MK
Toplantısına Sunulan Rapor
Kürdistan Sosyalist Partisi’nin
Merkez Komitesi, 15-16 Haziran 2002 günlerinde toplandı,
son bir yıl içindeki gelişmeleri değerlendirdi
ve yeni çalışma dönemine ilişkin kararlar aldı.
Parti Genel Sekreteri Kemal Burkay’ın MK toplantısına
sunduğu raporu, parti çalışmalarına ilişkin
bölümü çıkararak yayınlıyoruz:
Değerli
yoldaşlar,
Geçen
toplantımızdan bu yana yaklaşık altı
ay geçti. Uluslararası planda 11 Eylül olayları
ile başlayan gelişmeler devam ediyor. ABD'nin uluslararası
planda oldukça geniş bir onay alarak ve İngilizlerin
katkısıyla Afganistan'a yönelik başlattığı
savaş bir anlamda hedefine ulaştı. ABD'nin
eski dostu yeni düşmanı olan Taliban yönetimi kısa
sürede yenildi ve yönetim ABD'nin yeni yandaşlarına
geçti. Afganistan'ın düzenlenmesi, Taliban-El Kaide kalıntılarının
temizlenmesi safhası ise devam ediyor. Ancak başlangıçta,
yakalanıp cezalandırılmaları adeta savaşın
başlıca nedeni olarak gösterilmiş olan Osama
Bin Laden ile Molla Ömer ortalarda görünmüyor ve ABD de bunlardan
artık pek söz etmiyor..
ABD
görünüşe göre öteki ülkelerdeki teröristlerin peşine
düşmüştür. Küçük çapta ABD birlikleri Filipinlerde,
Yemen'de, Gürcistan'da operasyonlar yapıyorlar.
ABD'nin
büyük bir velveleyle başlattığı "teröre
karşı savaşın" bu aşamasındaki
sonuçlara bakarsak, bu, ABD'nin Afganistan'a yerleşmesi,
Orta Asya ve Kafkas ülkeleriyle iyi ilişkilerin sağlanması,
var olanların geliştirilmesi, bazılarına
daha şimdiden ABD üslerinin konuşlandırılması
olmuştur. Orta Asya'nın zengin petrol ve gaz yataklarının
ABD tarafından işletilmesi ve Afganistan ve Pakistan
üzerinden Hint Denizi'ne ulaştırılması
için de yollar açılmıştır.. Kafkasya'daki
gelişmeler de Hazar havzasındaki petrol ve gaz yataklarının
Baku-Ceyhan üzerinden Akdeniz'e iletilmesi için benzer elverişli
koşulları hazırlıyor.
Rusya
ve Çin, bir yandan 11 Eylül'ün şahlandırdığı
ABD'nin öfkesinden sakınmak, öte yandan birisi Çeçen,
ötekisi Doğu Türkistan sorununu "terörle mücadele"
adı altında sessizce halletmek için ABD'nin dörtbir
yanda at koşturmasına ve burunlarının
dibine kadar sokulmasına sessiz kaldılar. Hindistan
bile, fırsattan istifade hem Keşmir'deki direnişi
bastırmak, hem de Pakistan'a karşı güç dengesini
kendinden yana çevirmek için ABD ile ilişkileri geliştirdi
ve ortak askeri operasyonlar düzenlemeye kadar vardı.
Görüldüğü
üzere 11 Eylül olayları New York'un ünlü iki gökdeleninin
ve 3000 Amerikalının yaşamına mal olsa
bile, daha şimdiden ABD'ye uluslararası planda büyük
kazanımlar sağlamış ve ABD rakipsiz askeri
ve ekonomik gücüyle dünya imparatorluğunu kurmakta büyük
mesafeler almıştır.
ABD'nin
11 Eylül sonrası planları elbet tümüyle uygulanmış
değil. Aslında ABD "teröre karşı
savaş" dediği şeyin boyutlarını
çok geniş belirlemişti. Süreç içinde bunu daha da
açıklığa kavuşturdu. ABD'nin çıkarlarına
zarar veren veya zarar verme potansiyeli taşıyan
"terör örgütlerinin" yanısıra, onlara
destek verdiği ileri sürülen ülkeler de hedefler arasındaydı.
Bazıları -Irak, İran, Kuzey Kore- ardından
Suriye, Libya ve Küba, bu kapsamda "şer ülkeleri"
diye açıkça hedef gösterildiler.
Afganistan'ın
ardından ilk hedef Irak görünüyordu. Hatta daha Afgan
savaşı sona ermeden Irak'a yönelik bir operasyonun
başlama ihtimali vardı. Ancak iki nedenle Irak operasyonu,
gündemden kalkmasa bile gecikmiş bulunuyor. Bu nedenlerden
birincisi Irak'a karşı bir koalisyon kurmanın
zorluğudur. ABD bu konuda ne Rusya ve Çin'den, ne sıkı
ilişkilere sahip olduğu Arap ülkelerinden, ne de
hatta NATO müttefiklerinden destek alabildi. Kimse ABD'nin
Irak'a yönelik planını haklı bulmadı.
Tüm bu ülkeler, Irak'ın teröre destek verdiğine
dair kanıtlar olmadığı kanısındalar.
Arap devletleri ayrıca, böyle bir operasyonunun kendilerini
kamuoyu karşısında güç duruma düşüreceğinden
endişe ediyorlar. Türkiye bölgede taşların
oynamasından, statükonun bozulmasından korkuyor.
Irak
operasyonunu geciktiren ikinci neden ise İsrail-Filistin
çatışmasındaki görülmemiş tırmanış
oldu. İsrail'in Filistin'de giriştiği işgal,
estirdiği terör, hem Arap ülkelerinde, hem de tüm dünyada
büyük tepkilere yol açtı ve bu öfke aynı zamanda
İsrail'e destek veren ABD'ye yöneldi. Böyle bir ortamda
Irak cephesi açılamazdı. Öncelikle Filistin'deki
yangının söndürülmesi gereği kendini dayattı.
Bu
yüzden Irak operasyonunun geciktiğinden veya ertelendiğinden
söz edilebilir. Ancak şu günlerde operasyon tartışmaları
yeniden ısınmış görünüyor.
Irak’a
karşı beklenen operasyon Kürt sorununu, özellikle
Güney Kürdistan’ın durumunu da kaçınılmaz olarak
yoğun biçimde tartışma gündemine getiriyor.
ABD Saddam yönetimine karşı düşündüğü
operasyonda Güney Kürtlerinden, özellikle de KDP ve KYB güçlerinden
yararlanmak istiyor. Türkiye, İran, Suriye gibi ülkeler
ise böyle bir müdahalenin bölgesel dengeleri bozmasından,
sınırların değişmesinden korkuyor
ve bu nedenle müdahaleye karşı çıkıyorlar.
Özellikle Türkiye’nin korkulu rüyası Güney Kürdistan’ın
bağımsız ya da federal biçimde uluslararası
bir statüye kavuşmasıdır.
Güney
Kürtleri şu anda zaten « Çekiç Güç » koruması
altında özerk bir statüye sahipler ve nisbi bir barış
içinde yaşıyorlar. Parlamentoları ve yerel
hükümetleri var. Irak petrol gelirinden paylarına düşenle
ülkelerini onarıyor, eğitim, sağlık ve
konut yapımı alanında önemli gelişmeler
sağlıyorlar. Güneyli Kürtler, bir ABD müdahalesi
durumunda Saddam’ın yeni bir saldırısına
uğramaktan ve mevcut kazanımlarını yitirmekten
çekiniyorlar. Bu nedenle de sözkonusu müdahalede rol almak
için kendilerine güvence verilmesini istiyorlar. Kürtler,
sorunun sadece Saddam’ın gitmesi olmadığını,
diktatörlük rejimi yerine demokratik ve federal bir Irak oluşturulmasını
istiyorlar.
Bizce
bu gerçekçi bir politikadır. Saddam sonrası Irak
demokratik olmalı, bir Kürt-Arap federasyonu oluşmalıdır.
ABD
Irak'a karşı operasyonda neden bu kadar ısrarlı?
O, Körfez savaşında ezilmiş, o günden bu yana
sıkı bir ambargo altında bunalan, 7-8 yıl
boyunca kimyasal silahlarının -tamamı olmasa
bile büyük bölümü- uluslararası komisyon tarafından
araştırılıp yok edilen Irak'ı kendisi
için ciddi bir tehdit mi görüyor?
Bu,
bir yanıyla, ABD'nin yeni terör saldırılarından
duyduğu korku ve kaygı ile açıklanabilir. ABD,
teröre destek olabilecek tüm kaynakları kurutmak istiyor
denebilir. Ama bunun ötesinde daha ciddi nedenler ve amaçlar
olmalı. Bunlardan biri Irak'ın İsrail için
daha ciddi ve yakın tehdit olmasıdır. Öteki
ve belki daha önemli neden ise ABD'nin dünyayı kendi
gönlüne göre yeniden düzenleme, dikensiz gül bahçesi yaratma
istemidir. Şu aşamada hala, rakip olarak risk taşıdıklarını
düşündüğü Rusya ve Çin'e dilediğini yapamasa
bile, geçmişte onlara yandaş ve ABD'ye başağrısı
olmuş rejimleri, tüm "pürüzleri" yolunun üstünden
temizlemek istiyor. Bunlar arasında Kozey Kore ve Küba'nın
yanısıra, Irak, İran, Suriye ve Libya var.
ABD
bu yolda nereye kadar gidebilir ve bunun etkileri dünyamızda
ne olur, şimdiden kestirmek zor. Ama Amerikan çıkarlarına
dayalı bir kuvvet politikasının uluslararası
ilişkileri zorladığı ve önümüzdeki döneme
damgasını vuracağı ortada. Bu tutumun
başkaları açısından da böylesine, çıkara
ve kaba güce dayalı politikaları özendirmesi doğaldır.
Nitekim bunun yansımaları Türk devletinin özellikle
Kürtlere yönelik daha da sertleşen ve pervasızlaşan
tutumunda görülüyor.
* * *
11
Eylül'ün sonuçlarından büyük ölçekte yararlanan diğer
bir ülke ise İsrail oldu. Şaron yönetimi fırsat
bu fırsat deyip Filistin sorunundaki uzlaşmaz tavrında
daha da katılaştı ve saldırganlaştı,
Filistin hareketini tasfiyeye yöneldi. Ancak, bunun sonucu
Filistin'i yakıp yıksa ve bir hayli kan dökse de,
amacına ulaşabildiği söylenemez. Şaron
böylece yangını daha da büyüttü ve sorunu daha da
içinden çıkılmaz hale getirdi. Sözkonusu pervasızca
saldırganlık ve terör ise uluslararası planda
büyük tepki topladı, İsrail'in imajı çok daha
kötüleşti.
Uluslararası
büyük güçlerin, en başta ABD'nin ve Mısır,
Suudi Arabistan, Ürdün gibi bölge ülkelerinin çıkarları
bu çatışmayı artık sona erdirmeyi gerektiriyor.
Bu nedenle geçtiğimiz günlerde devreye girdiler. Bu amaçla
bir konferans toplanması üzerinde İsrail ve Filistin
yönetimi ile uzlaştılar. Ne var ki İsrail’de
yeni kayıplara yol açan intihar eylemleri ve her iki
yandaki bağnaz ve şiddet yoluyla sonuç almayı
umut eden çevrelerin engellemeleri bunu da zora sokmuş
görünüyor. Şiddet sarmalı tırmandıkça
tırmanıyor, her iki tarafa da daha büyük acılar
veriyor ve işi tam bir arap saçına dönüştürüyor.
Elbet, şiddeti tırmanındırarak sonuç almak
iki taraf için de mümkün değil. Sonuçta yine, uluslarararası
güçlerin çabasıyla bir barış masası çevresinde
bir araya gelmeleri zorunludur. Ama belli ki bu süreç şimdi,
geçmişte olduğundan çok daha zor, zikzaklı,
kesintili olacacaktır.
* * *
Son
dönemde ABD ile Rusya arasında uzun menzilli nükleer
silahların sayısının düşürülmesi
ve iki ülke arasındaki ilişkilerin daha da yumuşaması
önemli bir gelişme. Ama bundan da önemlisi Rusya ile
NATO ittifakı arasında varılan, Rusyayı
NATO’nun karar mekanizmalarında söz sahibi kılan,
yani onu bir tür NATO ülkesi haline getiren anlaşmadır.
Böyle bir şey 10-15 yıl öncesi hayal bile edilemezdi.
Bu
gelişme, dünkü iki kutuplu dünyanın, soğuk
savaşın sona ermesinin ardından hız kazanan
globalizmin vardığı yeni ve çok önemli bir
aşamadır. Bu gelişme çok açık biçimde
gösteriyor ki, ekonomik çıkarlar farklı olsa da,
büyük ve gelişmiş güçler arasında artık
ağır basan eğilim silahlı çatışma
değil, uzlaşmadır. Savaş ve çatışma
ise dünyanın geri kalmış bölgelerinde, geri
kalmış ülkelerde ne yazık ki hala sürüyor.
Bu ülkelerde, sorunları barışçı yollardan
çözememenin sonucu olarak iç savaşlar, etnik boğazlaşmalar
devam ediyor ve hala çok kan dökülüyor, halklar çok acı
çekiyor. O kadar ki Hindistan ve Pakistan gibi, halklarının
büyük bölümü açlık ve sefalet içinde yaşayan, ama
nükleer silaha sahip iki ülkenin, nerdeyse birbirlerine karşı
bu silahları kullanacakları gerilimli durumlar yaşanıyor.
Belli
ki geri kalmış ülkeler ve bölgeler de, geç, güç
ve acılı da olsa, bu değişim sürecini
yaşayacak ve eninde sonunda global dünyaya uyum sağlayacaklar.
Besbelli tarihte bütün büyük değişimler dünyanın
her yerinde aynı anda olup bitmedi. Örneğin köleciliğin
ve feodal sistemin sona ermesi, her biri yüzlerce, binlerce
yıl süren bir sürece yayıldı. Dünyamızda
hala bu ilkel sistemlerin kalıntıları vardır.
Çağdaş ve modern toplumun tüm dünyada gerçekleşmesi
de elbet zaman alacak ve oldukça çatışmalı
süreçleri izleyecektir.
* * *
Bu
ara Kıbrıs'ta bir uzlaşmaya varmak için de
çabalar yoğunlaşmış bulunuyor. Bir yandan
Avrupa Birliği, bir yandan ABD, tarafları bunun
için zorluyor. Gerek ABD gerekse Avrupa, kendi çıkarları
açısından bu önemli pürüzün bir an önce giderilmesinden
yana.
Türkiye
ABD bakımından yeni dönemde de, özellikle Kafkasya
ve Ortadoğu bakımından bir ileri karakol, bir
köprü başı olma işlevini sürdürüyor. ABD onu
ikinci bir İsrail gibi yanında tutmaya çalışıyor.
Bu nedenle de antidemokratik yapısına, kimi iç ve
dış zorbalıklarına göz yumuyor, askeri
ve ekonomik olarak besliyor.
Avrupa
Birliği de hem bir NATO üyesi, hem de önemli bir Ortadoğu
ülkesi olan Türkiye'yi yanında tutmak, hatta ortak olarak
içine almak istiyor. Ama ciddi kaygıları da var.
Türkiye din ve kültür olarak Avrupa ülkelerinden oldukça farklı.
Türkiye'nin ekonomisi geri ve büyük bir işsiz kitlesi
var. Türkiye'deki demokrasi iğreti. Yunanistan ve Kıbrıs'la ciddi
sorunları var. Ayrıca da Kürt sorunu..
Buna
bakarak Avrupa'da kimi çevreler, Türkiye'nin Avrupa ile bütünleşmesinin
mümkün olmadığını düşünürken ve onun
adaylığına karşı çıkarken, diğer
bazı çevreler de (ki bunlar bir bakıma ağır
basıyor) bir süreç içinde ve sözkonusu pürüzleri giderdikten
sonra Türkiye'nin AB'ye alınmasından yanalar. Bu
amaçla öncelikle Kıbrıs sorununun çözümünü şart
koşuyorlar. Yine ekonomik reformlar için Katılım
Ortaklığı Belgesi ile Türkiye'nin önüne bir
değişim paketi koydular. Bunu zaten IMF ve Dünya
Bankası da istediği için Türkiye zorunlu bir dizi
adım attı, özelleştirmelere gitti, banka düzenini
değiştirdi ve bir dizi başka yasa çıkardı.
Demokrasi
ve insan hakları alanında AB'ye uyum sağlaması
için de Türkiye'nin önüne, aynı zamanda Kürt sorununun
çözümü yönünde belli adımları içeren Kopenhag Kriterleri
kondu. Ancak Türkiye, aradan geçen 2,5 yıla rağmen
bu konuda ciddi hiçbir adım atmadı, ayak sürüdü.
Sözde atılan adımlar ve bu amaçla yapılan yasa
değişiklikleri ise bir aldatmaca olmaktan öteye
gitmedi. Hatta durum bazı yönlerden, örneğin Kürt
halkına yönelik uygulamalar bakımından eskisinden
daha da kötüleşti. Türk rejimi, 11 Eylül olaylarından
da cesaret alarak insan haklarına ve Kürtlerin istemlerine
boş verme, bu tür istemleri bir kez daha zorla bastırma
eğilimine girdi.
Rejim işi, anadilde eğitim isteyenleri terör örgütü
üyesi saymaya, Kürt adlarını ve Kürtçe şarkıları
bile yeniden yasaklamaya ve bu nedenlerle insanlara akıl
almaz cezalar vermeye kadar vardırdı. Son olarak,
Diyarbakır’daki HAKPAR’a yönelik kitlesel tutuklamalarda
olduğu gibi, insanları legal çalışmadan
bile caydırmak için yoğun baskılara girişti.
PKK'nın
terör listesine alınması için gösterilen çabalar
da bu kapsamdadır. Türkiye böylece, geçmişten bu
yana yapmaya çalıştığı üzere, Kürt
sorununu tüm dünyaya bir PKK ve terör olayı gibi göstermek
ve yaptıklarını meşru saydırmak amacındadır.
11
Eylül sonrası gelişmeler PKK'nın terör listesine
alınmasını kolaylaştırdı. Ortadoğu'yu
yeniden dizayn etmeyi önüne koymuş olan ABD'nin, "terörle"
savaşırken PKK'yı unutması beklenemezdi.
Sıranın ona da geleceği belliydi. Nitekim geldi. ABD daha önce
nasıl Apo'nun Suriye'den çıkarılışında
ve yakalanıp Türkiye'ye teslim edilmesinde başlıca
rolü oynadıysa, bu kez de PKK’nın terör listesine
alınmasında aynı rolü oynadı.
Bu,
aynı zamanda hem ABD hem de AB için, Türkiye'nin gönlünün
hoş edilmesiydi. Zaten Apo yakalandıktan sonra PKK'nın
Türkiye'nin güdümüne girdiğini, Genelkurmay eliyle yönlendirildiğini,
PKK terörünün bittiğini elbet bilmeyen yok. Öyle olunca
da PKK, Türkiye için artık bir tehlike olmaktan ziyade,
Kürtleri denetlemenin, Kürt hareketini pasifize etmenin bir
aracı.
Kuşkusuz
yeni dönemde, yani Apo yakalandıktan sonra, PKK'nın
içine düştüğü durum ilginçtir ve oldukça karmaşıktır.
Bir yönüyle elbet PKK Türk devletinin güdüm ve denetimindedir.
Bu o kadar açık ki, Apo, hala başkanı olduğu
örgütü İmralı'dan, rejimin kendisine verdiği
el telefonu ve kurye olarak kullanılan avukatlarına
verdiği sözlü ve yazılı direktifler, raporlar,
mesajlar yoluyla yönetiyor. Herşeyin Genelkurmay'la uyum
içinde yapıldığını gizlemiyor da!
Öte
yandan, PKK'nın gövdesini ve tabanını tümüyle
Genelkurmay'ın istediği biçimde ve yönde sürüklemek
kolay olmuyor. Bunun zorlukları var. Yaşanan sarsıntıdan,
savrulmadan, göz önündeki teslimiyetten etkilenen, bu yüzden
PKK'yı terk eden, köşesine çekilen veya muhalefet
etmeye çalışan birhayli insan olsa bile, hala PKK'yı
izleyen önemli bir kitle de var. Bu kitle ajitasyon gücüyle
ayakta tutuluyor ve yönlendiriliyor. Bunlar Apo'nun ve PKK'nın
hala Kürt halkının özgürlüğü için mücadele
ettiğini, yapılan şeyin bir taktik ya da strateji
değişikliği olduğunu sanıyorlar..
Oysa
PKK cephesinde durum -amaçlar ve çıkarlar- değişik
kişi ve kesimler bakımından farklıdır.
Apo açısından sorun sadece kellesini kurtarmaktır
ve bunun için her isteneni yapmaya hazırdır.
Başkanlık
Konseyi denen organı oluşturan üst düzey kadroların
herbiri ise kendi geleceklerinin kaygısı içindedirler.
Ya Şemdin gibi yakalanınca -belki de teslim olunca-
bir idam hükümlüsü olarak cezaevinde bekliyecekler, ya da
dağda olacaklar.. Bunlar ve dağdaki binlerce silahlı
adam, bir af beklentisi içindeler.
Ülkedeki
ve yurt dışındaki kadroların, yandaşların
bir bölümü legal partide, belediyelerde, gazete-televizyon
gibi kimi kurumlarda geçim, kariyer ve ün peşindeler..
Bir bölümü örgütün değişik gelir kaynaklarından,
işletmelerinden rant sağlıyor..
Taraftar
kitlenin eylemlere koşturulan büyük bölümü ise saf insanlardan
oluşuyor ve bunlar hala taşıdıkları
yurtsever duygularla örgütün direktiflerini izliyorlar.
İşte
tüm bu insanlar değişik amaçlar, niyetler ve çıkarlarla
hala PKK'yı izliyorlar. Dün PKK'lı idiler, bugün
KADEK adını veya şemsiyesini kullanıyorlar.
Rejimin
kendisi de, doğacak boşluğun istenmeyen başkalarınca
doldurulacağını bildiği için, PKK'nın
bir anda dağılıp gitmesini istemiyor, bu işi
sürece yayıyor.
PKK'nın
8. Kongresiyle geldiği durum, PKK adını bırakıp
(programını zaten çok daha önce bırakmıştı)
KADEK'e dönüşmesi de tüm bu ilişkilerin ve dengelerin
ürünüdür. Bu Genelkurmay'ın istemlerine
uygundur. PKK da 11 Eylül'ün ardından terör listesine
gireceğini tahmin ettiği ve belki de bu iş
bazı çevreler -muhtemelen ilişkide olduğu bazı
Avrupalı çevreler- tarafından kulağına
fısıldandığı için, PKK adını
bırakmayı, şiddete son verdiğini açıklamayı
kendisi açısından uygun buldu. AB de PKK'yı
terör listesine almakla Türkiye'nin gönlünü hoş etti,
KADEK'i almamakla ise PKK çevresine bir taviz verdi; KADEK'i
de yasaklayıp başını fazla ağrıtmak
istemedi..
Şimdi
PKK adı terör listesine alındı diye PKK yandaşlarının
kopardığı bunca gürültü patırtıya
gelince, bu da PKK'nın hep kendisine yontan bilinen yöntemlerinin
yeni bir örneği. Bir bardak suda fırtına
koparma olayı. Adamlar zaten yıllardır kendilerine
terörist denmesi için gerekli her şeyi yaptılar,
Kürt hareketinin imajını bozdular. Öyle ki sonunda,
bu nedenle ve başka nedenlerle, kendi isimlerini, biçimlerini
bile değiştirmek zorunda kaldılar. Yani ortada,
kendi deyişleriyle PKK kalmadı. Şimdi de bir
mevtanın derdine düşmüş görünüyorlar.. Aslında
bu olay, kitleleri ajite ve mobilize edip peşlerine takmanın
yeni bir bahanesi oldu.
Peki bu
değişim Kürt hareketini nasıl etkileyecek?
Açık
ki Türk rejimi bir genel af çıkarıp dağdakileri
tümden indirmek istemiyor. Böyle bir şey hem elindeki
terör bahanesini ortadan kaldırır, hem de beklemediği
gelişmelerden, bu kitlenin siyasal alana akmasından
korkar. O bu insanları dağda, eylemsiz tutarak çürütmeyi
daha uygun buluyor. Kaldı ki onları belli durumlarda,
geçmişte olduğu gibi, bizzat Kürt hareketine karşı
da kullanmayı planlamış olabilir.
Öte yandan,
PKK örgüt olarak giderek daha şekilsiz bir hale geliyor.
PKK adını ve programını terk etmekle kalmadı,
bir parti olmaktan da çıktı. Ama, PKK yöneticileri
ve taraftarları, yukarda sıraladığımız
nedenlerle, başka isimler altında ve başka
biçimlerde de olsa, ajitasyon ve demagoji gücüyle bu hareketi
hala diri tutmaya çalışıyorlar. Daha önceki,
sözde Kürt kimliğini meşrulaştırma adına
girişilen "ben PKK'liyim" kampanyası da
buna yönelikti.
Öyle anlaşılıyor
ki PKK alanı bir anda terk etmeyecek ve bu hareketin
tahribatı, Kürt halkını oyalaması daha
bir süre devam edecek. Ortada hiçbir şey kalmasa "Apoculuk"
olacak..
* * *
Yoldaşlar,
Bugünkü
koaalisyon hükümeti bir yandan Ecevit'in sağlığı,
öte yandan koalisyon ortakları arasındaki güvensizlik
nedeniyle sonuna yaklaşmış görünüyor.
Üç yıla
yakın süredir işbaşında olan hükümetin
bu kadar uzun ömürlü olacağını tahmin etmemiştik.
Bunca dayanmasının nedeni belli: "Alternatifi yok!" Daha
doğrusu kimin iktidar olacağına, kimin olamıyacağına
MGK, yani ordu karar veriyor. MGK bu koalisyon dışında
bir alternatife bilinen nedenlerle yeşil ışık
yakmıyor.
Bu
hükümetin ömrünün uzun olmasının diğer bir
nedeni ise yaşanan krizler nedeniyle pek hassas olan
ekonomik durum. Krizler bu hükümetin döneminde patladı,
yani bir bakıma sorumlusu o; ama bu hükümet giderse daha
büyük kriz olurmuş! Hükümetin düşmesi veya seçimler
ekonominin hassas dengesini bozarmış.. Böylesine garip bir durum..
Bir başka deyişle Türkiye'nin durumu, en küçük bir
esintiden üşütüp yataklara düşen zayıf nahif
hastanın durumunu andırıyor..
Ancak,
bu hastalıklı hükümet giderse kriz olacağı,
ya da genel seçimlerin ekonominin dengesini bozacağı
iddiaları pek inandırıcı değil. Bu
koalisyon partileri üç yıl önceki güçlerini büyük ölçüde
yitirmişler, kamuoyu yoklamalarında barajı
aşmaları bile güç görünüyor. Aralarındaki güvensizliğe,
çekişmelere ve zaman zaman birbirlerinin kuyusunu kazmalarına
rağmen koalisyonu sürdürmelerinin nedeni bu.
Üstelik
şu dönemde seçimler yapılsa iktidara büyük ihtimalle
AKP gelecek. Bu ise koalisyon partilerinin yanısıra
generalleri çok ürkütüyor. Onlar 28 Şubat "postmodern
darbe"sini AKP ve benzerlerini engellemek için yapmışlardı.
Şimdi de AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan'ı
engellemek, AKP'nin kredisini düşürmek, hatta bir punduna
getirip Anayasa Mahkemesi'ne kapattırmak için seferber
olmuşlar.
Yukardaki
nedenlerle ülke bu hükümete, ortaklar da birbirine mecbur..
Ama
artık herşey, bu hükümetin dayanma gücünün gelip
sınırlarına dayandığını
gösteriyor. Son dönemde ekonomi biraz düzelir gibi olunca
erken seçim sesleri yükselmeye başladı ve bunun
gereğini en başta ekonominin kaptanı Kemal
Derviş dile getiriyor. Ortaklar da, görünüşte erken
seçime karşı olduklarını ısrarla
belirtmelerine rağmen, bir seçim atmosferine girmiş
gibi birbirlerini daha açık biçimde suçlayıp eleştirir
oldular. Belli ki köprüleri atmaları yakındır.
Ama
bu hükümetin sonunu yaklaştıran asıl Ecevit'in
durumu. Çoktandır sağlığı bozuk ve
sözleri alay konusu olan Ecevit, son günlerde artık nerdeyse
zorla ayakta tutuluyor. Öyle görünüyor ki bu çok sürmez. Kısacası
bu hükümetin sonu yakındır. Ecevit gidince ne olur,
koalisyondaki üç parti kendi aralarında uzlaşıp
herşeye rağmen bir süre daha götürürler mi, bilemeyiz.
Belki yine MGK'nın zoruyla böyle bir çözüm bulurlar.
Partilerin milletvekili dengeleri değişip başbakanlık
MHP'ye de geçebilir. Belki de erken bir seçim gündeme girer,
bir seçim hükümeti kurulur.
Öte
yandan bu hükümet gidip parlamento içinden yeni bir hükümet
de kurulsa, seçimlere de gidilse sorun çözülecek gibi değil.
Herkes de bunun farkında. Sorun çok daha derinlerde, bir köklü değişim
ve demokratikleşme sorunu. Kürt sorununu adil biçimde
çözüp ülkeye barış getirmek, ülkeyi demokratikleştirip
siyasetin yolunu açmak ve böylece AB'ye adaylığın
gereklerini de yerine getirmiş olmak.. Türkiye'yi bugünkü
çıkmazdan kurtaracak olan budur. Ama ne yazık ki
iktidarı ve muhalefetiyle, sivil-asker bürokrasisiyle,
basınıyla Türkiye'deki egemen güçler bu gerçeği
bir türlü görmüyor, görmek istemiyorlar. Bugünkü durumdan
güç ve rant sağlayan kesimler statükoyu korumak için
ellerinden geleni yapıyorlar.
Bu yüzden
çözümsüzlük sürecek ve bunalım zamanla daha da büyüyecek
demektir.
* * *
Türkiye,
Başbakan'ın aşırı bozuk sağlığı
ve koalisyon ortaklarının uyumsuzluğu nedeniyle
böylesine bir hükümet sorunuyla yüzyüze iken, içinde bulunduğumuz
yıl, aynı zamanda AB ile ilişkiler bakımından
kritik bir yıl, bir bakıma karar yılı.
Kıbrıs'ta
bir çözüme varılmazsa Türkiye'nin adaylığı
bakımından işler sarpa saracak. Hele Kıbrıs,
AB sözcülerinin ısrarla belirttikleri gibi AB'ye alınırsa
Türkiye-AB ilişkileri tümden gerilebilir, kopabilir.
Elbet, iki tarafın da ağırdan almasına,
çıtayı yüksek tutmasına rağmen, zor da
olsa, son aşamada bir uzlaşma ihtimali var.
Kuşkusuz,
Türkiye'nin AB üyeliği bakımından tek sorun
Kıbrıs değil. İnsan hakları ve Kürt
sorunu da var. Ama ne yazık ki bunlar Kıbrıs'ın
taşıdığı ağırlığa
sahip değiller. İş insan haklarına kalırsa
AB yumuşayabilir. Nasıl olsa bunlar Türk yurttaşlarını
ilgilendirir deyip bir çifte standart uygulayabilir. Türkiye'nin
göz boyama türünden attığı adımları
yeterli sayabilir.. AB'nin çıkarları bunu gerektiriyorsa
normlar ve değerler önemsiz kalır..
Kürt
sorunu bakımından da durum aynıdır. AB'nin
Kürt sorununu önemsemesi, Türkiye'den, en azından Kopenhag
Kriterleri kapsamında adımlar atması için ısrar
etmesi, Kürt halkının mücadelesine ve istemlerinin
düzeyine bağlıdır. Bu mücadele düşükse
AB Kürtleri önemsemez. İstemler düşükse zaten sorun
yoktur, onlar biraz daha sulandırılabilir..
AB
eğer Kürt sorunu çözülmediği zaman başının
ağrıyacağını bilirse bu işi
ciddiye alır. Ama son dönemde Apo'nun yakalanması
ve PKK'nın istem düzeyinin Kopenhag Kriterleri'nin bile
altına düşmesi, Türkiye'yi de AB'yi de oldukça rahatlatmıştır.
PKK
şimdi ne istiyor? Ne bağımsızlık,
ne federasyon ne de otonomi.. İstediği bazı
kültürel haklar. Okullarda seçmeli ders ve yayın. Türkiye
sonunda buna evet diyebilir. Nitekim tartıştıkları
şey GAP televizyonunda yarım saatlik bir Kürtçe
yayın olsun mu olmasın mı? Kürtçe seçmeli ders
hakkı tanınsın mı, tanınmasın
mı? Kürtçe dil kursları açılabilsin mi, açılmasın
mı?.
Sorunun
devasa büyüklügü karşısında bu öneri ve tartışmalar
komik kaçıyor. Ama ordu, MHP ve politikacıların
bir bölümü buna bile karşı. Yumurta kapıya
dayanır ve AB ısrarcı olursa belki buna evet
derler.
Ama
bu Kürt sorunu bakımından neyi çözer? Besbelli hiçbir
şeyi. Kürt halkı böyle bir statüyü kabul ederse
varlığını inkar etmiş olur.
O
halde şimdi yapılması gereken PKK çevreleri
ile rejim arasındaki bu "dostluk maçlarını",
danışıklı dövüşleri bir yana itip
Kürt halkının gerçek istemlerini dile getirmek,
temel haklarını kararlılıkla savunmak
ve bu tür soytarılıklara rest çekmek.
Bu
ise ancak olan biteni kavrayarak, kitlelere anlatarak, yurtsever
güçleri sağlıklı bir kanalda biraraya getirip
mücadele alanını boş bırakmıyarak,
kitleler arasında ve uluslararası planda sesimizi
yükselterek olur. Diğer bir deyişle, rejimin oyununu
bozmak, milyonları Kürt halkının temel istemleri
doğrultusunda harekete geçirmekle olur. O zaman Türkiye
de Avrupa da Kürt istemlerini ciddiye almak zorunda kalacaktır.
Kemal
Burkay
15
Haziran 2002
|