PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Saddam´ın sonu..

Kemal Burkay

Sadam nihayet yakalandı. 13 Aralık günü, doğum yeri Tikrit’te, bir “örümcek deliği”nde…

Savaşın yaklaştığı günlerde, 15 Şubat 2003 tarihli Dema Nu’da çıkan “Saddam”ın Sonu…” başlıklı yazımda şöyle demiştim:

“Şu günlerde Irak diktatörü Saddam Hüseyin´in yüzü bir idam mahkumunun yüzünü andırıyor: Kanı çekilmiş, solgun ve umutsuz.. Savaş olsa da olmasa da gidecek. Yıllar süren, şatafatlı, kanlı, acımasız hükümdarlığıyla birlikte belki ömrü de son bulacak.

“Savaş olursa hayat hikayesi herhalde Bağdat´taki bir harabenin altında, belki bir sığınakta başına –büyük ihtimalle kendi eliyle- kurşun sıkılmış olarak son bulacak. Belki cesedi, tanınmasın diye yakılmış olarak.. Eğer son anda, silahlar patlamadan sürgüne gitmeyi kabul ederse, akıbeti İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi´ninkinden farklı olmayacak. O da hükümdarlığın elinden uçmasına, sürgüne dayanamıyacak kadar kibirlidir; büyük ihtimalle çok sürmeden kahrından ölecek, arkasında yıllar boyu çıkardığı bitmez tükenmez savaşlar sonucu yıkılmış, perişan bir ülke, nice dullar, yetimler ve ezik, mahzun bir halk bırakacaktır.”

Yukardaki varsayımların bazısı gerçekleşti, bazısı gerçekleşmedi. Saddam sürgüne gitmeyi göze almadı. Bunu yapsa ülkesini hiç değilse son felaketten, kendisini de bugün için düştüğü durumdan kurtarabilirdi. Ama o, savaşsız değil, savaşla gitti.

Akıbeti ise yukardaki tahminlerimiz gibi olmadı. Yani cesedi “Bağdat’taki bir harebenin altında” bulunmadı. Hitler’inkine benzer biçimde,“bir sığınakta, başına kurşun sıkılmış” veya “yakılmış” olarak da bulunmadı.. Hayır, o bunu yapacak kadar bile onura sahip değilmiş. Bağdat’ın, firavunlara ve Büyük Selahadddin’e özenen kanlı, acımasız, kibirli diktatörü pek kof çıktı. Sekiz aylık bir kovalamacadan sonra, yer altındaki bir oyukta, bir başına, saçı sakalı birbirine karışmış olarak bulundu. Ne direndi, ne yanındaki tabancayla kendi kafasına bir kurşun sıkmayı göze aldı. Ağzına fener tutan, başında bit muayenesi yapan düşmanına karşı tepkisiz ve kendini acındırma duygusuyla teslim olan, bitkin bir dilenci gibiydi…

Biz Kürtler, Ortadoğu yapımı olan benzer bir filmi sanki daha önce seyretmiştik… Kim bilir, belki buna da, iğneyle ya da hapla uyuşturucu vermişlerdi! (Zaten bazı yakınları öyle diyorlar..) Belki de gözlerini açar açmaz, Amerikan askerlerine ilk söz olarak “biz zaten eski dostuz,” diyecekti! Ardından, CIA ile 1960’lı yıllardaki verimli işbirliğini, Abdülkerim Kasım yönetimine ve komünistlere karşı ortak operasyonlarını, İran’a savaş açmaya, kimyasal silahlar edinmeye ve kullanmaya kadar giden sıkı ilişkilerin örneklerini anlatacaktı… Ne yazık ki bunlara kulak misafiri olamadık!

Ama Saddam, belki de “iğnenin tesiri” erken geçtiği için, Demirel’in deyişiyle, bu “pek akıllıca sözleri” söylemedi... Üstelik, gelen ilk haberlere göre -bazılarının ustası olduğu “taktik sanatı”ndan belki de habersiz olduğu için- ne pişmanlık ifade ediyor, ne özür diliyordu. Ama öyle de yapsa, kuyruğu hala dik tutmaya çalışsa da, bu, Saddam’ın hem acı hem utanç verici sonunu değiştirmeye, onu bir kahraman yapmaya yetmez. Diktatörün ve rejiminin sonu geldi. O bundan böyle artık ya bir Irak mahkemesi önünde ya da uluslararası bir mahkemede ağır, yüz kızartıcı suçlarının hesabını verecek.

Saddam neden bu duruma düştü? Bu soruyu daha önce, yukarda sözünü ettiğim 15 Şubat tarihli yazıda da sormuştum. Aynı şeyleri tekrarlamamak için, orada söylediklerimi, uzunca bir alıntı biçiminde de olsa, aşağıya alıyorum:

“Saddam neden bu duruma düştü ve neden Irak´ı bu duruma düşürdü. Bu trajedinin sorumlusu Saddam´ın kendisinden, onun temsil ettiği ilkel, despot sistemden, Bağdat rejiminden başkası değil.

“Bağdat´ta önce krallık vardı, 1958´de yıkıldı. Ama sözde devrimle gelen ve bir cumhuriyet kuran generaller de bir şeyi değiştirmediler. Onları izleyen sözde Sosyalist Baas Partisi de.. Bunların hiçbiri halka demokrasiyi, Kürtlere özgürlüğü layık görmedi.

“Şu sosyalizm suyuna batırılmış, Arap milliyetçisi, militarist ve dört dörtlük şoven Baas Partisi 1968 yılında, Hasan El-Bekr’in liderliğinde iktidarı ikinci kez ele geçirdiğinde Saddam darbenin güçlü adamlarındandı, genç ve hırslıydı.. Çok geçmeden yönetime tek başına egemen oldu. O da Kürtlere karşı kendisinden öncekilerin başlattığı savaşı sürdürdü. Yıllarca Kürdistan´ın dağını taşını bombaladı, Kürt köy ve kasabalarını yerle bir etti, kimyasal silah bile kullanıp kitle kırımı yaptı; 1975´te, 1988´de ve 1991´de üç kez Kürt halkını yüzbinler halinde İran ve Türkiye sınırlarına sürdü.

“1980 yılında Şahlığın yıkılışını ve İran ordusunun dağınıklığını fırsat bilerek, ABD´nin yaktığı yeşil ışıkla İran´a saldırdı ve sekiz yıl savaştı.

“1990´da Kuveyt´i işgal etti, böylece tüm dünyayı karşısına aldı ve bunun yol açtığı Körfez Savaşı´nda feci bir hezimete uğradı, müttefiklerin koşullarını kabul edip teslim oldu. Sırtı daha yerden kalkmadan zırhlı birliklerini Kürdistan´a sürdü, kuzeyde Kürtleri, güneyde Şiileri ezdi.

“Ondan sonra da Irak halkını bir cenderede tutmayı sürdürdü. Kerkük ve Musul yöresini Kürtlerden boşaltma, Araplaştırma çabalarına hız verdi. Söz verdiği halde biyolojik ve kimyasal silahları yok etmemek için direndi, onları sakladı, böylece Irak üzerindeki cenderenin sürmesine yol açtı.

“Tüm bu savaşlarda ülkesini perişan etti, yıkıma uğrattı, halkına acı çektirdi ve ülke kaynaklarını telef etti. Oysa bir petrol deryasının üzerinde oturuyordu. Halkına özgürlük tanısa, Kürt sorununa barışçı bir çözüm bulsa, komşularıyla barış içinde yaşamayı seçse Irak göz kamaştırıcı, gelişmiş, bayındır bir ülke olurdu.

“Ne yazık, ülkelerin olanaklarıyla yönetimleri her zaman uyumlu değildir. Toprağı yaşanası kılacak olan üzerinde yaşıyan insandır. O insan çağdaş, uygar bir yönetim oluşturacak kadar gelişmemişse sahneyi yönetici adı altında ilkel adamlar, zorbalar, tufeyliler sarar. Ve bereketli toprak, su, yer altındaki petrol, demir, bakır, krom yoksulluğu yenmeye, insanca bir yaşam kurmaya yetmez.

“Bunun tek örneği Irak da değil. İşte İran, Suudi Arabistan, Türkiye; işte tüm Ortadoğu!..

“Gerçi Saddam bütün bunlar olurken kendisine 70 kadar saray yaptırmaktan geri kalmadı; onları mermerle, altın-gümüşle bezedi. Kentlerin girişlerine, meydanlara, yol kavşaklarına onlarca kocaman heykelini diktirdi. Resimleri tüm devlet dairelerini, salonları, duvarları, vitrinleri, otomobil camlarını kapladı. Kendisini putlaştırdı, bir firavuna -haklı olarak-, Selahaddini Eyyubi´ye -haksız olarak-  özendi. Kendinden pek emindi; saltanatının, gücünün hiç sona ermeyeceğini sandı.. İstihbarat örgütünün gözdağlarıyla, zindanlarla, idamlarla, kırımlarla, binbir dehşetle ürkütülmüş, rejim tarafından istenilen yöne sürüklenen kitleler sokaklarda sık sık,  “kalbimizle, ruhumuzla, canımızla seninleyiz Saddam!” sloganları eşliğinde gösteriler yaptılar ve bu, filmin sonuna yaklaştığımız şu günlerde bile devam ediyor. Ne var ki tüm bunlar  halkın sefaletini gidermeye, Irak´ın insanlarını mutlu etmeye yetmedi. Kendisinin bugün yüzyüze geldiği acılı sonu önlemeye de..”

Saddam’ın yakalanışı, küçük bir kesimin dışında, Irak halkı arasında yeni bir bayram sevincine yol açtı. Özellikle de Kürtler ve Şiiler bakımından. Ama Irak Sünnilerinin bile aklı başındaki çoğunluğu bu zorbanın çılgınlıklarından bıkmıştı ve zaten en yakınları bile zaman zaman onun şerrine muhatap olmuşlardı. Saddam’ın ve rejiminin gidişi Irak için yeni ve olumlu bir geleceğin ufkunu açıyor.

Saddam’ın yakalanışı, şu anda, daha çok Bağdat çevresinde görülen direnişi nasıl etkileyebilir? Elbet, bununla direnişin ansızın sona ermesi beklenemez. Hatta, diktatörün yakalanmasının taraftarları arasında yol açtığı öfke ve tepkiyle, ilk günlerde eylemler artar gibi oldu. Ama bu geçicidir. Saddam’ın ele geçmesi bu kesimin morali üzerinde ister istemez olumsuz bir etki yapacak, umutlarını biraz daha söndürecektir.

Direnişin başarılı biçimde sürmesi, kitlelerden destek almasına bağlıdır. Oysa bu destek başından beri “Sünni Üçgeni” denen kesimle sınırlıdır. Öte yandan, buradaki kitle desteği de giderek azalmaktadır. Özellikle eylemlerin artık yardım kuruluşlarını ve sivil halkı hedef alması, onları kör terör eylemleri düzeyine düşürmekte, kitle desteğinin tümden kopmasına yol açmaktadır. Böyle bir ortamda, savaşmak için Irak’a sızmış El Kaide türü fundamentalistlerin de barınma ve eylem yapma şansları azalacaktır.

Söz konusu eylemler, hiçbir şekilde Irak halkının özgürlük mücadelesini yansıtmıyor. Bunlar bir yönüyle acımasız bir rejimin, canavarın son kuyruk titretmeleridir. Bu eylemler üstelik, yönetimin Iraklılara geçmesi ve işgalin sona ermesini, demokrasi ve barış yönündeki yapılanmayı, Irak’ın yaralarını sarmasını geciktiriyor.

Tüm bu nedenlerle, eylemler bir süre daha devam etse bile, bunun uzun sürmeyeceği, durumun giderek normalleşeceği, Irak geçici yönetimi ve ittifakın üzerinde uzlaştığı takvimin işleyeceği kanısındayım. 

Sadam’ın nerede, nasıl bir mahkemede yargılanacağı da şimdi tartışma konusu. Iraklılar Irak’ta ve Irak’lı yargıçlar tarafından yargılanmasını istiyorlar. Uluslararası bir mahkemede yargılanmasını veya mahkemenin karma olmasını savunanlar da var. Kanımca ha Irak’ta, ha Irak dışında Lahey’deki türden bir uluslararası ceza mahkemesinde yargılansın, sonuç fazla değişmez. Saddam’ın idam edilip edilmemesi de o kadar önemli değil. Önemli olan ondan ve şu anda yakalanmış, daha da yakalanacak olan suç ortaklarından, jenosit dahil, işledikleri insanlığa karşu suçların hesabının sorulması ve cezalandırılmalarıdır.

Görünen o ki, şu veya bu şekilde onlardan bunun hesabı sorulacak. Bu, tanık olduğumuz güzel bir tarihsel an. Elbet dünyamızda tek zorba, tek soykırımcı, kan dökücü diktatör Saddam değil. Dileğimiz o ki ötekiler de bunun hesabını versinler. Kimsenin yaptığı yanına kar kalmasın. Geçtiğimiz yıllarda İran Şahı, hamilerinin tüm çabalarına rağmen bir kitle ayaklanmasıyla kovuldu ve kısa zamanda kahrından öldü. Yunan Cuntası’nın albayları hala cezaevinde çile dolduruyorlar. Şili diktatörü bile, benzer bir duruma düşmese de, en azından iç ve dış kamuoyunda rezli oldu. Şili halkı nefretini, tepkisini ona karşı açığa vurabiliyor. Tedavi için yurt dışına çıktığında ise bir ara gözaltına alındı, istenmeyen bir canlı cenazeye dönüştü. Oysa diktatörlerin hepsi bu kadar şanssız değil. Yataklarında rahat biçimde ölenler ve ülkelerinde hala el üstünde tutulanlar da var. Örneğin Bizim Evren ve Şürekası.. Bodrum’da keyif çatıyor, zaman zaman da medyada, “Eski Cumhurbaşkanı” olarak boy gösteriyor…

Bu neden böyle? Evren ve ekibi, güdük ve kıytırık da olsa, Türkiye’deki parlamenter rejime son verdiler, Anayasayı çöpe attılar, siyasi partileri, demokratik örgütleri kapadılar, yüzbinleri işkenceden geçirdiler, yüzlerce insanın hayatına kıydılar. Bunların yaptığı Yunan Cuntası’nın yaptıklarının on katı, yüz katı ağırlığında bir cürümdü! Neden kimse onlardan hesap sormuyor? Neden onlar hala itibarlı ve el üstündeler?.

Ya onun ardından gelip, sözde sivil yönetim adı altında Kürdistan’da kirli savaş yürütenler, ülkemizi harabeye çevirenler, etnik temizlik yapanlar?.. Onların yaptığının Saddam’ınkilerden farkı ne?

Kanımca bunun iki nedeni var. Birincisi, tüm demokrasi palavralarına rağmen Türk halkı, padişahlık, sultanlık türü tek adam yönetimine alışık, baskıları kanıksamış… Celali İsyanlarından ve Alevi direnişlerinden bu yana, bu ülkede yüzyıllar boyu bir halk hareketi görülmedi. (Kürt ulusal direnişi ayrı bir olay elbet). Ne yazık ki, bu ülkede kitlelerin boyun eğme geleneği çok güçlü…

İkinci neden ise Türkiye’nin baskı rejiminin “hür ve demokratik dünya”dan sağladığı büyük destek. Evet, Türkiye askeri darbelerini, demokrasinin şampiyonları geçinen NATO ülkelerine, ABD ve Batı Avrupalılara dayanarak yaptı. Bu darbeler sola, demokrasi güçlerine ve Kürt ulusal hareketine karşıydı, statükoyu korumak içindi. O zaman ise Batının desteği statükoya idi, çıkarları öyle gerektiriyordu.. Bu nedenle Evren de Pinoşe gibi onlara dosttu…

Üçüncü bir nedenden de söz edebiliriz. Kenan Evren benzerleri bugün de iktidarda söz ve güç sahibiler. Zaten 12 Eylül faşist rejiminin kurduğu çark, gerçekte bir deli gömleği olan 1982 Anayasası, MGK’sı, YÖK’ü, RTÜK’ü, DGM’leri ve öteki kurum ve uygulamalarıyla devam etmekte…

Ama bu haliyle de Türkiye yine Batı’nın “hür ve demokratik” sisteminin dostu.. Ona hala ihtiyaçları var. Onu laik, hatta demokrat sayıyorlar!

Bu da herhalde bir tür “laik faşizm!..”

Uluslararası ilişkilerde ne yazık ki hala,  “dost” olunca, ha faşist olmuşsun, ha ortaçağ türü bir monark, fark etmiyor..

Öyle olunca da ne iç ne de dış güç dengeleri bu ülkenin Saddamlarından hesap sormaya elvermiyor..

Oysa ne zaman, çifte standart uygulamadan, burada ve her yerde darbecilere, faşistlere, ırkçılara karşı güçlü bir uluslararası tavır ortaya çıkar, uluslararası hukuk işlerse, insan hakları yerine ve adamına göre değil, her yerde ve herkes için savunulursa, o zaman artık iyi bir dünyada yaşadığımızdan söz edebiliriz. Öyle bir dünyada Saddamların yaşama şansı olmaz..

Ne yazık ki henüz o noktadan çok uzaktayız.

––––––––––––––––––––––––––––––

Tüm okurlarımın yeni yılını kutlar, yeni yılda kendilerine mutluluk dilerim.

 
PSK Bulten © 2003