Ayın
Yorumu
Nisan
2000
Kürt hareketi
bakımından geçtiğimiz Nisan ayının en önemli olayı, 104 Kürt
aydınının imzaladığı Stokholm Bildirisi idi. Buna ne Türk
basını, ne de PKK`nın basını yer vermedi. Bu onun önemini
azaltmıyor. Tersine, bu suskunluk anlamlıdır.
Türk rejimi ötedenberi, Kürt
sorununu bir PKK olayı gibi gösterip, terör diye niteleyip,
ulusal ve uluslararası planda onu soyutlamaya, başka seçeneklerin
varlığını ise sürekli olarak kamuoyundan gizlemeye çalışmıştır.
Rejim geçmişte PKK`nın propagandasını kendi eliyle yaparken,
öteki Kürt kesimlerinin sesinin duyulmaması için de sistemli
bir ambargo uyguladı. Hatta öteki Kürt örgütlerinin eylemlerini
bile çoğu zaman PKK`ya mal etti ve onları .PKK yandaşı. gibi
göstermeye çalıştı. Şimdi de durum değişmemiştir.
Rejim, Öcalan`ı ele geçirdikten,
onu hizmetine koştuktan sonra, Öcalan ve PKK eliyle Kürt hareketine
yön vermeye çalışıyor. Bu nedenle İmralı`daki idam mahkumunun
basın-yayınla ilişkileri özgürce devam ediyor. O Türk medyasının
manşetlerinde. Avukatları eliyle sürekli mesaj veriyor. Oradan
PKK`yı yönetiyor ve Kürt hareketini bir bütün olarak rejimin
hizmetine sokmaya çalışıyor. Öcalan`ın mesajları hergün Medya
TV`nin ekranlarında, Özgür Politika`nın manşetlerinde.
Türk rejiminin bu iletişimi engellemesi
için bir neden yok. Bu mesajlar onun istediği türden. Bunları
Öcalan`a dikte ettiren kendisi..
Ama rejim, Kürt halkının çıkarlarını
savunan hiçbir sese karşı böyle toleranslı değil. Tersine,
onlara karşı varolan ambargo daha da sertleşerek devam ediyor.
Rejim, Kürt yurtseverlerinin çıkardığı bu türden gazete ve
dergilere, kitaplara, müzik kasetlerine aman tanımıyor. Onlar
yasaklı! Türk basınının Kürt halkının gerçek çıkar ve istemlerini
temsil eden kişilerle söyleşi yapması, onların görüş ve eylemlerini
yansıtması yasak.
Türk medyası bu konuda uyarılmış.
O da buyruklara sadakatle uyuyor.
Şu günlerde Türk medyasındaki
20 kadar gazetecinin MİT ajanı olduğu haberleri tartışılıyor.
Buna kuşku yok. Böyle olduğunu biz yıllardır biliyor ve söylüyoruz.
Ama hepsi o kadar mı? Türk burjuva basını zaten bir bütün
olarak MİT`in ve Genelkurmay`ın hizmetinde değil mi?.. Varolan
sansürü tam bir sadakatle uyulamıyor mu?..
Bu medya "memetçik medya. değil
mi?..
Aynı politika, İmralı süreciyle
birlikte PKK`nın medyasına da malolmuştur. Bu medya da artık,
Öcalan`ın mahkemedeki açıklamalarıyla birlikte, bir gecede
demokratikleşen TC`nin hizmetindedir ve onu güçlendirmeye
çalışmaktadır!..
Bu nedenle, Türk medyası gibi
o da Stokholm Bildirisi`ni suskunlukla karşılamıştır.
Kürt hareketinin PKK`dan ibaret
olmadığını, gerçekte PKK`nın hiçbir dönemde Kürt halkını temsil
etmediğini, onun hep yanlışı oynadığını Türk rejimi çok iyi
biliyor. Hele hele, İmralı süreciyle birlikte rejime hizmetini
gizlemeye bile gerek görmeyen bu hareketin artık Kürt ulusal
hareketiyle, görünüşte bile olsa, bağı kalmadığını ve bu nedenle
Kürt yurtsever hareketinin bir arayış içine girdiğini, yurt
içinde ve dışında teslimiyet politikasına karşı seslerin yükseldiğini
görüyor ve bundan kaygı duyuyor..
Stokholm Bildirisi bu arayışların
bir ürünüdür. 104 Kürt aydını, Kürt sorununun devletin ve
PKK`nın göstermek istediği gibi olmadığını, bir ulusal sorun
olduğunu ve ancak Kürt halkının kendi kaderini özgürce belirlemesiyle
çözüleceğini yüksek sesle dile getirdirdiler.
104 aydın kendileriyle rejimin
ve onun hizmetine girenlerin politikaları arasına kalın bir
çizgi çektiler. Tüm yurtsever güçleri bu doğrultuda birliğe
çağırdılar.
Bu açık ve yürekli bir sestir.
Türk medyası gibi PKK medyasının da onu sessizlikle karşılaması
son derece anlaşılırdır. Onlar gerçeğin sesinden ürküyorlar.
Kürt yurtesever hareketi budan
da dersler çıkarmalı. Gerçeği kemuoyuna anlatmak için çabalarını
yoğunlaştırmalı. Yanlışa düşmemek, yılgınlığı, umutsuzluğu
yenmek, kitleleri ulusal çıkarlar doğrultusunda örgütlemek
için zaman yitirmeden, enerjiyle çalışmalı.
Kürt hareketinin geleceği bu
mücadelenin sonucuna bağlıdır. Her Kürt yurtseveri, her aydın
bunu bilerek tavır almalı. Onlara düşen küçük hesapları, önyargıları
aşmak, sorumlu insanlar gibi davranmak, doğru bir politika
üzerinde güçleri birleştirmektir.
Stokholm Bildirisi örnek bir
çıkıştır. Bu sesi yurt içinde ve yurt dışında, her yerde yaymalı,
yükseltmeliyiz.
* * *
Mart ayı yorumunda cumhurbaşkanlığı
süresine ilişkin anayasa değişikliği girişiminden söz etmiştik.
İkinci oylama 5 Nisan da yapıldı ve o da hükümetin istediği
gibi sonuçlanmadı. 5+5 formülü parlamentodan geçmedi.
Türk parlamentosu, kişiye özel
bu anayasa değişikliği girişimine evet dememekle belki de
ilk kez olumlu bir iş yaptı!
Böylece, birkez daha seçilmek
isteyen Demirel`in hevesi kursağında kaldı ve kendisine Güniz
Sokak yolu göründü. Aylardır, sözde istikrar adına kendisini
bu işe konsantre etmiş olan Ecevit de umduğunu bulamadı. Böyle
bir durumda istifa etmesi en doğal şeydi. Ama böyle doğal
şeyler normal demokrasilerde olur, demokrasi kılıfına bürünmüş
böylesine mostra rejimlerde değil..
Ecevit`in korku ve kabusları
ise gerçekleşmedi. Demirel`e yol görünmekle kıyamet kopmadı,
Türkiye`nin mostra rejiminin istikrarı bozulmadı! Hayır, bu
rejim, işkencesi, zulmü, terörü, çeteleri, yalanı, yılanı,
enflasyonu ile gül gibi sürüp gidiyor!..
* * *
Nisan ayında Türkiyenin
gündeminde iki konu vardı: Yeni cumhurbaşkanının kim olacağı
ve Galatasaray-Leeds maçı! Hatta maç cumhurbaşkanlığı seçimini
de bastırdı. Türkler tüm dertlerini unutacak kadar kendilerini
bu işe kaptırdılar. İlk kez bir Türk takımı UEFA kupasında
yarıfinal oynuyordu. İş tam bir ulusal çılgınlığa vardı. İyi
ki Galatasaray tur atladı. Yoksa ne olacağı bilinmezdi. O
öfkeyle belki İngiltere`ye savaş açarlardı, belki Kıbrıs`ın
güneyini de işgal ederlerdi!.. Herneyse, sonuç dünya barışı
için yararlı oldu!
Tabi tehlike tümden geçmiş değil.
17 Mayıs`ta Kopanhag`da Arsenal`la final maçı var. Ve bunun
Türkiye`ye ve dünyaya neye mal olacağını tanrı bilir!..
Futbolun, kitlelerin biriken
enerjisini boşaltmak, onları oyalamak için harikulade bir
buluş olduğu ve tutucu rejimlere hizmet ettiği söylenir. Türk
rejimi de bu deneyimden dersler çıkararak 12 Eylül darbesinin
ardından, fabrika ve okul yerine, futbol sahaları yapımına
hız verdi, özellikle Kürdistan`da bunu teşvik etti. Hak ve
özgürlük isteyen Kürtleri içi hava dolu bir meşin topun ardından
koşturmaya yöneldi.
Bu politikanın rejim açısından
ürün verdiği inkar edilemez. Daha önce devrimci sloganlar
atan, .bıji Kurdıstan!. diyen Kürt gençleri, futbol fanatiklerine,
amigolara dönüşmeye başladılar. Ne var ki bu kez de dozu aşırı
tutulan ilacın yan tesirleri hiç de iyi olmadı. Kirli savaşın
bir ürünü olan ve toplumu saran şiddet ortamı; adliye salonlarında,
cezaevlerinde, sokakta, okulda, camide, kısacası toplum yaşamının
her alanında yüze vuran kanlı boğuşmalar, futbol sahalarına
da yansıdı ve Türkiye`nin dörtbir yanında olduğu gibi Kürdistan`da
da meyvelerini verdi. Futbol sahalarındaki arbedeler artık
doğal bir görünüm oldu. Bu ülkenin insanları sözde eğlenirken
bile dövüşüyorlar.
Başka ülkelerde holiganlar bira
içip sağa sola şişe atarken Türk holiganlar bu işi, törelerine
uygun olarak, bıçak ve tabancalarla yapıyorlar.. İstelik Türk
basını ve polisi bunu oldukça doğal karşılıyor. İstanbul`da
maç öncesi iki İngilizin bıçaklanıp öldürülmesinin ardından,
bir Türk gazetesi, .Burası Türkiye, yok öyle!... yani, .işte
böyle yaparız!... anlamında başlık atmış, İstanbul polis müdürü
ise, .insanlarımızı kışkırttılar!. deyip, öldürülen İngilizleri
suçlamıştı..
* * *
Cumhurbaşkanlığı seçimine gelince,
Ecevit`in ortalığı velveleye verip kriz olmayan yerde kriz
yaratması için hiç de neden olmadığı anlaşıldı. Parlamento
içinden bir kişinin adaylığı üzerinde anlaşmak zor görününce,
hükümetle muhalefet, Parlamento dışından birinin, Anayasa
Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer`in adaylığı üzerinde
anlaştılar. Buna rağmen A. Necdet Sezer ilk iki turda gerekli
üçte iki çoğunluğu sağlayamadı. 5 Mayıs`ta yapılan üçüncü
turda ise salt çoğunlukla seçildi ve Türkiye`nin 10. Cumhurbaşkanı
oldu.
Sezer`in politik deneyimi yok.
Bu bir bakıma eksiklik sayılabilir. Öte yandan, Türkiye`nin
bilinen politaka ortamının dejenere ettiği aktörlerden biri
olmamak belki de onun için bir avantajdır! Anayasa Mahkemesi
Başkanı olarak yaptığı konuşmalar olumluydu. Düşünce özgürlüğünü
savundu ve mevcut anayasanın demokratikleştirilmesini istedi.
Bu anayasada cumhurbaşkanına tanınan yetkilerin fazla olduğunu
söyledi. Cumhurbaşkanlığı döneminde bu tutumunu sürdürüp sürdürmeyeceğini
göreceğiz. Türkiye`nin bu boğucu ortamında zor olsa bile,
imkansız değildir. Avrupa
Birliği`ne adaylık süreci buna yardımcı olabilir. Böyle bir
durumda Sezer değişim ve demokratikleşme yönünde bir rol oynayabilir.
Bunu yaparsa saygınlığı artacaktır.
|