PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 
AB SÜRECİ KÜRT SORUNUNU NASIL ETKİLEYECEK?
 
Kemal BURKAY
 
Türkiye yıllar süren bir beklemeden sonra, nihayet 11 Aralık 1999'da, Avrupa Birliği'nin Helsinki'de yapılan doruk toplantısında birliğin genişleme halkası içine aday üye olarak alındı. Böylece Türkiye bakımından AB ile ilişkilerde yeni bir dönem başladı. Türkiye'nin tam üye olması birliğin kendisinden istediği koşulları yerine getirmesine bağlı. Türkiye'nin yapacağı reformlarla hem ekonomide, hem insan hakları alanında Avrupa standartlarına ulaşması, en azından yaklaşması gerekir. Ayrıca Kıbrıs sorununu ve Yunanistan'la ikili sorunlarını barışçı yoldan çözmesi gerekir. Bu olmazsa çözüm konusunda AB'nin hukuku devreye girecektir. Çözüm gerektiren diğer bir konu ise Kürt sorunudur. Bu olmadan Türkiye'nin AB'ye tam üye olması mümkün değil. AB'nin Türkiye'yi böyle bir baş ağrısı ile içine alması beklenemez.
 
Türkiye bütün bu adımları atabilecek mi? Bana göre Türkiye, düşe kalka ve ayak sürüyerek de olsa, sözkonusu adımları atacaktır. Osmanlı döneminden başlayarak ikiyüz yıla yakın bir süredir Avrupa'dan güçlü biçimde etkilenen, batılılaşmaya çalışan, ama doğu ile batı arasında hep bir kişilik bunalımı yaşayan Türkiye, AB'ye aday üyelik sürecinin başlamasıyla, yeni ve artık dönüşü zor bir yola girdi. Kanımca bu, Türkiye açısından artık bir dönüm noktasıdır.
 
Öte yandan AB'nin, tam üyeliğe hak kazanması için Türkiye'nin önüne koyduğu görevler -ekonomi, demokratikleşme, insan hakları, Kıbrıs sorununun, Yunanistan'la ikili sorunların ve Kürt sorununun çözümü- birbirlerine bağlıdır. Bu nedenle, Türkiye'nin nasıl bir yola girdiğini ve bunun Kürt sorununun çöçümünü nasıl etkileyeceğini kavramak için, konuyu daha geniş bir çerçevede, bütünlük içinde ele almak gerekir.
 
Avrupa Birliği Nasıl Bir Oluşum
 
AB kanımca, uluslararası ilişkilerin yönü ve gelecekte alacağı biçim bakımından bir prototip ve dünyamızdaki genel değişim sürecinin bir ürünüdür. Yüzyıl önce böyle birşey, örneğin "Avrupa Birleşik Devletleri" türünden öneriler, insanlar için bir düş ya da fantaziydi. Geçmiş yüzyıllarda Avrupa "Otuz Yıl" hatta "Yüzyıl" savaşlarıyla kaynadı. Birkaç gün önce artık geride bıraktığımız 20. Yüzyıl ise insanoğlunun tanık olduğu en büyük, en acımasız iki dünya savaşına tanık oldu ve bu savaşlar Avrupa'da patlak verdi. Avrupa'nın büyüklü küçüklü ulusları birbirleriyle kıyasıya boğazlaştılar. Böyle bir Avrupa'dan, yüzyılın 2. yarısında AB türü, önce ekonomik, sonra da siyasi birliklerin doğabileceği kimin aklına gelirdi?
 
Ama bütün bunlar oldu. Yüzyılın ilk yarısında birbirleriyle boğazlaşan Avrupa ulusları, ikinci yarıda yeni bir süreç başlattılar. Aslında Avrupa da, dünya da iki zıt sistemle -kapitalizm ve sosyalizmle- bölünmüştü ve büyük bir rekabet, gerilim ve çatışma yaşanıyordu. Bir yandan bu rekabetin, öte yandan ekonomik çıkarların etkisiyle hem "Doğu" hem de "Batı" kendi arasında birliğe yöneldi, askeri ve ekonomik paktlar ortaya çıktı: Batı'da NATO ve Avrupa Ekonomik Topluluğu, Doğu'da, SSCB'nin öncülüğünde Varşova Paktı ve sosyalist yönetimli Doğu Avrupa ülkelerinin ekonomik birliği olan KOMEKON. SSCB'nin kendisi çok uluslu büyük bir federasyondu.
 
Dünya 1945'ten 1980'li yılların sonlarına kadar, yaklaşık 35 yıl süreyle, iki sistemin dünya ölçüsündeki çekişmesinden kaynaklanan bir gerilim içinde ve bir nükleer savaş tehditi altında yaşadı. Belki de nükleer, kimyasal ve biyolojik silahların büyük yıkım gücü ve yarattıkları "dehşet dengesi" yeni bir dünya savaşını önledi, barış içinde birarada yaşama politikalarına yol açtı. Doğu ve Batı bloku ülkelerini içine alan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK, daha sonraki adıyla AGİT) bu dönemde ortaya çıktı. Bloklar arasındaki denge ise çok sürmedi. Dünya çapındaki ilk büyük sosyalist deneyim başarısızlıkla sonuçlandı ve sosyalist sistem yüzyılın sonuna doğru büyük bir çöküntüye uğradı. Böylece, mücadeleyi -bu etaba yönelik de olsa- kapitalizm kazandı.
 
Dönemin yarattığı birlik süreci ise, doğuya doğru genişleyen NATO, Avrupa Birliği ve AGİT biçiminde devam etti. Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle globalleşme yönündeki eğilim hız kazandı.
 
Yüzyılın son onyılında yaşananları kapitalizmin nihayi zaferi saymak kadar, sosyalizm ve devrim adına globalleşmeye karşı çıkmak da kanımca yanlıştır. Kapitalizmin üstünlüğü geçicidir. 21. Yüzyılda neler olacağını ise kimse şimdiden kestiremez. Bu aşamadan sonra değişim, büyük ihtimalle -özellikle de gelişkin ülkeler bakımından- savaş ve şiddet yöntemleriyle değil, asıl olarak evrimci biçimde, kitlelerin barışçı ve demokratik seçimine dayalı olarak gerçekleşecektir. Globalizme karşı kimi çevrelerin gösterdiği tepki ise tutucu niteliktedir ve bu çevrelerin kaygı ve korkularını yansıtıyor. İlginç olan, gerek AB'ye, gerekse dünya ölçüsündeki globalleşme eğilimine karşı tepkiler hem ırkçı, milliyetçi çevrelerden, hem de kimi sol çevrelerden geliyor. Bunlardan herbirinin kendine göre nedenleri var. Irkçı ve milliyetçiler, bu geniş kaynaşma (entegrasyon) süreci içinde kendilerine özgü renk ve değerleri yitirmekten korkuyorlar. Bazı sol çevreler ise, olup biteni sermayenin istekleri yönünde bir gelişim olarak değerlendirdikleri için, emeğin haklarını koruma kaygısıyla tepki gösteriyorlar. Oysa, bu önü alınamaz değişim süreci karşısında ırkçı ve milliyetçi çevrelerin çabaları boşuna olduğu kadar, solun tedirginliği de yersizdir. Hem ticaretin ve sermayenin dünya ölçüsünde artan büyümesini ve yaygınlığını, buna denk düşen siyasal yapılanmaları, birlik yönündeki oluşumları önlemek imkansızdır, hem de emeğin çıkarlarını bu tür birlikler içinde savunmak mümkündür. Globalleşme yalnızca sermayenin daha geniş bir alanda hareketini ve büyümesini değil, emeğin birliğini de hızlandırıyor. Sol partilere ve sendikalara düşen, süreci doğru biçimde yorumlayıp yeni koşullarda kendilerine düşeni saptamak ve yerine getirmektir. Nitekim Avrupa Parlamentosu, kapsadığı çeşitli gruplarla (muhafazakarlar, liberaller, yeşiller, sosyal demokratlar, sosyalistler, komünistler) bir ulusal parlamentoyu andırıyor..
 
Ulusların kendi geleceğini belirleme yanlısı olan Markş geleceğin dünyasını ise sınırların giderek ortadan kalkacağı, ulusların kaynaşacağı, bazı dillerin yaygınlaşıp uluslararası dile dönüşeceği bir dünya olarak tasarlamıştı. Bir başka deyişle, ulusal ayrışmaları kaçınılmaz olarak kaynaşma süreçleri izleyecekti. Günümüz dünyasında olup bitenler Marks'ın öngörülerine tümüyle uygundur. Birinci Dünya Savaşı'nın ardından ortaya çıkan Milletler Cemiyeti, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Birleşmiş Milletler Örgütü bu yolda adımlardır. Avrupa'da son 50 yılda yaşanan değişim ise daha ileri bir örnek. Dünün birbirleriyle boğazlaşan Avrupa devletleri şimdi aralarındaki sınırları kaldırıyorlar. Ortak Avrupa bayrağı, parlamentosu, para birimi daha şimdiden var. Avrupa ve bazı Asya ülkelerinin yanısıra ABD ve Kanada'yı kapsayan AGİT ise, güvenlik ve işbirliği alanında daha geniş bir oluşum.
 
Öte yandan sürecin daha başlarındayız. Birleşmiş Milletler'in rolü ve etkinliği zaman içinde artabilir ve bunu gösteren işaretler var. AB ve AGİT giderek genişlemekte. Bugün Avrupa'da olanlar, ekonomik ve kültürel gelişme süreçlerine paralel olarak yarın Ortadoğu'da, Latin Amerika'da ve dünyanın başka yerlerinde gerçekleşebilir. Gelişen ekonomik ilişkilere, ulaşım ve haberleşme araçlarındaki hızlı devrime paralel biçimde dünya görece olarak küçülüyor. Ayrışma ve birleşme süreçleri -farklı ülkeler bakımından- aynı anda yaşanıyor. Bir yanda sömürge imparatorluklarının dağılışı, ulusların özgürleşme, bağımsız devlet kurma eğilimi, öte yanda özgür uluslar arasında gönüllü birlikler ve federalleşme.. Bu iki eğilimin aynı yüzyıl, hatta aynı onyıllar içinde birarada yaşanması, ya da birini diğerinin izlemesi doğaldır. Halkların kendi kendini yönetme tercihine, özgürlük istemine karşı çıkmak nasıl gericilik ve zorbalıksa, özgür halkların yakınlaşma ve geniş birlikler kurma eğilimine karşı çıkmak da öylesine geri bir tavırdır, tutuculuktur.
 
AB Adaylığı Türkiye'yi Nasıl Etkileyecek?
 
Türkiye Avrupa Birliği'ne tam aday olma amacıyla girdiği bu yolda çok yönlü etkilenecektir. O, en başta ekonomisini Avrupa Birliği'ne uyarlamak zorunda. Bu alanda Avrupa'nın desteğini de göreceği için Türkiye ekonomisi gelişip zaman içinde Avrupa standartlarına yaklaşacak, ulasal gelir artacak ve yaşam düzeyi iyileşecektir. Gelişen ekonomi, ister istemez sosyal hayatı da etkileyecek ve insan ilişkilerinde önemli değişikliklere yol açacaktır.
 
Türkiye hukuk sistemini Avrupa'ya uyarlamak zorundadır ve bir anda olmasa da, tam üyeliğe uzanan yıllar içinde bu değişiklikleri yapmak zorunda. Köklü bir anayasa değişikliğinin yanısıra, genel olarak hukuk sisteminde bir reform yapılıp demokrasinin, insan haklarının önünde ayakbağı olan yasa ve hükümlerin ayıklanması gerekir. Türkiye bugünkü yasakçı düzeniyle, işkencesiyle Avrupa Birliği içinde yer alamaz. O, kötü huylarını bırakmak zorundadır.
 
Bir toplum için ekonomik durumun, hukuk sisteminin ötesinde bir de yüzyılların oluşturduğu gelenekler, alışkanlıklar, değer yargıları vardır. En zor değişen de bunlardır. Ama kimse değişen dünyanın dışında kalamaz, çağa direnemez. Türk yöneticilerinin ve halkının kafasındaki belli saplantılar, tartışılmaz sayılan kimi tabular da ister istemez zaman içinde yıkılacaktır. Bunlar arasında Kemalizme, üniter devlete, egemenliğe ilişkin olan yargılar da var.
 
Öteden beri devleti kutsal bir yaratık sanan, ya da işlerine geldiği için öyle gösteren Türk yöneticiler, yıllardır üniter devleti de değişmez sayıyorlar, federasyonu ve benzer önerileri korku ve öfkeyle karşılıyorlar.. Oysa Avrupa Birliği'nin kendisi, daha şimdiden bir tür federasyon, ya da konfederasyondur. Düşünün ki birliğin artık ortak sınırları, ortak bir Avrupa pasaportu ve ortak Avrupa parası var. Kendi aralarında artık ne gümrük, ne pasaport kontrolü yapılıyor. ölkelerin kendi bayraklarının ve parlamentolarının yanısıra, Avrupa'nın ortak bir bayrağı, ortak bir parlamentosu var. Bu parlamentoda tüm ülkelerin dilleri konuşuluyor. AB Bakanlar Konseyi ise ortak bir hükümet olma yolunda.
 
Türkiye işte böylesi bir birliğe giriyor. Bu durumda yıllardır bir sakız gibi çiğnenen üniter devlet ya da "tek sınır, tek bayrak, tek dil" ve benzeri nakaratların önemi kalıyor mu? Bu tür heyecan verici sloganlar, ne yazık ki (!) bir süre sonra müzelik olacak!.
 
Egemenlik kavramı da böylesi birlikler içinde artık eski anlamını yitiriyor. Bu, görece olarak küçülen dünyada uluslar artık geniş insanlık ailesinin bir parçası olduklarını, kendilerini izole etmenin mümkün olmadığını, ırkçı ve şoven safsataların boşluğunu, uluslararası bazı değer ve normların ise artık ortak hale geldiğini düşe kalka da olsa öğrenecekler. Tek tek devletler ülke içinde bile artık diledikleri gibi davranamıyacaklar. Her ülke insan haklarına uymak zorunda. Hiç bir devlet işkence yapamaz, insan hak ve özgürlüklerini keyfi biçimde kısıtlayamaz. Avrupa Birliği gibi birlikler içinde ise kaynaşma çok daha güçlüdür. Burada egemenlik bir bölümüyle ortak kurumlara devredilmiştir.
 
Türk insanı da, Türk yöneticisi de artık hem dünyanın, hem de tek tek ülkelerin değiştiğini kabul etmek zorunda. Siz bu geniş dünyada ve aynı zamanda tek tek ülkelerde başka kökenden, renkten, inançtan ve dilden insanlarla yaşamak zorundasınız. Devlet dediğin kutsal değildir, ona insanlar biçim vermiştir ve gerektiğinde bu biçim değişir. Hatta, bir gün gelir, devlet insanlığın yaşamında tümüyle işlevsiz hale gelir ve ortadan kalkar. TC de dahil, hiçbir devlet ebedi değildir. Bugünün tutucu kafaları bunu kavramasa da, gelecek kuşaklar buna tanık olacaktır.
 
Özetle söylemek gerekirse, Türk toplumunda bugün varolan, tartışılmaz ve dokunulmaz olan kimi tabular birleşme süreci içinde yıkılacaktır. Türkiye'deki tutucu çevrelerin telaşı da bundandır. AB'ye girişe karşı direnen kesimler, Türk ırkçı ve milliyetçileri ile bazı sol gruplardır. Soy sop ve kan üstünlüğü üzerine dünyalarını kuran ırkçıların durumunu anlamak mümkündür. Bunlar geniş bir dünya ile kaynaşmaktan elbet ürkerler. Ama Türk solunun bazı kesimleri de, diğer ülkelerdeki benzerlerinde olduğu gibi, emperyalizme, uluslararası sermayeye karşı direnme ve sözde emekçilerin haklarını koruma adına birliğe karşı çıkıyorlar. Temeli araştırıldığı zaman bunların tavrının temelinde de, Türk milliyetçilerinin duyduğu korkuların benzerini bulmak mümkündür. Bunlar da ulusal egemenlik adına geniş birliklerden ve kaynaşmadan ürküyorlar.
 
Yarın Avrupa Birliği içinde Türk soyunun ve kanının üstünlüğünü savunmak artık gülünç olacaktır. Kemalizm dogmasını sürdürmek de. Gelişkin, uygar, demokratik bir dünyada put yaratmak ve sürdürmek kolay değil. Dışa açılan, Avrupa yaşam tarzını, kültürünü tanıyan Türk insanı da ister istemez etkilenecek ve zamanla, çoğu aşağılık duygusunun ürünü olan bu tür kof övünmelerden uzaklaşacaktır.
 
Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye yapacağı en önemli etkilerden biri de, demokrasi ve insan hakları alanındaki gelişmelere paralel olarak toplumsal yaşamın sivilleşmesi, militarizmin etkisinin azalması, bugünkü polis devletinin zayıflaması olacaktır. Yunanistan ve Kıbrıs'la sorunların önümüzdeki yıllarda barışçı yöntemlerle, AB'nin ve ABD'nin katkılarıyla çözülmesi (görünen odur) ve Kürt sorununda savaş ve şiddetin yerine barışçı yöntemlerin geçmesi de (yeni süreç o yöndedir) Türkiye'de sivilleşme sürecini etkileyecektir. Terör döneminde zayıflayan, sinen barış ve demokrasi güçleri yeni dönemde canlanacak, bu da Kürt ve Türk halkının demokratik ve ilerici güçleri arasındaki köprülerin yeniden güçlendirilmesine ve Kürt sorununun barışçı çözümüne olumlu bir etki yapacaktır.
 
Kuşkusuz, bütün bunlar bir anda, kendiliğinden ve kolayca gerçekleşmeyecektir. Gerek hukukun ve siyasal yaşamın demokratikleşmesi, gerek tutucu geleneklerin ve değer yargılarının değişmesi, AB'nin etki ve teşviklerinin yanısıra, ülke içinde değişimci ve tutucu güçler arasındaki çekişmenin bir sonucu olacaktır. Bu değişimin başarısı ve hızı, aynı zamanda içerde demokrasi güçlerinin çaba ve etkinliğine bağlıdır. Bu olmadıkça, AB ile bütünleşme yolundaki bu süreçten bir geriye dönüş zor olsa bile, tümden imkansız da değildir.
 
Kürt Sorunu Nasıl Etkilenecek
 
Türkiye şu anda aday üyedir ve tam üyeliğe giden yolun ne kadar süreceğini bugünden kestiremeyiz. Bu hem ekonomik, hem de siyasal alanda uyum sorununu çözmeye bağlıdır. Bunun ise, sevindirik olan Türk yöneticilerinin sandığı kadar kısa olmayacağına kuşku yok. Çünkü en başta bu bayların kafaları değişimin önünde ciddi bir engeldir.
 
Tam üyelik için daha çok Kıbrıs sorununun, Yunanistan'la ikili sorunların yanısıra, Kürt sorununun çözümü gerekli görünüyorsa da, ekonomik uyum da az önemsiz değil; hatta Batılı ülkeler açısından, ötekiler kadar önemlidir. Tam üyelikle birlikte Türkiye'nin büyük işgücü Avrupa içinde serbest hareket edebilecektir. Bu nedenle Türkiye'nin o zamana kadar ekonomisini iyileştirmesi, ulusal gelir düzeyini yükseltmesi, işsizlik sorununu Avrupa ölçülerinde çözmüş olması gerekiyor.
 
AB aday üyeliği Kürt sorununa nasıl bir etki yapacak? Bu etkinin olumlu olacağına kuşku yok. Öncelikle, demokrasi ve insan hakları alanında iyileşen bir Türkiye'de Kürtlerin durumu daha iyi olacaktır. Besbelli bu, Kürt sorununu otomatik olarak çözmez; ama Kürtlerin mücadelesi için daha elverişli bir ortam oluşturur.
 
Bu açıdan, Avrupa'nın aday ülkeler için koyduğu kriterler, yalnızca insan haklarına ilişkin değil, aynı zamanda üye ülkelerdeki farklı etnik kökenden gruplara, ulusal azınlıklara ilişkin hükümler de Kürtlerin durumunu doğrudan etkiler.
 
Aday üyelik sürecinde daha çok Kopenhag Kriterleri gündeme geldi. Avrupa Birliği ülkelerinin 21-22 Haziran 1993 tarihinde Kopenhag'da yaptıkları doruk toplantısında, birliğe alınacak yeni ülkeler için saptadıkları ve üç başlık altında toplanan bu kriterlerden biri, AB içinde rekabet gücü olan bir serbest piyasa ekonomisinin gerekliliğidir. Bir diğeri, ilgili ülkenin AB'nin politik, ekonomik ve parasal birlik konularında koyduğu ortak hedefleri benimsemesi ve bu doğrultuda çaba göstermesidir. öçüncüsü ise "kurumsal istikrar, demokrasi ve hukuk devletinin güvence altına alınması, insan haklarına saygı ve azınlık haklarının korunması"dır.
 
Avrupa ölçülerine uygun bir demokrasi ve insan hakları düzeyinin Kürt sorununu olumlu yönde etkilemesi bir yana, korunması istenen "ulusal azınlıkların hakları" özel olarak kürt sorununun çözümü yönünde Türkiye'ye ciddi sorumluluklar yüklüyor.
 
Gerçi Türk devletinin başındakiler, daha şimdiden, yine şark kurnazlığıyla bu işin içinden çıkmak ve ödevlerini yapmaktan kaçınmak için Lozan Anlaşmasına sığınmaya kalkıyor ve Kürtlerin bir azınlık olmadığını ileri sürüyorlar. Kürtlerin bir azınlık olmadığı elhak doğrudur. Elbet Kürtler bir azınlık değil, kendi toprakları üzerinde bir çoğunluktur. Kürtlerin, adına Kürdistan denen ve Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında bölünmüş koca bir ülkeleri var. Kürtler -Türkler, Araplar ve Farslar'la birlikte- Ortadoğu'nun dört büyük ulusundan biridir. Türklerin bu bölgedeki tarihi daha bin yılı bile doldurmamış olmasına karşılık, Kürtlerinki ilk çağa uzanmaktadır. Kürtler kendilerine özgü bir tarihi, dil ve kültürü, vatanı olan büyük bir ulustur.
 
Böyle bir ulusu sıradan bir ulusal azınlığa indirgemek elbet kimsenin haddi değildir. Nitekim Lozan'da da Türk tarafı, İsmet Paşa'nın ağzından, Kürtlerin bir azınlık değil, Türklerle birlikte ülkenin iki asli unsurundan biri olduğunu dile getirmiş, "azınlık hakları" belirlemesinin onları tatmin etmeyeceğini ileri sürmüştür. Ne ilginçtir ki Türk yönetimi, Lozan'da ettiği sözlere karşılık, o günden bu güne, bu "asli unsura" tanıması gereken eşit hakları tanımak şurda kalsın, onlara azınlıklar kadar hak tanımayı bile kabul etmemiştir. Hatta Lozan Anlaşmasının 39. Maddesiyle tüm TC vatandaşlarına tanınan "anadilini basın-yayında ve yaşamın her alanında serbestçe kullanma hakkını" bile onlardan esirgemiş, yani uluslararası anlaşmaları göz göre çiğnemiştir. Türk yönetimi bugün de yanı zorbaca politikayı sürdürmek istiyor. Nitekim, daha Helsinki sözleşmesinin mürekkebi kurumadan Cumhurbaşkanı Demirel, basına yaptığı açıklamada Kürtçe televizyona bile karşı çıktı ve bir kez daha demagojinin seçkin örneklerinden birini vererek "insan haklarına evet, ama grup haklarına hayır!" dedi.
 
Kürtlerin bir ulus olması ve ilkesel olarak, kendi kaderini tayin hakkı dahil, tüm ulusların sahip oldukları temel haklara sahip olması bir yana -ki bunu gerçekleştirmek pratikte bir güçler dengesi sorunudur- en azından Avrupa Birliği'ne girmeye hazırlanan bir Türkiye'nin Kürtlere ve öteki etnik gruplara, Kopenhag kriterlerinde benimsenen azınlık haklarını tanımayı kabul ettiği açıktır. Türkiye bundan kaçamaz. Bu Lozan'ı çiğnemek kadar kolay olmayacak. Çünkü dünya yetmiş beş yıl önceki dünya değil. Kürtler de o günkü Kürtler değil..
 
Azınlık Haklarının Çerçevesi
 
AB'nin Haziran 1993'teki doruk toplantısında azınlık haklarıyla ilgili olarak yapılan belirleme ilkeseldir, bu hakların korunması gerektiğini söylüyor. Öte yandan burada kimlerin azınlık olduğu ve azınlık haklarının ne olduğu tek tek sayılmamıştır, buna gerek de yoktur. Besbelli, "ulusal azınlıklar"dan kastedilen üye ülkelerdeki egemen ulusun dışında kalan tüm etnik gruplardır. Bunun, Türk tarafının iddia ettiği gibi, Lozan'da sayılan ve sayılmayanlarla hiçbir ilgisi yoktur. Önemli olan gerçek durumun ne olduğudur. İnsan ve azınlık hakları her kişinin ve grubun doğal hakkıdır. Besbelli Türkiye'de, Kürt ulusunun yanısıra, Arap, Çerkez, Laz gibi bu ülkede ancak bir azınlık teşkil eden halkların da bu haklardan yararlanmaya hakları vardır.
 
Öte yandan, azınlıklar sorunu ile ilgili olarak Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın (AGİT) daha önceki bir dönemde aldığı kararlar vardır. AGİT üyesi 35 ülkenin dışişleri bakanlarının katıldığı ve Haziran 1990'da, yine Kopenhag'da yapılan doruk toplantısının sonucunda yayınlanan ortak bildiride ulusal azınlıklardan söz eden bir bölüm vardır. Bu 4 nolu bölümde hertürlü zoraki asimilasyon çabasına karşı çıkılıyor ve ulusal azınlıkların hakları şöyle sıralanıyor:
 
"Kendi etnik, kültürel, dilsel veya dinsel kimliklerini özgürce ifade etme, koruma ve geliştirme;
 
"Kendi anadillerini özel ve aynı zamanda kamu yaşamında özgürce kullanma;
 
"Kendi eğitim, kültür ve dini kurumlarını, örgütlerini, derneklerini kurma ve geliştirme."
 
Aynı bildirinin 33. maddesinde ise şöyle deniyor:
 
"Taraf ülkeler kendi toprakları üzerinde ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerini koruyacak ve bu kimliğin gelişmesi için uygun koşullar yaratacaklardır."
 
Madde 34'te ise ulusal azınlıkların kendi anadillerinde eğitim yapma hakkına yer veriliyor ve eğitim kurumlarında tarih ve edebiyat öğreniminin, aynı zamanda ulusal azınlıkların tarih ve kültürünü içermesi gerektiği belirtiliyor.
 
Bu bildiri AGİT içindeki 35 ülkenin uzlaşması sonucu görüşbirliği ile yayayınlanmıştı, bu nedenle de AGİT'in bir üyesi olan ve bu toplantıya dışişleri bakanıyla katılan Türkiye bakımından da bağlayıcıdır.
 
Gerek Avrupa Birliği'nin Kopenhag kriterleri, gerek AGİT'in 1990 bildirisi birlikte göz önüne alındıkları zaman, Türkiye'nin en azından Kopenhag kriterleri çerçevesinde ne yapması gerektiği ortaya çıkar. Bunun içinde etnik kimliğin tanınması, kültürün özgürce geliştirilmesine fırsat verilmesi, anadilde eğitim, anadilin özel ve kamu yaşamında özgürce kullanılması (basın-yayında, toplantılarda, resmi işlemlerde) ve serbestçe örgütlenme hakları var.
 
Hakların Hayata Geçmesi İçin Güvence Nedir?
 
Türk yönetimi işine gelmeyen durumlarda, benzer pekçok uluslararası sözleşmede olduğu gibi, AGİT içinde de bugüne kadar verdiği sözleri tutmadı. AB'ye üyelik sürecinde de aynı şeyi yapamaz mı? Kanımca bu kez de aynı şeyi deneyecekler, ayak sürüyecekler, normları sulandırmak isteyecekler ve Kürtlerin haklarını tanımamak için ellerinden geleni yapacaklardır. Nitekim daha şimdiden demagojiye, çarpıtmaya hız verdiler. Bay Demirel, göz önündeki metinleri adeta abra kadabra yöntemleriyle bir yana iterek, "insan haklarına evet, ama grup haklarına hayır!" diyor, Kürtçe eğitime, televizyona bile karşı çıkıyor. Türk yönetiminin, Kopenhag kriterleri çerçevesinde de olsa Kürt haklarını tanımamak için direneceğine, zaman kazanıp bu normları kendi açısından dejenere etmeye çalışacağına kuşku yok.
 
Ancak bu kez durum farklıdır. Avrupa Birliği'nin kendisi de Türkiye'ye aday üyelik perspektifi sunmakla sorumluluk altına girmiştir. AB Kürt sorununun boyutlarını biliyor ve Kıbrıs sorunu ve Yunanistan'la sorunlar gibi bu sorun çözülmeden Türkiye'nin tam üyeliğinin kendisi bakımından ciddi baş ağrılarına yol açacağının farkında. Bu nedenle Türk yönetimi Kürt sorununda ne kadar başını kuma gömse de Avrupa gerçekçi olmak zorundadır. Bu da sorunun çözümü için çaba göstermeyi gerektiriyor.
 
Öte yandan, Kopenhag kriterlerinin hayata geçmesi, sulandırılmaması, asıl olarak da Kürt halkının vereceği mücadeleye bağlıdır. Biz Kürtler, sorunu AB'ye havale etmekle yetinemeyiz. AB'nin ve AGİT'in saptadığı çerçevede de olsa, sözkonusu hakların hayata geçmesi için rejimi ve Avrupa'yı zorlamalıyız. Bu da etkili, kitlesel, barışçı bir siyasal mücadeleyle mümkündür. Kürt halkı önümüzdeki dönemde bunu yapabilir ve yapmalıdır. Kürt halkının nicel gücü, örgütlenme ve mücadele deneyimi yeni koşullarda bunu başarmaya elverir.
 
Rejim yıllardır bizzat kendi ürünü olan terörü gerekçe göstererek barışın ve demokrasinin yolunu kesti, içten ve dıştan gelen baskılara karşı Kürt halkının haklarını tanımamakta direndi. Ama şimdi, PKK'nın silahları bırakması ile rejim bakımından terör bahanesi artık son bulmaktadır.
 
Kürt ulusal mücadelesi ise yeni dönemde ister istemez daha çok legal alanda, çeşitli örgüt ve eylem biçimleriyle ve asıl olarak barışçı biçimde kendisini ifade edecektir. Özgürlük mücadelesinde silahın önemine koşullanmış kimi çevreler bunun nasıl olacağını kavramakta zorluk çekiyorlar. Oysa siyasal mücadele en başta kitleleri örgütleme ve kendi çıkarları, istemleri doğrultusunda harekete geçirme sanatıdır. Türkiye sınırları içinde sayısı 20 milyona ulaşan ve geniş bir bölgede çoğunluğu oluşturan Kürt halkı, sağlıklı politikaların eşliğinde siyasal mücadeleyi başarıyla yürütebilir. Rejim, dağa çıkmış bir avuç insana karşı ordusunu seferber edebilir ve bunu bahane ederek siyasal ve demokratik hakları budayabilir, kitleler üzerinde terör estirebilir. O, şimdiye kadar bunu yaptı. Ancak, günümüzde ve Türkiye'nin AB'ye girmeye yöneldiği koşullarda yüzbinlerin ve milyonların barışçıl, siyasal mücadelesine karşı bu yapılamaz. Demirel, dilediği kadar "Kürtçe televizyon olmaz," desin ve buna kılıflar biçmeye çalışsın, yarın yüzbinlerin imzasını taşıyan Kürtçe televizyon istemine karşı duramaz. Böyle bir isteme AB kayıtsız kalamaz. Kürtçe eğitim, siyasal haklar ve öteki istemler için de öyle. Kürt halkı yığınsal gösterilerle ve çok çeşitli demokratik eylem biçimleriyle, çok değişik platformlarda istemlerini Türkiye ve dünya kamuoyuna yansıtabilir. Örgütlü kitlelerin gücü tüfeklerin gücünden çok daha önemlidir. Bütün sorun Kürt ulusal hareketinin yeni döneme uygun politikalara yönelmesi ve buna denk düşen sağlıklı yapılar oluşturmasıdır.
 
Kuşkusuz, Kürt halkının istemi, salt Kürtçe televizyon ya da eğitim değildir. Hatta Kopenhag Kriterlerinin sulandırılmayıp tam anlamıyla uygulanması bile Kürt ulusal sorununun nihayi çözümünü sağlamaya yetmez. Sorunun çözümü kültürel, yönetsel ve siyasal alanları kapsayan çok daha köklü değişimleri gerektirir. Çözüm ancak eşitlik temelinde yeni bir yapılanma ile mümkündür ve bize göre bunun biçimi, eğer iki halk birlikte yaşayacaksa, federasyondur. Öte yandan, Kopenhag kriterlerinin gerçekleşmesi için çalışmak, bunu gündemde tutmak ve bunun için Türkiye'yi ve Avrupa'yı zorlamak, eşitlik temelinde nihayi ve gerçek bir çözümle çelişmez, ondan vazgeçildiği anlamına gelmez. Her kazanımla özgürlük mücadelesi güç kazanacak ve sürecektir.
 
PSK Bulten © 2001