Ortadoğuda değişim
umudu ve telaşa düşenler
Kemal Burkay
Şu günlerde yine ABD ile Türkiye arasında Irak’a
gönderilecek asker pazarlığı yapılıyor.
Türkiye’de bazı şoven ve yayılmacı çevreler
hararetle asker gönderilmesinden yana. Bununla birkaç kuş
birden vurmayı umuyorlar: ABD ile bozulan ilişkileri
düzeltmek, pastadan pay kapmak, daha da önemlisi, Kürtlerin
iyi bir statü elde etmelerini önlemek...
Ne var ki Türkiye’deki yönetici klikle ABD yönetimi arasında
Irak’a yönelik politikada derin anlaşmazlıklar
var. ABD için Irak sorununun, bölgedeki enerji kaynaklarının
denetimi hedefinin yanı sıra, bir de terör boyutu
var. Özellikle Filistin ve Afganistan sorunlarının
beslediği İslami terör, son zamanlara kadar Atlantik’in
ötesinde kendisini güvencede hisseden ABD için de, 11 Eylül
olaylarında görüldüğü gibi, ciddi bir tehdide
dönüştü. Bu nedenle ABD, bir zamanlar palazlanmasında
kendisinin önemli bir payı bulunan bu terörü şimdi
dizginlemek, yok etmek istiyor. Bu ise İslam dünyasında
şeriata dayalı rejimlerin ve diktatörlüklerin
yerine demokratik ve laik rejimlerin geçmesini, bir başka
deyişle, İslam dünyasının çağa
uygun biçimde reforme olmasını gerektiriyor. ABD’nin
şimdi böylesine demokratik bir Irak kurma çabasının
nedeni budur. Bunun bölgedeki öteki ülkelere, bir tüm olarak
İslam dünyasına örnek olmasını istiyor.
Bu, Ortadoğu’da statükonun köklü biçimde değişmesi
olur. Bölgedeki tutucu ve baskıcı rejimlerin en
korktuğu ise budur.
Türkiye’deki rejim de bu değişimden korkanların
başında geliyor. Çünkü bu rejim, iddiasının
aksine ne laik ne de demokratiktir. Bu ülkedeki demokrasi
de laiklik denen şey de göstermeliktir. Türkiye bakımından
değişimin en korkutucu yanı ise bölgede statükonun
yıkılması ve 40 milyonluk Kürt ulusunun özgürleşmesidir.
Irak’ta başlayacak değişim, domino etkisiyle
İran’a, Suriye ve Türkiye’ye yansıyabilir.
Irak’ta oluşacak gerçek anlamda demokratik ve federal
bir rejim, belki de bölünme sonucu oluşacak bağımsız
bir Kürt devleti, Türkiye’deki lafta demokratik, gerçekte
ise faşist ve sömürgeci rejimin korkulu rüyasıdır.
Bu nedenle Türkiye’yi yönetenler söz konusu değişimi
önlemek için akla karayı seçmişlerdir, bugün de
çılgınca düşler ve çabalar içindedirler.
Bu korku çeşitli biçimlerde Türk politikasına
yansıyor. Dün –barışçı ya da hümanist kaygılarla değil,
ama taşların yerinden oynamaması için- ABD’nin Irak’a müdahalesine
karşı çıkma biçiminde idi. Bir kesim, eğer
bu başarılamazsa, saldırıya ortak olma,
pay kapma ve yeni Irak’ın biçimlenmesinde söz sahibi
olmayı savundu. Bu politika her iki yönüyle de başarısız
oldu. Ne ABD müdahalesi önlenebildi, ne de Türkiye Irak’a
büyük ölçüde asker sokup Güney Kürdistan’ı işgal
edebildi.
Bugün ise, Türkiye’de birçok çevre ABD’nin Irak’ta zora
düşmesini, başarısız olmasını,
bırakıp kaçmasını istemekte, hatta bunun
için kendisi de yoğun çaba göstermekte, ortalığı
karıştırmakta. Türkmenler, hatta Sünni Arap
aşiretleri bu amaçla kışkırtılıyor.
Türk rejiminin özellikle kuzeyde (Güney Kürdistan’da) terör
olayları tezgahladığı açığa
çıktı. Türk özel timleri Kerkük’te suçüstü yakalandılar..
Bu işte elbet Türkiye tek başına değil,
Bölgede statükonun yıkılmasından ve sıranın
kendilerine gelmesinden ürken öteki rejimlerin, örneğin
İran’ın da kendisine bağlı unsurlar,
„Ansar El İslam“ ve benzerleri eliyle terörü kızıştırdığına
kuşku yoktur. Birleşmiş Milletler´in Bağdat´taki bürosuna
ve Şii lider Muhammed Bakır El Hakim’e yönelik
saldırıların arkasında da, Saddam artıklarının
yanı sıra, bu parmaklardan biri olabilir.
Türk yönetimi bir yandan da, yükselen terör nedeniyle
ABD’nin sıkışıklığından
yararlanarak ordusunu Irak’a sokmak için çabalarını
yeniden hızlandırmış bulunuyor.
Irak´a asker göndermeyi ABD’ye öneren bizzat kendileri
idi. Ne var ki kamuoyunun tepkilerinden çekindikleri için
sanki öneri ABD’den gelmiş gibi göstermeye çalıştılar.
Hükümet ve öteki asker gönderme yanlıları, kamuoyunu
buna ikna etmek ve parlamentoda bizzat AKP kanadında
hala var olan tepkileri azaltmak için türlü diller döküyorlar.
Hükümet bunu „Irak’a barış ve istikrar getirme,
insani yardım“ gibi tüllere büründürmeye çalışıyor.
Ne var ki, şiddete, yakıp yıkmaya koşullanmış
Türk ordusunun herhangi bir ülkeye barış ve istikrar
getireceğine inanacak kadar saf insan bulmak zordur.
Hele de bu ülke Irak gibi, Türkiye benzeri ciddi bir Kürt
sorununa sahip bir ülke olursa..
Öteden beri Türkiye’nin asker göndermesini savunan kimi
yazarlar ise, örneğin Cengiz Çandar ve Mehmet Ali Birand,
„barış, istikrar“ gibi pembe kılıfları
bir yana atıp daha açık konuşuyorlar. Çandar,
Türkiye’nin „soğuk savaş sonrasının
galiplerinden biri olarak ABD’nin yanında yer alıp
Ordadoğu’nun yeniden şekillenmesinde söz sahibi
bir bölge gücü olmasını“ öneriyor. Ne var ki hem
söz konusu soğuk savaşın galibi olmak kutlanacak
bir şey değil (bu soğuk savaş, sosyalizm
ve demokrasi güçlerini geriletmek bir yana, aynı zamanda
El Kaide’yi, Taliban’ı, Saddam rejimini ve benzerlerini
yarattı), hem de Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi
konusunda ABD ile Türkiye’nin görüşleri birbirine tümüyle
zıt. ABD Ortadoğu’ya yeni bir biçim vermeye çalışırken,
Türkiye statükocu, bölgede taşların oynamasını
istemiyor. Türkiye´yi dünden bugüne yöneten kliğin
sözlüğünde değişim sözcüğü yok. Onlar
yalnızca, „Irak’ın toprak bütünlüğü ve siyasi
birliği“ dedikleri şeyi, yani statükoyu korumak
ve Kürt baharını yeniden kışa çevirmek
için askerlerini Irak´a sokmak istiyor, ABD ile bunun pazarlığını
yapıyorlar.
M. Ali Birand´a gelince, o da, Türk askerini böylesi bir
şiddet ortamına sürmeye karşı çıkan,
risk hesabı yapan kesimlere karşı çok daha
açık konuşuyor: „Riskleri göze almayacaksak böylesine
büyük bir orduyu niye besliyoruz?“ diyor ve açık açık
„pastadan pay kapmak için“ Irak’a asker göndermenin gereğini
savunuyor. Bu, gizlenmeye gerek görülmeyen yağmacı
bir anlayış. Aynı zamanda, „Türkiye’nin başlıca
ihraç ürünü ordusudur!“ diyen Soros’u kanıtlayan sözler..
Görüldüğü gibi Türkiye’nin Irak’a asker sokması
bölge halkları için hiç de değişimci, olumlu
sonuçlar vermez, olsa olsa değişimi köstekler,
Türkiye’nin yayılmacı niyetlerine hizmet eder,
bölge halklarını karşı karşıya
getirir ve yeni kan davaları yaratır.
AKP hükümeti bu konuda da, savaşa ve Irak’a asker
gönderilmesine karşı olan kamuoyu ile militarist,
yayılmacı, pastadan pay kapmacı çevreler
arasında, iki arada bir derede kalmış görünüyor.
Irak için barış ve istikrardan söz ederken hiç
samimi değil. Bu işe bir kılıf bulmak,
iç ve dış kamuoyunu aldatmak için, Amerika’dan,
Irak Geçici Yönetim Konseyi’nin Türk askerini davet etmesini
sağlamasını istedi. Bir yandan da bu konuda
Irak kamuoyunun nabzını ölçmeye çalıştı.
Sünni Arap aşiret liderlerini Ankara’ya çağırıp
ağırladı. Bağdat’ta hastane kurma çalışmalarına
girişti ve Iraklıların gönlünü fethetmek
için İbo ve Seda gibi hanende ve sazendeleri seferber
etmeyi gündeme getirdi..
Ne var ki Kürdü ve Arabıyla Irak halkı Türk
askeri istemiyor. Kürt liderler Mesut Barzani ile Celal
Talabani bunu daha önce açıklamışlardı.
Yeni Irak hükümetinin Dışişleri Bakanı
Hoşyar Zebari’nin yanı sıra, Geçici Yönetim
Konseyi’nin şimdiki başkanı Ahmet Çelebi
de bunu açıkça dile getirdi. Daha da önemlisi yapılan
kamuoyu yoklamalarında Irak halkının yüzde
94 gibi ezici bir çoğunluğunun Türk askeri istemediğinin
açığa çıkmasıdır. Öyle olunca da
„Irak halkının Türk askerine sıcak baktığı“
biçimindeki laflar tümüyle boş ve temelsiz.
İşin ilginç yanı, Irak’ın meşru
yönetiminin ve Irak halkının Türk askeri istemediği
ortaya çıkınca Türk Dışişleri Bakanı
Gül, bir yandan Zebari’yi „seçilmemiş“, „aşiret
temsilcisi“ filan diye, hiç de diplomatik adaba uygun olmayan
bir dille küçümsemeye çalışırken, öte yandan,
davet filan beklemeyi bir yana itip, „bildiğimizi
yaparız“ demeye gelen laflar etti.
Oysa Irak halkının ve onun meşru temsilcilerinin
onayı ve desteği olmadan ABD dahil, hiç kimsenin
bildiğini yapamıyacağı ortada. Türk
askerinin ise, istenmediği halde Irak’a girmesi, durumu
daha karmaşık hale getirmekten, yeni gerginlik
ve çatışmalara yol açmaktan başka bir işe
yaramaz. Aslında Irak’ta güvenliği sağlamak
Amerika dahil, yabancı bir gücün ya da güçlerin başaracağı
iş değil. Siyasi planda olduğu gibi güvenlik
planında da yetkiyi ve sorumluluğu bir an önce
yerel halka devretmek gerekiyor.
Bir süre önce Geçici Yönetim Konseyi’nin, ardından
hükümetin oluşturulması önemli ve bizce yerinde
adımlardır. Şu günlerde yeni Irak anayasasının
hazırlığı yapılıyor ve önümüzdeki
yıl için genel seçimler planlanmıştır.
Yeni anayasanın ana hatları Saddam rejimine muhalif
güçlerce daha önce belirlenmişti. Bu demokratik ve
federal bir Irak’ı hedefliyor. Kürt halkı bu federal
yapının bir parçası olarak kendi ülkesini,
Güney Kürdistan’ı yönetecek, orada hükümet, parlamento
gibi yerel ve ulusal kurumlarını oluşturacak
(ki bunlar daha şimdiden var), aynı zamanda merkezi
parlamento ve hükümette temsil edilecektir. Kürt liderler
bunu daha sonra da birçok kez kararlı biçimde dile
getirdiler. Irak‘ta bir ihtimalle Belçika türü bir federasyon
oluşacak, Kürt, Sünni ve Şii Arap bölgelerinin
yanı sıra, ortak merkez olan Bağdat‘ı
da ayrı ve özerk bir birim halinde kapsayacaktır.
Bu yol haritasının başarıyla yürümesi
halinde işgal yönetimi yerine Iraklıların
kendi seçilmiş yönetimleri ve demokratik kurumları
geçecektir.
Irak halkının şu veya bu şekilde belirecek
özgür iradesine karşı Irak’ın komşularının
da söyleyecek hiçbir sözleri olamaz.
Güvenlik konusunda da yetki ve sorumluluğun bir an
önce Irak’ın kendi güvenlik güçlerine devredilmesi
iyi olur. Kürdistan’da zaten peşmerge güçleri bu işlevi
12 yıldır yapmaktadır. Şu anda düzenli orduya
geçiş sürecindeler. Irak’ın Arap bögesi için de
bir an önce yeni ordu ve polis güçleri eğitilmelidir.
Asayişin sağlanması, sınırların
korunması ve Irak‘ın imarına başlanması
ancak bununla mümkün olacak.
Elbet işler düzene girmeden, yönetim siyasal planda
ve güvenlik planında yerel güçlere devredilmeden ABD
ve İngiltere’nin Irak’ı bırakıp gitmeleri
beklenemez; bu çok daha büyük bir kaosun ortaya çıkması
olur. Bu iş (yönetimin ve güvenliğin tümüyle Iraklılara
bırakılması) ne kadar hızlı olursa
ABD ve İngiliz işgal güçlerinin Irak’ı terk
etmesi de o kadar hızlı olur. O zamana kadar ABD
ve İngiliz askeri güçlerinin yanı sıra diğer
ülkelerin, en başta da BM´nin katkısı sağlanabilir.
Ancak asker gönderecekler, kendileri de sorun yaratmaya
aday Irak’ın komşuları veya bu süreci tersine
çevirmek isteyecek başkaları olmamalıdır.
Avrupa Birliği ülkeleri pekala barış gücü
rolü oynayabilirler.
Türkiye‘ye gelince, o Irak’a ve Güney Kürdistan’a yönelik
sevdasından vaz geçmelidir. Bu saatten sonra Osmanlı
mirasının davasını gütmek, Musul-Kerkük
petrollerine göz koymak gerçekleşmeyecek bir düştür.
Burası isteyenin pay kapacağı bir pasta,
ya da yağma hasanın böreği değildir.
Petroller nerede çıkıyorsa orada yaşayan
halkın malıdır.
Türkiye, içine düştüğü Kürt paranoyası
ile, Kuzey’le yetinmeyip Güney Kürdistan’daki Kürt baharını
dahi boğma, burdaki özgür ortamı ortadan kaldırma
gibi ilkel düşlerden de vaz geçmelidir. Bu artık
yapabileceği bir şey değil. Öte yandan, Türkiye’nin
bu paranoyadan kurtulması, sağlıklı
bir yapıya kavuşması ve gelişme yoluna
girmesi, Kürt gerçeğini kabul edip eşitlik temelinde
çağdaş ve adil bir çözüme yanaşmasıyla mümkündür.
Bu da günümüz koşullarında pekala, Irak’ta gündeme
girdiği biçimiyle, bir federasyon olabilir.
Bu olmazsa, Kürt halkının tüm parçalarda kaderini
özgürce belirlemesi, kendi devletini kurması en doğal
hakkıdır. Eşitliğe, yan yana kardeşçe
yaşamaya razı olmayanlar kendi elleriyle bu ikinci
çözümü devreye sokmuş olurlar ve bunun koşulları
bugün olmasa yarın ortaya çıkar.