kenarında, yer yer yol makinalarının
açtığı izlerde, bu taşlar dozerler tarafından
toparlanıp bir kenara yığılınca,
altından sarı kum rengi bir toprak çıktığını
görüyordunuz. Öyle olunca da, insan, buraya acaba gökten,
yağmur yerine iri kara taşlar mı yağmış
diye düşünebilir…
Arabistan efsanelerinde vardır, bazan yıllarca
yağmur yağmaz, kuraklık olur, bazan çekirge
veya fare akın eder, bazan da çamur veya düpedüz taş
yağar. Bu Müslüman ülkeye bu taşlar, eğer yağmışsa,
herhalde daha önceki bir dönemde yağmış olmalı..
Ya da din adına ve de dosdoğru cennete gitme düşüyle,
bedenine sardığı bombaları patlatıp
yüzlerce masum insanın canına kıyabilecek kadar
fanatik yaratıklar yüzünden…
Çölde Gün Batışı…
Amman’a 50-60 kilometre kalınca bu kara taşlar
çölü sona erdi. Toprak göründü ve ilk kez hurma ağaçları,
tarlalar, bostanlar ve küçük bir kent… Yeşillik her şeye
rağmen insanın içini açıyor. Çölün yeşilliği
bir başka güzel, kutuplardaki güneş gibi… Vaktimiz
olsa, Arapça bilmediğimiz için hesap soran da olmasa,
öyle bir kentte bir akşam kalmak, orada bir lokantada
yerel yemekleri yemek, balkonda, gün batışına
karşı bir çay içmek ne güzel olurdu!..
Gün batışı dedim de hatırladım.
Tam da bu kasabaya vardığımızda grub zamanıydı
ve düzlüğün öbür ucunda batan güneş iri, kıpkızıl
bir küreydi. Manzara hayranlık vericiydi. Gelişimizde
sis nedeniyle çölde gün doğuşuna tanık olamamıştık;
ama dönüşte şanslıymışız, gün
batımına tanık olduk.
İşin bir başka ilginç yanı, pek az yağmur
gören bu topraklarda, buradan Irak’a geçtiğimiz gün olduğu
gibi bu kez de, bir önceki gece veya o sabah, yine bol yağmur
yağdığı anlaşılıyordu.
Sağda solda su birikintileri oluşmuştu. Amman’a
yaklaşırken yine koyu bir sis bastı.
KDP’nin burdaki sorumlusu, 1 Şubat’taki olay nedeniyle,
iki gün kadar önce Kürdistan’a gitmişti; bu nedenle görüşemedik
ve doğruca havaalanına gittik. Bir başka sürpriz
de bizi havaalanında bekliyordu. Sis nedeniyle uçağımız
gecikti. Sonunda da, 7 saatlik bir beklemenin ardından
sabaha doğru, yolcular otobüsle yakındaki bir askeri
havaalanına taşınarak, orada bizi bekleyen
sivil uçağımıza binerek Amsterdam’a yöneldik..
Şubat’ın sekizi idi. 9 Şubat’ta, yani tam bir
ay önce de Stokholm’e vardım.
Evet sevgili okurlar, bu kez kendi ülkemizin bir parçasına,
Güney Kürdistan’a gidip gelirken geceleyin Dicle üzerinden
botlarla geçmedik, pusulara düşmedik. Yine de gidiş
geliş pek rahat olmadı. Kuzey Kürdistan’a, doğup
büyüdüğümüz topraklara ise bazımız hala hiç
gidemiyoruz.
Bu gidişlerin bir gün kolay olması dileğiyle,
özgürlük ve barış dileğiyle…
Bu mümkün olduğu gün, Türkiye dahil, Ortadoğu da
biraz adam olmuş demektir…
9 Mart-Stokholm
|