Haftanın
Yorumu
SİVAS OLAYLARININ YILDÖNÜMÜ
VE BİR KEZ DAHA DİN VE LAİKLİK SORUNU
Kemal BURKAY
Hürriyet gazetesi günlerce Alevi Federasyonu aleyhinde
yayın yaptı. Sebebi de Federasyon yöneticilerinin
Kürt sorunu konusundaki demokratik yaklaşımı.
Bu anlaşılır birşey. Hürriyet Türkiye'deki
baskı rejiminin bir sözcüsü. Rejimin ise hem Kürt hem
de Alevi sorununa yaklaşımı bellidir.
Rejim yıllarboyu, Kürtlerin dilini, Alevilerin
inancını yasakladı. Her iki kesimi de horladı,
baskı uyguladı, zaman zaman saldırdı,
kıyımlar yaptı. Alevi Kürtler ise -ki bunlar
hem Kürt hem Alevi nüfusun önemli bir bölümüdür- her iki kesime
yönelik baskıdan da paylarını aldılar,
iki kat ezildiler.
Rejim 1960'lı ve 1970'li yıllarda bir yandan
kendi polisi, askeri ve komandosu ile ilerici güçlere, sola
ve Kürt ulusal hareketine saldırırken, öte yandan
bu güçleri kendi içinde bölmek farklı uluslardan ve inançlardan
emekçileri çatıştırmak için de sistemli çaba
harcadı. Bu işte kendi güdümündeki ülkücü faşistleri
ve şeriatçı grupları kullandı. Onları
sola, Kürt yurtsever hareketine ve ilerici-demokrat bir tutum
içindeki Alevi kitlesine saldırttı. Böylece hem
emek cephesini, hem de Kürt ulusal cephesini bölmeye çalıştı.
Bunda birhayli de başarılı oldu.
Bir başka deyişle o kadar "ayrımcılık"tan
dert yanar görünen rejim, aslında bu işi bizzat
kendisi ve acımasızca yaptı. Elazığ'da,
Malatya'da, Maraş'ta Çorum'da ve ülkenin dörtbir yanında
işi nerdeyse iç savaş çıkartacak düzeylere
vardırdı. Malatya'da Hamido'yu katleden, Maraş'ta
camiye bomba atan bizzat rejimin kendi ajanlarıydı,
kontrgerilla elemanlarıydı. Amaç kitleleri birbirine
düşürmek, ilerici güçlere saldırmak, ülkeye sıkıyönetim
getirmek ve darbe koşullarını hazırlamaktı.
12 Eylül darbecileri, böylece kendi döşedikleri
terör kaldırımına basarak iktidara geldiler.
İktidara el koyduktan sonra ise, kullandıkları
güçler de dahil herkesi susturdular, yasakladılar, içeri
tıktılar, farklı ölçülerde de olsa ezdiler.
Herkesle birlikte Erbakan'ı ve partisini susturdular
ama, sola ve Kürt ulusal hareketine, yani devrimci güçlere
karşı bir panzehir olarak gördükleri için dinciliği
daha da beslediler. İmam hatip okullarının
sayısını arttırdılar ve diğer
okullara da zorunlu din dersleri koydular. Bu politikanın
daha sonraki yıllarda ürünlerini vermesi kaçınılmazdı.
Nitekim solun yalnız ülkede değil, dünya çapında
yediği darbelerin ve sosyalist sistemde yaşanan
büyük çöküntünün, buna karşılık İran devriminin
ve İslami hareketin tüm bölgeyi saran yükseliş dalgasının
ardından, cini şişeden çıkarmış
olanlar korkuya kapıldılar. Bu kez de, sözde laikliği
koruma adına İslami hareketi budamak için harekete
geçtiler. Dünkü yedek güç, bu kez MGK kararıyla en tehlikeli
iç düşmana dönüştü!
Ya 12 Mart ve 12 Eylül öncesi alabildiğine kullanılan
diğer yedek güç, ülkücü hareket? 12 Eylül darbesinin
artından Türkeş ve adamları da içeri tıkıldılar.
Cunta rakip istemiyordu. Öte yandan Türk-İslam sentezini
resmi görüş haline getirmeyi de ihmal etmedi. Rejim ırkçı
ve şeriatçı propagandayı Kürt hareketine karşı
bol bol kullandı. Askeri helikopterlerden Kürt partizanlara
din adına teslim olmayı öneren risaleler atıldı.
1980'li yılların sonuna doğru Kürt ulusal
hareketinin kitleselleşmesi güç dengelerini etkiledi
ve rejimin politikalarında da değişikliklere
yol açtı. Rejim, karşısındaki muhalefeti
daraltmaya ve Kürt cephesini bölmeye yönelik yeni taktikler
geliştirdi. Özellikle, sosyalist sistemdeki çöküşün
ardından korkuları da dağıldığı
için, solun üzerindeki baskıları hafifletti, hatta
komünist partisi de kurulabilir dedi. Bunun yanısıra
Alevi kesimi üzerinde baskıları hafifletti, Alevi
derneklerini ve cemevlerini serbest bıraktı; böylece
sözde Alevileri "kucaklamaya" yöneldi. Amaç, Alevi
kitlesini hem devrimci sol örgütlerden, hem de Kürt ulusal
hareketinden uzaklaştırmaktı. Kanlı şekilde
bastırılan 1938 ayaklanmasının ardından
Tunceli yöresinde yapıldığı gibi, "biz
Horasandan gelmişiz, asıl Türk biziz" türünden
bir propaganda yeniden ısıtılıp sahneye
kondu. Alevileri hizaya getirmek için şimdiye kadar sopa
kullanılmıştı, şimdi havuç uzatılıyor
ve onlar yumuşak yöntemlerle yedeğe alınmak
isteniyordu.
Ancak rejim bu iki yüzlü politikada inandırıcı
olamadı. Yıllar yılı Alevi düşmanlığına
şartlandırılmış güvenlik güçleri,
polis-jandarma, yine aynı doğrultuda kışkırtılıp
eğitilmiş şeriatçı kesimler, yeni politikalara
gereği gibi uyum sağlayamadılar. 2 Temmuz 1993'teki
Sivas olayları rejimin maskesini düşürdü. Madımak
otelinde sıkıştırılan 37 aydın
kışkırtılmış şeriatçı
güçler tarafından güpegündüz yakılırken devlet
güçleri seyretti. Ne Cumhurbaşkanı Demirel, ne Başbakan
Çiller, ne de yardımcısı Erdal İnönü bunu
engellemek için birşey yapmadılar. Oysa bu fırsat
ellerinde vardı. Olaylara ilişkin istihbarat daha
günler öncesinden kendilerine ulaşmıştı.
Olay günü ise kuşatma ve saldırı saatlerce
sürdü.
Demirel, "güvenlik güçlerini halkla karşı
karşıya getirmeyin!" dedi. Yani bu, "olayları
seyredin!" demekti..
37 aydın yakılıp kül edildikten sonra
Çiller şöyle övünüyordu: "Otelin dışındaki
halkımızın burnu bile kanamamıştır!"
Nane molla Erdal İnönü ise, sanki başbakan
yardımcısı değil, bir korkuluktu; telefonla
yardım isteyen kurbanlara "sakin olun!" demekle
yetiniyordu..
Bu olay, her yıl Hacıbektaş şenliklerine
koşup sema dönenleri bağrına basma gösterileri
yapan Demirel'in ve öteki TC yöneticilerinin gerçek yüzlerini
açığa vurdu.
Erbakan ve tayfası ise hem baştan sona tertip
ve saldırının içindeydiler, hem de bu katil
güruhunun savunmasını üstlendiler.
Bunu izleyen Ümraniye olayları ise, rejimin niteliği
ve Alevilere yönelik tavrı konusunda varolan öteki kuşkuları
da dağıttı. önce kontgerilla elemanları
Ümraniye'de cemevini kurşunladılar, ardından
polis taş atan kitleye kinini kustu, tam bir kıyım
yaptı ve otuz dolayında genç insan yaşamını
yitirdi. Bu kıyımla ilgili açılan dava ise,
tüm benzerleri gibi uzun sürdü ve sonunda bir kez daha suçlular
aklandılar.
Şu günlerde tam da Sivas olaylarının
8. yıldönümüdür. Aynı günlerde partileri birkez
daha kapatılan şeriatçılar demokrasi yokluğundan
yakınıyorlar. Acaba demokrasiyi katletmek için yıllar
yılı nasıl demokrasi güçlerine karşı
kulanıldıklarını da anlıyabilmişler
mi? Geçmiş yılların cuma namazları ardından
"kahrolsun komünistler" naralarıyla giriştikleri
cihatları da hatırlıyorlar mı? Ya Sivas
olaylarını?..
Ya DEP'li milletvekilleri cezaevine gönderilirken bu
uygulamaya keyifle destek verdiklerini?..
Bu acımasız baskı ve sömürü rejimi,
varlığını sürdürmek için muhalefet güçlerini
böldü, birbirine düşürdü, herkesi kullandı, hala
da kullanmaya çalışıyor.
Rejim son dönemde, dinci kesime yaptıklarını
-türban yasaklama, parti kapama, yeşil sermameye yönelik
saldırı vb- sözde laikliği koruma perdesi altında
yürütüyor. Oysa bu ülkede hiçbir dönemde laiklik var olmadı
ve bugün de yoktur. Sadece dini kendi güdümüne alıp onu
kendi ideolojik amaçları ve politikası doğrultusunda
kullanmaya çalışan bir devlet vardır. Salt,
440 trilyonluk bütçesi ve 116 bin personeli ile Diyanet İşleri
Teşkilatı ve okullardaki zorunlu din dersleri bu
laiklik yalanını ortaya sermeye yetiyor.
Bu ülke laik olacaksa en başta Diyanet İşleri
Teşkilatı ortadan kaldırılmalı ve
okullardaki zorunlu din derslerine son verilmelidir. Devlet
din alanını ve yurttaşların inancını
düzenleme ve biçimlendirme hevesine son verip elini bu alandan
çekmeli, dini eğitim ve öğrenim cemaetlerin kendisine
bırakılmalı. Devlet salt kamu düzeni ve insan
hakları açısından gerekli denetimi yapmalı.
Kısacası, rejimin laiklik konusundaki söylemleri
tam bir sahtekarlıktan başka birşey değil.
Bu rejim demokrasiyi, insan hak ve özgürlüklerini, bilimi
olduğu gibi laikliği de tümüyle dejenere etmiştir.
Ama rejim bu alandan elini çekmeye niyetli olmadığı
gibi tek tip insan yaratmaya yönelik faşizan çabalarına
dini alet etmeyi sürdürüyor. Cezaevlerindeki solcuları
bir yandan F Tipi’nde soyutlayarak, işkence ve kıyımla
yıldırmaya çalışırken, öte yandan
din eğitimine zorluyor. Yine, bizzat MGK raporuna geçen
haliyle, sözde yasaklı tarikatlerle diyaloga geçerek
onları düzenden yana kazanmaya çalışıyor!
Fetullahçılarla bizzat Ecevit ve Demirel'in ilişkileri
bir sır değil. Nakşibendilerle de aynı
tür ilişkiler eskiden beri sürüp geliyor. Birçok siyasi
parti tarikat şeyhlerini yanlarına çekmek için yarış
içindeler. Bizzat MİT'in kendisi de boş durmuyor,
bunları sola ve Kürt hareketine karşı oluşturmak,
"devletin yüce çıkarları" uğrunda
biçimlendirmek için çalışıyor..
Yukarda değindiğimiz üzere, rejim, yalnız
Sünni İslamı değil, Alevi kitlesini de yanına
çekmek için yoğun çaba harcıyor. En azından
ilerici Alevi kitlesini pasifize etmek için çalışıyor.
Bu kesimin içinde de işbirlikçiler buluyor. Bunlardan
biri de Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan'dır.
Rejim, Hürriyet gibi maşaları eliyle Alevi Federasyonu'na
karşı kampanyalar açarken öte yandan Doğan
ve öteki işbirlikçiler eliyle Alevileri yedeğe almaya,
onları kemalizmin hizmetine sokmaya çalışıyor.
Doğan, Alevilerin özgürlük ve demokrasi mücadelesinden
uzak durmasını, cem evleri ve sema ayinleriyle yetinmesini
istiyor. Sözde "ayrımcılığa"
karşı çıkma adına Alevileri Kürt ulusal
mücadelesinden uzak durmaya, zorba devlete destek olmaya çağırıyor.
Peki ayrımcılık yapan kim? En basit
haklardan yoksun tutulan, dilleri kültürleri bile yasaklanan,
ülkeleri yanıp yakılan, milyonlarcası sürülen
koca bir ulus mu, yoksa bunları ona reva gören devlet
mi? Bay Doğan Akçadağ'lı, sözde Alevi Kürtlerin
piri. Ama onların haklarını inkarda Türk devleti
ile birleşiyor. Onlar üzerindeki zulmü alkışlıyor.
Ne için ve ne karşılığında? Bir miktar
Türk lirası ve bir post karşılığında
değil mi?. Bay Doğan'ın bu devletten bir tek
şikayeti varsa o da başında bulunduğu
vakfa yapılan yardımın yeterli olmamasıdır!
Peki yıllar yılı ezilen, horlanan, zaman
zaman kıyılan Aleviler politikadan uzak durabilirler
mi? Bir ülkede zulüm varsa, insan hakları ayaklar altındaysa
insanlar politikadan uzak durabilir mi? Günümüz Türkiyesinde
herkesin demokrasi için birşeyler yapması gerekmiyor
mu?
Aslında Türk egemen sınıflarının
kendileri, yukarda da örneklerini verdiğimiz gibi, başından
beri dini siyasete alet etmek, halkın dini duygularını
kendi çıkar ve politikaları yönünde kullanmak için
ellerinden geleni yapmışlardır. Halk kitleleri
açısından yapılması gereken ise, egemen
ve tutucu güçlerin istediğinin tam tersidir. Hangi etnik
kökenden, hangi dini inançtan olurlarsa olsunlar, yurttaşların
politikadan uzak durmaları mümkün değil ve gerekmiyor.
Ama yapılması gereken rejimin oyunlarına gelmemek,
kör mezhep ve din kavgalarına tutuşmamaktır.
Herkes için gerekli olan demokratik bir rejimdir. Herkese
özgürlük gerekli. İsteyen başını türbanla
örtebilmeli. Kimse başaçık ya da örtülü olmaya zorlanmamalı.
Aleviler inançlarından dolayı baskı görmemeli.
Hristiyanlar, Yezidi Kürtler de inançları nedeniyle hiçbir
baskı ve ayrımcılığa tabi tutulmamalılar.
Kürtlerin kültürel ve siyasal tüm hakları tanınmalı.
Çağdaş bir demokrasiye gerek var.
Özgür ve demokratik, ekonomik ve sosyal alanda gelişkin
bir toplum ancak böyle yaratılabilir. Bunun için rejimin
böl ve yönet politikalarına hayır demek ve elele
vermek gerekir.
|