PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

MK Toplantısına Sunulan Rapor

Kürdistan Sosyalist Partisi’nin Merkez Komitesi, 15-16 Haziran 2002 günlerinde toplandı, son bir yıl içindeki gelişmeleri değerlendirdi ve yeni çalışma dönemine ilişkin kararlar aldı. Parti Genel Sekreteri Kemal Burkay’ın MK toplantısına sunduğu raporu, parti çalışmalarına ilişkin bölümü çıkararak yayınlıyoruz:

Değerli yoldaşlar,

Geçen toplantımızdan bu yana yaklaşık altı ay geçti. Uluslararası planda 11 Eylül olayları ile başlayan gelişmeler devam ediyor. ABD'nin uluslararası planda oldukça geniş bir onay alarak ve İngilizlerin katkısıyla Afganistan'a yönelik başlattığı savaş bir anlamda hedefine ulaştı. ABD'nin eski dostu yeni düşmanı olan Taliban yönetimi kısa sürede yenildi ve yönetim ABD'nin yeni yandaşlarına geçti. Afganistan'ın düzenlenmesi, Taliban-El Kaide kalıntılarının temizlenmesi safhası ise devam ediyor. Ancak başlangıçta, yakalanıp cezalandırılmaları adeta savaşın başlıca nedeni olarak gösterilmiş olan Osama Bin Laden ile Molla Ömer ortalarda görünmüyor ve ABD de bunlardan artık pek söz etmiyor..

ABD görünüşe göre öteki ülkelerdeki teröristlerin peşine düşmüştür. Küçük çapta ABD birlikleri Filipinlerde, Yemen'de, Gürcistan'da operasyonlar yapıyorlar.

ABD'nin büyük bir velveleyle başlattığı "teröre karşı savaşın" bu aşamasındaki sonuçlara bakarsak, bu, ABD'nin Afganistan'a yerleşmesi, Orta Asya ve Kafkas ülkeleriyle iyi ilişkilerin sağlanması, var olanların geliştirilmesi, bazılarına daha şimdiden ABD üslerinin konuşlandırılması olmuştur. Orta Asya'nın zengin petrol ve gaz yataklarının ABD tarafından işletilmesi ve Afganistan ve Pakistan üzerinden Hint Denizi'ne ulaştırılması için de yollar açılmıştır.. Kafkasya'daki gelişmeler de Hazar havzasındaki petrol ve gaz yataklarının Baku-Ceyhan üzerinden Akdeniz'e iletilmesi için benzer elverişli koşulları hazırlıyor.

Rusya ve Çin, bir yandan 11 Eylül'ün şahlandırdığı ABD'nin öfkesinden sakınmak, öte yandan birisi Çeçen, ötekisi Doğu Türkistan sorununu "terörle mücadele" adı altında sessizce halletmek için ABD'nin dörtbir yanda at koşturmasına ve burunlarının dibine kadar sokulmasına sessiz kaldılar. Hindistan bile, fırsattan istifade hem Keşmir'deki direnişi bastırmak, hem de Pakistan'a karşı güç dengesini kendinden yana çevirmek için ABD ile ilişkileri geliştirdi ve ortak askeri operasyonlar düzenlemeye kadar vardı.

Görüldüğü üzere 11 Eylül olayları New York'un ünlü iki gökdeleninin ve 3000 Amerikalının yaşamına mal olsa bile, daha şimdiden ABD'ye uluslararası planda büyük kazanımlar sağlamış ve ABD rakipsiz askeri ve ekonomik gücüyle dünya imparatorluğunu kurmakta büyük mesafeler almıştır.

ABD'nin 11 Eylül sonrası planları elbet tümüyle uygulanmış değil. Aslında ABD "teröre karşı savaş" dediği şeyin boyutlarını çok geniş belirlemişti. Süreç içinde bunu daha da açıklığa kavuşturdu. ABD'nin çıkarlarına zarar veren veya zarar verme potansiyeli taşıyan "terör örgütlerinin" yanısıra, onlara destek verdiği ileri sürülen ülkeler de hedefler arasındaydı. Bazıları -Irak, İran, Kuzey Kore- ardından Suriye, Libya ve Küba, bu kapsamda "şer ülkeleri" diye açıkça hedef gösterildiler.

Afganistan'ın ardından ilk hedef Irak görünüyordu. Hatta daha Afgan savaşı sona ermeden Irak'a yönelik bir operasyonun başlama ihtimali vardı. Ancak iki nedenle Irak operasyonu, gündemden kalkmasa bile gecikmiş bulunuyor. Bu nedenlerden birincisi Irak'a karşı bir koalisyon kurmanın zorluğudur. ABD bu konuda ne Rusya ve Çin'den, ne sıkı ilişkilere sahip olduğu Arap ülkelerinden, ne de hatta NATO müttefiklerinden destek alabildi. Kimse ABD'nin Irak'a yönelik planını haklı bulmadı. Tüm bu ülkeler, Irak'ın teröre destek verdiğine dair kanıtlar olmadığı kanısındalar. Arap devletleri ayrıca, böyle bir operasyonunun kendilerini kamuoyu karşısında güç duruma düşüreceğinden endişe ediyorlar. Türkiye bölgede taşların oynamasından, statükonun bozulmasından korkuyor.

Irak operasyonunu geciktiren ikinci neden ise İsrail-Filistin çatışmasındaki görülmemiş tırmanış oldu. İsrail'in Filistin'de giriştiği işgal, estirdiği terör, hem Arap ülkelerinde, hem de tüm dünyada büyük tepkilere yol açtı ve bu öfke aynı zamanda İsrail'e destek veren ABD'ye yöneldi. Böyle bir ortamda Irak cephesi açılamazdı. Öncelikle Filistin'deki yangının söndürülmesi gereği kendini dayattı.

Bu yüzden Irak operasyonunun geciktiğinden veya ertelendiğinden söz edilebilir. Ancak şu günlerde operasyon tartışmaları yeniden ısınmış görünüyor.

Irak’a karşı beklenen operasyon Kürt sorununu, özellikle Güney Kürdistan’ın durumunu da kaçınılmaz olarak yoğun biçimde tartışma gündemine getiriyor. ABD Saddam yönetimine karşı düşündüğü operasyonda Güney Kürtlerinden, özellikle de KDP ve KYB güçlerinden yararlanmak istiyor. Türkiye, İran, Suriye gibi ülkeler ise böyle bir müdahalenin bölgesel dengeleri bozmasından, sınırların değişmesinden korkuyor ve bu nedenle müdahaleye karşı çıkıyorlar. Özellikle Türkiye’nin korkulu rüyası Güney Kürdistan’ın bağımsız ya da federal biçimde uluslararası bir statüye kavuşmasıdır.

Güney Kürtleri şu anda zaten « Çekiç Güç » koruması altında özerk bir statüye sahipler ve nisbi bir barış içinde yaşıyorlar. Parlamentoları ve yerel hükümetleri var. Irak petrol gelirinden paylarına düşenle ülkelerini onarıyor, eğitim, sağlık ve konut yapımı alanında önemli gelişmeler sağlıyorlar. Güneyli Kürtler, bir ABD müdahalesi durumunda Saddam’ın yeni bir saldırısına uğramaktan ve mevcut kazanımlarını yitirmekten çekiniyorlar. Bu nedenle de sözkonusu müdahalede rol almak için kendilerine güvence verilmesini istiyorlar. Kürtler, sorunun sadece Saddam’ın gitmesi olmadığını, diktatörlük rejimi yerine demokratik ve federal bir Irak oluşturulmasını istiyorlar.

Bizce bu gerçekçi bir politikadır. Saddam sonrası Irak demokratik olmalı, bir Kürt-Arap federasyonu oluşmalıdır.

 

ABD Irak'a karşı operasyonda neden bu kadar ısrarlı? O, Körfez savaşında ezilmiş, o günden bu yana sıkı bir ambargo altında bunalan, 7-8 yıl boyunca kimyasal silahlarının -tamamı olmasa bile büyük bölümü- uluslararası komisyon tarafından araştırılıp yok edilen Irak'ı kendisi için ciddi bir tehdit mi görüyor?

Bu, bir yanıyla, ABD'nin yeni terör saldırılarından duyduğu korku ve kaygı ile açıklanabilir. ABD, teröre destek olabilecek tüm kaynakları kurutmak istiyor denebilir. Ama bunun ötesinde daha ciddi nedenler ve amaçlar olmalı. Bunlardan biri Irak'ın İsrail için daha ciddi ve yakın tehdit olmasıdır. Öteki ve belki daha önemli neden ise ABD'nin dünyayı kendi gönlüne göre yeniden düzenleme, dikensiz gül bahçesi yaratma istemidir. Şu aşamada hala, rakip olarak risk taşıdıklarını düşündüğü Rusya ve Çin'e dilediğini yapamasa bile, geçmişte onlara yandaş ve ABD'ye başağrısı olmuş rejimleri, tüm "pürüzleri" yolunun üstünden temizlemek istiyor. Bunlar arasında Kozey Kore ve Küba'nın yanısıra, Irak, İran, Suriye ve Libya var.

ABD bu yolda nereye kadar gidebilir ve bunun etkileri dünyamızda ne olur, şimdiden kestirmek zor. Ama Amerikan çıkarlarına dayalı bir kuvvet politikasının uluslararası ilişkileri zorladığı ve önümüzdeki döneme damgasını vuracağı ortada. Bu tutumun başkaları açısından da böylesine, çıkara ve kaba güce dayalı politikaları özendirmesi doğaldır. Nitekim bunun yansımaları Türk devletinin özellikle Kürtlere yönelik daha da sertleşen ve pervasızlaşan tutumunda görülüyor.

            *   *   *

11 Eylül'ün sonuçlarından büyük ölçekte yararlanan diğer bir ülke ise İsrail oldu. Şaron yönetimi fırsat bu fırsat deyip Filistin sorunundaki uzlaşmaz tavrında daha da katılaştı ve saldırganlaştı, Filistin hareketini tasfiyeye yöneldi. Ancak, bunun sonucu Filistin'i yakıp yıksa ve bir hayli kan dökse de, amacına ulaşabildiği söylenemez. Şaron böylece yangını daha da büyüttü ve sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirdi. Sözkonusu pervasızca saldırganlık ve terör ise uluslararası planda büyük tepki topladı, İsrail'in imajı çok daha kötüleşti.

Uluslararası büyük güçlerin, en başta ABD'nin ve Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün gibi bölge ülkelerinin çıkarları bu çatışmayı artık sona erdirmeyi gerektiriyor. Bu nedenle geçtiğimiz günlerde devreye girdiler. Bu amaçla bir konferans toplanması üzerinde İsrail ve Filistin yönetimi ile uzlaştılar. Ne var ki İsrail’de yeni kayıplara yol açan intihar eylemleri ve her iki yandaki bağnaz ve şiddet yoluyla sonuç almayı umut eden çevrelerin engellemeleri bunu da zora sokmuş görünüyor. Şiddet sarmalı tırmandıkça tırmanıyor, her iki tarafa da daha büyük acılar veriyor ve işi tam bir arap saçına dönüştürüyor. Elbet, şiddeti tırmanındırarak sonuç almak iki taraf için de mümkün değil. Sonuçta yine, uluslarararası güçlerin çabasıyla bir barış masası çevresinde bir araya gelmeleri zorunludur. Ama belli ki bu süreç şimdi, geçmişte olduğundan çok daha zor, zikzaklı, kesintili olacacaktır.

            *   *   *

Son dönemde ABD ile Rusya arasında uzun menzilli nükleer silahların sayısının düşürülmesi ve iki ülke arasındaki ilişkilerin daha da yumuşaması önemli bir gelişme. Ama bundan da önemlisi Rusya ile NATO ittifakı arasında varılan, Rusyayı NATO’nun karar mekanizmalarında söz sahibi kılan, yani onu bir tür NATO ülkesi haline getiren anlaşmadır. Böyle bir şey 10-15 yıl öncesi hayal bile edilemezdi.

Bu gelişme, dünkü iki kutuplu dünyanın, soğuk savaşın sona ermesinin ardından hız kazanan globalizmin vardığı yeni ve çok önemli bir aşamadır. Bu gelişme çok açık biçimde gösteriyor ki, ekonomik çıkarlar farklı olsa da, büyük ve gelişmiş güçler arasında artık ağır basan eğilim silahlı çatışma değil, uzlaşmadır. Savaş ve çatışma ise dünyanın geri kalmış bölgelerinde, geri kalmış ülkelerde ne yazık ki hala sürüyor. Bu ülkelerde, sorunları barışçı yollardan çözememenin sonucu olarak iç savaşlar, etnik boğazlaşmalar devam ediyor ve hala çok kan dökülüyor, halklar çok acı çekiyor. O kadar ki Hindistan ve Pakistan gibi, halklarının büyük bölümü açlık ve sefalet içinde yaşayan, ama nükleer silaha sahip iki ülkenin, nerdeyse birbirlerine karşı bu silahları kullanacakları gerilimli durumlar yaşanıyor.

Belli ki geri kalmış ülkeler ve bölgeler de, geç, güç ve acılı da olsa, bu değişim sürecini yaşayacak ve eninde sonunda global dünyaya uyum sağlayacaklar. Besbelli tarihte bütün büyük değişimler dünyanın her yerinde aynı anda olup bitmedi. Örneğin köleciliğin ve feodal sistemin sona ermesi, her biri yüzlerce, binlerce yıl süren bir sürece yayıldı. Dünyamızda hala bu ilkel sistemlerin kalıntıları vardır. Çağdaş ve modern toplumun tüm dünyada gerçekleşmesi de elbet zaman alacak ve oldukça çatışmalı süreçleri izleyecektir.

            *  *  *

Bu ara Kıbrıs'ta bir uzlaşmaya varmak için de çabalar yoğunlaşmış bulunuyor. Bir yandan Avrupa Birliği, bir yandan ABD, tarafları bunun için zorluyor. Gerek ABD gerekse Avrupa, kendi çıkarları açısından bu önemli pürüzün bir an önce giderilmesinden yana.

Türkiye ABD bakımından yeni dönemde de, özellikle Kafkasya ve Ortadoğu bakımından bir ileri karakol, bir köprü başı olma işlevini sürdürüyor. ABD onu ikinci bir İsrail gibi yanında tutmaya çalışıyor. Bu nedenle de antidemokratik yapısına, kimi iç ve dış zorbalıklarına göz yumuyor, askeri ve ekonomik olarak besliyor.

Avrupa Birliği de hem bir NATO üyesi, hem de önemli bir Ortadoğu ülkesi olan Türkiye'yi yanında tutmak, hatta ortak olarak içine almak istiyor. Ama ciddi kaygıları da var. Türkiye din ve kültür olarak Avrupa ülkelerinden oldukça farklı. Türkiye'nin ekonomisi geri ve büyük bir işsiz kitlesi var. Türkiye'deki demokrasi iğreti. Yunanistan ve Kıbrıs'la ciddi sorunları var. Ayrıca da Kürt sorunu..

Buna bakarak Avrupa'da kimi çevreler, Türkiye'nin Avrupa ile bütünleşmesinin mümkün olmadığını düşünürken ve onun adaylığına karşı çıkarken, diğer bazı çevreler de (ki bunlar bir bakıma ağır basıyor) bir süreç içinde ve sözkonusu pürüzleri giderdikten sonra Türkiye'nin AB'ye alınmasından yanalar. Bu amaçla öncelikle Kıbrıs sorununun çözümünü şart koşuyorlar. Yine ekonomik reformlar için Katılım Ortaklığı Belgesi ile Türkiye'nin önüne bir değişim paketi koydular. Bunu zaten IMF ve Dünya Bankası da istediği için Türkiye zorunlu bir dizi adım attı, özelleştirmelere gitti, banka düzenini değiştirdi ve bir dizi başka yasa çıkardı.

Demokrasi ve insan hakları alanında AB'ye uyum sağlaması için de Türkiye'nin önüne, aynı zamanda Kürt sorununun çözümü yönünde belli adımları içeren Kopenhag Kriterleri kondu. Ancak Türkiye, aradan geçen 2,5 yıla rağmen bu konuda ciddi hiçbir adım atmadı, ayak sürüdü. Sözde atılan adımlar ve bu amaçla yapılan yasa değişiklikleri ise bir aldatmaca olmaktan öteye gitmedi. Hatta durum bazı yönlerden, örneğin Kürt halkına yönelik uygulamalar bakımından eskisinden daha da kötüleşti. Türk rejimi, 11 Eylül olaylarından da cesaret alarak insan haklarına ve Kürtlerin istemlerine boş verme, bu tür istemleri bir kez daha zorla bastırma eğilimine girdi. Rejim işi, anadilde eğitim isteyenleri terör örgütü üyesi saymaya, Kürt adlarını ve Kürtçe şarkıları bile yeniden yasaklamaya ve bu nedenlerle insanlara akıl almaz cezalar vermeye kadar vardırdı. Son olarak, Diyarbakır’daki HAKPAR’a yönelik kitlesel tutuklamalarda olduğu gibi, insanları legal çalışmadan bile caydırmak için yoğun baskılara girişti.

PKK'nın terör listesine alınması için gösterilen çabalar da bu kapsamdadır. Türkiye böylece, geçmişten bu yana yapmaya çalıştığı üzere, Kürt sorununu tüm dünyaya bir PKK ve terör olayı gibi göstermek ve yaptıklarını meşru saydırmak amacındadır.

11 Eylül sonrası gelişmeler PKK'nın terör listesine alınmasını kolaylaştırdı. Ortadoğu'yu yeniden dizayn etmeyi önüne koymuş olan ABD'nin, "terörle" savaşırken PKK'yı unutması beklenemezdi. Sıranın ona da geleceği belliydi. Nitekim geldi. ABD daha önce nasıl Apo'nun Suriye'den çıkarılışında ve yakalanıp Türkiye'ye teslim edilmesinde başlıca rolü oynadıysa, bu kez de PKK’nın terör listesine alınmasında aynı rolü oynadı.

Bu, aynı zamanda hem ABD hem de AB için, Türkiye'nin gönlünün hoş edilmesiydi. Zaten Apo yakalandıktan sonra PKK'nın Türkiye'nin güdümüne girdiğini, Genelkurmay eliyle yönlendirildiğini, PKK terörünün bittiğini elbet bilmeyen yok. Öyle olunca da PKK, Türkiye için artık bir tehlike olmaktan ziyade, Kürtleri denetlemenin, Kürt hareketini pasifize etmenin bir aracı.

Kuşkusuz yeni dönemde, yani Apo yakalandıktan sonra, PKK'nın içine düştüğü durum ilginçtir ve oldukça karmaşıktır. Bir yönüyle elbet PKK Türk devletinin güdüm ve denetimindedir. Bu o kadar açık ki, Apo, hala başkanı olduğu örgütü İmralı'dan, rejimin kendisine verdiği el telefonu ve kurye olarak kullanılan avukatlarına verdiği sözlü ve yazılı direktifler, raporlar, mesajlar yoluyla yönetiyor. Herşeyin Genelkurmay'la uyum içinde yapıldığını gizlemiyor da!

Öte yandan, PKK'nın gövdesini ve tabanını tümüyle Genelkurmay'ın istediği biçimde ve yönde sürüklemek kolay olmuyor. Bunun zorlukları var. Yaşanan sarsıntıdan, savrulmadan, göz önündeki teslimiyetten etkilenen, bu yüzden PKK'yı terk eden, köşesine çekilen veya muhalefet etmeye çalışan birhayli insan olsa bile, hala PKK'yı izleyen önemli bir kitle de var. Bu kitle ajitasyon gücüyle ayakta tutuluyor ve yönlendiriliyor. Bunlar Apo'nun ve PKK'nın hala Kürt halkının özgürlüğü için mücadele ettiğini, yapılan şeyin bir taktik ya da strateji değişikliği olduğunu sanıyorlar..

Oysa PKK cephesinde durum -amaçlar ve çıkarlar- değişik kişi ve kesimler bakımından farklıdır. Apo açısından sorun sadece kellesini kurtarmaktır ve bunun için her isteneni yapmaya hazırdır.

Başkanlık Konseyi denen organı oluşturan üst düzey kadroların herbiri ise kendi geleceklerinin kaygısı içindedirler. Ya Şemdin gibi yakalanınca -belki de teslim olunca- bir idam hükümlüsü olarak cezaevinde bekliyecekler, ya da dağda olacaklar.. Bunlar ve dağdaki binlerce silahlı adam, bir af beklentisi içindeler.

Ülkedeki ve yurt dışındaki kadroların, yandaşların bir bölümü legal partide, belediyelerde, gazete-televizyon gibi kimi kurumlarda geçim, kariyer ve ün peşindeler.. Bir bölümü örgütün değişik gelir kaynaklarından, işletmelerinden rant sağlıyor..

Taraftar kitlenin eylemlere koşturulan büyük bölümü ise saf insanlardan oluşuyor ve bunlar hala taşıdıkları yurtsever duygularla örgütün direktiflerini izliyorlar.

İşte tüm bu insanlar değişik amaçlar, niyetler ve çıkarlarla hala PKK'yı izliyorlar. Dün PKK'lı idiler, bugün KADEK adını veya şemsiyesini kullanıyorlar.

Rejimin kendisi de, doğacak boşluğun istenmeyen başkalarınca doldurulacağını bildiği için, PKK'nın bir anda dağılıp gitmesini istemiyor, bu işi sürece yayıyor.

PKK'nın 8. Kongresiyle geldiği durum, PKK adını bırakıp (programını zaten çok daha önce bırakmıştı) KADEK'e dönüşmesi de tüm bu ilişkilerin ve dengelerin ürünüdür. Bu Genelkurmay'ın istemlerine uygundur. PKK da 11 Eylül'ün ardından terör listesine gireceğini tahmin ettiği ve belki de bu iş bazı çevreler -muhtemelen ilişkide olduğu bazı Avrupalı çevreler- tarafından kulağına fısıldandığı için, PKK adını bırakmayı, şiddete son verdiğini açıklamayı kendisi açısından uygun buldu. AB de PKK'yı terör listesine almakla Türkiye'nin gönlünü hoş etti, KADEK'i almamakla ise PKK çevresine bir taviz verdi; KADEK'i de yasaklayıp başını fazla ağrıtmak istemedi..

Şimdi PKK adı terör listesine alındı diye PKK yandaşlarının kopardığı bunca gürültü patırtıya gelince, bu da PKK'nın hep kendisine yontan bilinen yöntemlerinin yeni bir örneği. Bir bardak suda fırtına koparma olayı. Adamlar zaten yıllardır kendilerine terörist denmesi için gerekli her şeyi yaptılar, Kürt hareketinin imajını bozdular. Öyle ki sonunda, bu nedenle ve başka nedenlerle, kendi isimlerini, biçimlerini bile değiştirmek zorunda kaldılar. Yani ortada, kendi deyişleriyle PKK kalmadı. Şimdi de bir mevtanın derdine düşmüş görünüyorlar.. Aslında bu olay, kitleleri ajite ve mobilize edip peşlerine takmanın yeni bir bahanesi oldu.

Peki bu değişim Kürt hareketini nasıl etkileyecek?

Açık ki Türk rejimi bir genel af çıkarıp dağdakileri tümden indirmek istemiyor. Böyle bir şey hem elindeki terör bahanesini ortadan kaldırır, hem de beklemediği gelişmelerden, bu kitlenin siyasal alana akmasından korkar. O bu insanları dağda, eylemsiz tutarak çürütmeyi daha uygun buluyor. Kaldı ki onları belli durumlarda, geçmişte olduğu gibi, bizzat Kürt hareketine karşı da kullanmayı planlamış olabilir.

Öte yandan, PKK örgüt olarak giderek daha şekilsiz bir hale geliyor. PKK adını ve programını terk etmekle kalmadı, bir parti olmaktan da çıktı. Ama, PKK yöneticileri ve taraftarları, yukarda sıraladığımız nedenlerle, başka isimler altında ve başka biçimlerde de olsa, ajitasyon ve demagoji gücüyle bu hareketi hala diri tutmaya çalışıyorlar. Daha önceki, sözde Kürt kimliğini meşrulaştırma adına girişilen "ben PKK'liyim" kampanyası da buna yönelikti.

 

Öyle anlaşılıyor ki PKK alanı bir anda terk etmeyecek ve bu hareketin tahribatı, Kürt halkını oyalaması daha bir süre devam edecek. Ortada hiçbir şey kalmasa "Apoculuk" olacak..

            *   *   *

Yoldaşlar,

Bugünkü koaalisyon hükümeti bir yandan Ecevit'in sağlığı, öte yandan koalisyon ortakları arasındaki güvensizlik nedeniyle sonuna yaklaşmış görünüyor.

Üç yıla yakın süredir işbaşında olan hükümetin bu kadar uzun ömürlü olacağını tahmin etmemiştik. Bunca dayanmasının nedeni belli: "Alternatifi yok!" Daha doğrusu kimin iktidar olacağına, kimin olamıyacağına MGK, yani ordu karar veriyor. MGK bu koalisyon dışında bir alternatife bilinen nedenlerle yeşil ışık yakmıyor.

Bu hükümetin ömrünün uzun olmasının diğer bir nedeni ise yaşanan krizler nedeniyle pek hassas olan ekonomik durum. Krizler bu hükümetin döneminde patladı, yani bir bakıma sorumlusu o; ama bu hükümet giderse daha büyük kriz olurmuş! Hükümetin düşmesi veya seçimler ekonominin hassas dengesini bozarmış.. Böylesine garip bir durum.. Bir başka deyişle Türkiye'nin durumu, en küçük bir esintiden üşütüp yataklara düşen zayıf nahif hastanın durumunu andırıyor..

Ancak, bu hastalıklı hükümet giderse kriz olacağı, ya da genel seçimlerin ekonominin dengesini bozacağı iddiaları pek inandırıcı değil. Bu koalisyon partileri üç yıl önceki güçlerini büyük ölçüde yitirmişler, kamuoyu yoklamalarında barajı aşmaları bile güç görünüyor. Aralarındaki güvensizliğe, çekişmelere ve zaman zaman birbirlerinin kuyusunu kazmalarına rağmen koalisyonu sürdürmelerinin nedeni bu.

Üstelik şu dönemde seçimler yapılsa iktidara büyük ihtimalle AKP gelecek. Bu ise koalisyon partilerinin yanısıra generalleri çok ürkütüyor. Onlar 28 Şubat "postmodern darbe"sini AKP ve benzerlerini engellemek için yapmışlardı. Şimdi de AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan'ı engellemek, AKP'nin kredisini düşürmek, hatta bir punduna getirip Anayasa Mahkemesi'ne kapattırmak için seferber olmuşlar.

Yukardaki nedenlerle ülke bu hükümete, ortaklar da birbirine mecbur..

Ama artık herşey, bu hükümetin dayanma gücünün gelip sınırlarına dayandığını gösteriyor. Son dönemde ekonomi biraz düzelir gibi olunca erken seçim sesleri yükselmeye başladı ve bunun gereğini en başta ekonominin kaptanı Kemal Derviş dile getiriyor. Ortaklar da, görünüşte erken seçime karşı olduklarını ısrarla belirtmelerine rağmen, bir seçim atmosferine girmiş gibi birbirlerini daha açık biçimde suçlayıp eleştirir oldular. Belli ki köprüleri atmaları yakındır.

Ama bu hükümetin sonunu yaklaştıran asıl Ecevit'in durumu. Çoktandır sağlığı bozuk ve sözleri alay konusu olan Ecevit, son günlerde artık nerdeyse zorla ayakta tutuluyor. Öyle görünüyor ki bu çok sürmez. Kısacası bu hükümetin sonu yakındır. Ecevit gidince ne olur, koalisyondaki üç parti kendi aralarında uzlaşıp herşeye rağmen bir süre daha götürürler mi, bilemeyiz. Belki yine MGK'nın zoruyla böyle bir çözüm bulurlar. Partilerin milletvekili dengeleri değişip başbakanlık MHP'ye de geçebilir. Belki de erken bir seçim gündeme girer, bir seçim hükümeti kurulur.

Öte yandan bu hükümet gidip parlamento içinden yeni bir hükümet de kurulsa, seçimlere de gidilse sorun çözülecek gibi değil. Herkes de bunun farkında. Sorun çok daha derinlerde, bir köklü değişim ve demokratikleşme sorunu. Kürt sorununu adil biçimde çözüp ülkeye barış getirmek, ülkeyi demokratikleştirip siyasetin yolunu açmak ve böylece AB'ye adaylığın gereklerini de yerine getirmiş olmak.. Türkiye'yi bugünkü çıkmazdan kurtaracak olan budur. Ama ne yazık ki iktidarı ve muhalefetiyle, sivil-asker bürokrasisiyle, basınıyla Türkiye'deki egemen güçler bu gerçeği bir türlü görmüyor, görmek istemiyorlar. Bugünkü durumdan güç ve rant sağlayan kesimler statükoyu korumak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Bu yüzden çözümsüzlük sürecek ve bunalım zamanla daha da büyüyecek demektir.

            *   *   *

Türkiye, Başbakan'ın aşırı bozuk sağlığı ve koalisyon ortaklarının uyumsuzluğu nedeniyle böylesine bir hükümet sorunuyla yüzyüze iken, içinde bulunduğumuz yıl, aynı zamanda AB ile ilişkiler bakımından kritik bir yıl, bir bakıma karar yılı.

Kıbrıs'ta bir çözüme varılmazsa Türkiye'nin adaylığı bakımından işler sarpa saracak. Hele Kıbrıs, AB sözcülerinin ısrarla belirttikleri gibi AB'ye alınırsa Türkiye-AB ilişkileri tümden gerilebilir, kopabilir. Elbet, iki tarafın da ağırdan almasına, çıtayı yüksek tutmasına rağmen, zor da olsa, son aşamada bir uzlaşma ihtimali var.

Kuşkusuz, Türkiye'nin AB üyeliği bakımından tek sorun Kıbrıs değil. İnsan hakları ve Kürt sorunu da var. Ama ne yazık ki bunlar Kıbrıs'ın taşıdığı ağırlığa sahip değiller. İş insan haklarına kalırsa AB yumuşayabilir. Nasıl olsa bunlar Türk yurttaşlarını ilgilendirir deyip bir çifte standart uygulayabilir. Türkiye'nin göz boyama türünden attığı adımları yeterli sayabilir.. AB'nin çıkarları bunu gerektiriyorsa normlar ve değerler önemsiz kalır..

Kürt sorunu bakımından da durum aynıdır. AB'nin Kürt sorununu önemsemesi, Türkiye'den, en azından Kopenhag Kriterleri kapsamında adımlar atması için ısrar etmesi, Kürt halkının mücadelesine ve istemlerinin düzeyine bağlıdır. Bu mücadele düşükse AB Kürtleri önemsemez. İstemler düşükse zaten sorun yoktur, onlar biraz daha sulandırılabilir..

AB eğer Kürt sorunu çözülmediği zaman başının ağrıyacağını bilirse bu işi ciddiye alır. Ama son dönemde Apo'nun yakalanması ve PKK'nın istem düzeyinin Kopenhag Kriterleri'nin bile altına düşmesi, Türkiye'yi de AB'yi de oldukça rahatlatmıştır.

PKK şimdi ne istiyor? Ne bağımsızlık, ne federasyon ne de otonomi.. İstediği bazı kültürel haklar. Okullarda seçmeli ders ve yayın. Türkiye sonunda buna evet diyebilir. Nitekim tartıştıkları şey GAP televizyonunda yarım saatlik bir Kürtçe yayın olsun mu olmasın mı? Kürtçe seçmeli ders hakkı tanınsın mı, tanınmasın mı? Kürtçe dil kursları açılabilsin mi, açılmasın mı?.

Sorunun devasa büyüklügü karşısında bu öneri ve tartışmalar komik kaçıyor. Ama ordu, MHP ve politikacıların bir bölümü buna bile karşı. Yumurta kapıya dayanır ve AB ısrarcı olursa belki buna evet derler.

Ama bu Kürt sorunu bakımından neyi çözer? Besbelli hiçbir şeyi. Kürt halkı böyle bir statüyü kabul ederse varlığını inkar etmiş olur.

O halde şimdi yapılması gereken PKK çevreleri ile rejim arasındaki bu "dostluk maçlarını", danışıklı dövüşleri bir yana itip Kürt halkının gerçek istemlerini dile getirmek, temel haklarını kararlılıkla savunmak ve bu tür soytarılıklara rest çekmek.

Bu ise ancak olan biteni kavrayarak, kitlelere anlatarak, yurtsever güçleri sağlıklı bir kanalda biraraya getirip mücadele alanını boş bırakmıyarak, kitleler arasında ve uluslararası planda sesimizi yükselterek olur. Diğer bir deyişle, rejimin oyununu bozmak, milyonları Kürt halkının temel istemleri doğrultusunda harekete geçirmekle olur. O zaman Türkiye de Avrupa da Kürt istemlerini ciddiye almak zorunda kalacaktır.

Kemal Burkay

15 Haziran 2002

 
PSK Bulten © 2002