PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Terör oyunu ve CHP’nin tavrı..

Kemal Burkay

Sevgili okurlar, 15-20 Kasım günleri İstanbul’da meydana gelen bombalama olaylarının ardından terör üstüne çok yazılıp konuşuldu. Bu konuda epeyce yazanlardan biri de benim. Ama konu bitecek gibi değil; çeşitli yönleriyle tekrar tekrar gündeme geliyor.

Söz konusu bombalama olaylarının failleri olduğu söylenen bazı kişilerin, yani canlı bombalar ve onlara yardımcı olanların adları açıklandı. Bunların geçmişte Hizbullah üyesi ya da yandaşı oldukları da belirtiliyor.

İlginç olan, bunların çoğunun aynı yöreden (Bingöl’ün Musyan –yeni adıyla Yamaç- Bucağı), hatta aynı aileden (Elaltuntaş) olmaları.. Ama daha da ilginci, bu ailenin ve bu yöredeki diğer birçok ailenin geçmişteki siyasi kimliği.. Bir dönem, ortaya çıktığı ilk yıllarda PKK’ya eğilim göstermişler. 12 Eylül sonrası MHP’li olmuşlar.. Hizbullah ortaya çıktıktan sonra da orada rol almışlar. Ama MHP ile de ilişkiler kopmamış. Hatta bu ailenin önde gelenleri son yıllarda ilçe ve il düzeyinde MHP’nin üst yönetiminde, il encümen üyeliğinde görev almışlar. Bunun yanı sıra müteahhit olarak, karakol yapımları dahil, devletten önemli ihaleler almışlar…

Türk devletinin sözcüleri de Türk basını da bu ilişkiler üzerinde pek durmadı. Hatta yabancı gazetecilerin Bingöl’e gidip araştırma yapmalarından tedirgin olundu. Laikçi-Kemalist kesim, bu kişilerin Hizbullah kökenli olduklarına dayanarak “İslami terör” yaftasıyla, faturayı AKP’ye kesip onu köşeye sıkıştırmaya çalıştı. Oysa, Hizbullah’ın geçmişte derin devlet tarafından eğitilip yönlendirilmiş olması bir yana, bu ailelerin MHP’li kimliği ve Bingöl gibi bir ilde devlet ihalelerini, hele hele karakol binalarının yapımını alacak kadar güvenilir bulunmaları çok daha fazla şey anlatmaktadır. Belli ki bunlar devletin adamı.

Bu ülkede geçmişte yer alan birçok provokasyonda, birçok “faili meçhul” diye nitelenen olay ve cinayette, derin devletle iç içe geçmiş MHP’nin ve onun bozkurtlarının izi saptandı. Son İstanbul bombalamaları değerlendirilirken de bu göz önüne alınmalı. Canlı bomba olarak bu olaya karışanların ve ailelerinin siyasal kimliği üzerinde iyi düşünülmeli. Böyleleri acaba derin devletin yönlendirmesi olmadan bunu yaparlar mı, yapabilirler mi?. Ve neden, örneğin bunların Hizbullah kökeninden söz edilirken (elbet Hizbullah’ın derin devletle ilişkileri de gizlenerek) MHP ile ilişkilerinden hiç söz edilmiyor?.

Belli ki birileri bu eylemleri iç politikada birilerine karşı kullanmak istiyor..

Bir başka ilginç nokta ise istihbarat alanında kimi önemli bilgilerin hükümetten esirgenmesi. Jandarma ve Genelkurmay’ın ellerindeki bilgileri hükümetle paylaşmaya yanaşmadığı basına yansıdı. Daha olaylar öncesi, bu eylemlere karışan birinin telefonlarını izlemek için Emniyetin yaptığı başvuru DGM tarafından reddedilmiş. DGM’lerin çoğu yargıç ve savcılarının “derin” kesimden, en azından AKP karşıtı bürokratlar olduğu düşünülürse, bu engellemenin nedeni daha kolay anlaşılır.

Daha da önemlisi, bu konuda olayların ertesinde yaşananlar. Hükümet, bu olaya karışıp da Suriye’ye geçtiklerini saptadığı 6 şüpheli kişiyi Dışişleri Bakanlığı kanalıyla Süriye’den istemiş, ama daha buna ilişkin operasyon yapılmakta iken Jandarma Genel Komutanlığı ad vererek açıklama yapmıştı. Söz konusu kişiler de –biri hariç- durumdan haberdar olup Suriye’de gözden yitmişler. Yani Türk Jandarması, bir bakıma bu adamların ele geçmesini önlemiş oldu.. Bu nedenledir ki, bizzat Dışişleri Bakanı Gül, jandarmanın bu alelacele açıklamasından yakındı..

Akla şu soru gelebilir ve gelmeli: Acaba bu kişiler, belli derin devlet odakları tarafından kullanıldıkları için mi yakalanmaları sakıncalı bulundu. Örneğin JİTEM’in bu işteki rolü ne?

Bizce AKP hükümeti de işin farkında. Abdullah Gül’ün, bombalama eylemlerinin hemen ardından, sıcağı sıcağına söylediği şu sözler ilginçti: “Bu işte kullanılan kuklalardan çok, asıl onları oynatanlar önemli…” Yani Gül, bunların kukla olduğunun, birilerinin de kuklaları oynattığının farkında idi.

Yine Başbakan Erdoğan’ın birkaç gün önce söyledikleri de ilginçti: “Biz sahneye konan senaryoların farkındayız ve bu oyuna gelmeyiz,” diyordu. Erdoğan bununla herhalde El-Kaideyi ya da tasmalı Türk Hizbullahı’nı değil, çok yakındaki birilerini, bu tür oyun ve provokasyonlarda usta olan Türk derin devleti çevrelerini kastediyordu.

Elbet ne Erdoğan ne de Gül bu senaristlerin adını açıkça koyamazlar. Bu “diplomatik ve politik” olmaz; üstelik kışkırtıcı, yani sakıncalı olur. Ama onlar da en azından bizim kadar bu andıççı, oyuncu, komplocu derin devlet çevrelerini bilirler. Bu oyunların bir bölümü bizzat onlara karşı oynandı ve hala oynanmakta…

Bizce derin devlet şu dönemde, Türkiye’nin AB üyeliğini ve ona bağlı demokratikleşme sürecini engellemek için yoğun ve canhıraş çabalar içinde. Bir yandan Kıbrıs’ta engeller çıkarıyor, öbür yanda terör bahanesini kullanıyor. Bu amaçla provokasyonlar düzenliyor, iç ve dış kamuoyuna yönelik psikolojik harekatları devreye koyuyor.

Acaba kulağı delik ve Türkiye’nin ıcığına bıcığına sızmış olan Amerikalılar ve İngilizler bu işin farkında değiller mi? Bizce onlar da çok iyi farkında. Ama bildiklerini söyleyemezler. Çünkü hem taraflar geçmişten bu yana benzer şeyleri birçok kez birlikte tezgahlamışlar, birbirlerini bu konularda eğitmişler, karşılıklı olarak yaptıklarına göz yummuşlar; yani birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya dökemezler; hem de bazan çıkarları çelişse de, onların hala birbirlerine ihtiyaçları var; köprüleri tümden atamazlar. Bu bir tür satranç oyunu ve her hamlenin sırası var…

Nitekim bir İngiliz parlamenter bunu açıkça dile getirdi, olayların arkasındaki Türk derin devletinin parmağını gösterdi. Ama o bir devlet ya da hükümet sözcüsü değildi; bu nedenle, yaptığı gerçeği söylemek de olsa, kimilerince patavatsızlık sayıldı!

Laikçi-Kemalist çevreler, “terörün adını koymadığı” için AKP hükümetini köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar. Onlara göre ise bu ad “islami terör”…

AKP liderlerinin terörün adını koyamadıkları bir gerçek. Ama onlar da ad koyabilselerdi, herhalde “derin devlet terörü” derlerdi ve üstelik bu akla daha yatkın olurdu..

Kısacası, terör adresi bir yakar top gibi; herkes onu kendi rakibinin, kendi düşmanının üstüne atıyor. Çoğu zaman da top ilgisiz, ya da en düşük derecede ilgili adamların elinde kalıyor.Gerçek faillerin adresini bilenler ise ya söylemeye ürküyor, ya da susmayı çıkarlarına uygun buluyor.

Bütün bu terör karmaşası içinde CHP’nin tavrı da her zamanki gibi. Olan bitenin iç yüzünü anlamaya, anlatmaya, kitleleri aydınlatmaya yönelik değil. CHP bir kez daha basit bir iç politika kapışmasının sınırlarını aşamıyor; devletçilik yapıyor, laikçi-kemalist kesimin sözcüsü olmaya özenip bundan rant elde etmeye çalışıyor. Bu nedenle de toplumun demokratikleşme ve değişim ihtiyaçlarına cevap veremiyor. Bir başka deyişle, CHP bir kez daha tutucu bir rol oynuyor.

CHP’nin gedikli sözcülerinden Ali Topuz, AKP’yi köşeye sıkıştırmak isterken bir kez daha onun islamcı kökenine değindi, Erdoğan’ın eski “Büyük Doğu Akıncılar” derneğinin yöneticilerinden olduğunu söyledi. Erdoğan, söz konusu örgütün liderlerinden biri miydi bilemiyorum, ama eski “akıncılardan biri” olması mümkün. Gerçekten de o kesimden geliyor. Ama bu şimdi neyi kanıtlar? 12 Eylül öncesinin ortalığı karıştıran, terör eken gerçek ve etkin odaklarını, yani asıl sorumluyu bize gösterir mi? Ya bugünün bombacılarının arkasındaki eli?..

Söz konusu İslamcı kesim 12 Eylül öncesi, gerçekten de, aynen Irkçı Bozkurtlar gibi yoğun biçimde kullanıldı. Cuma namazları sonrası düzenlenen kıyamlar hatırlarda. Maraş, Malatya, Çorum olaylarında, sola, Alevilere ve Kürt ulusal hareketine karşı düzenlenen nice eylemde onların da epeyce katkısı var. Sivas kıyımı ise tazedir. Ama unutmamalı ki onlar sadece kullanıldılar. Asıl patron arka plandaydı, Türk derin devleti idi, hatta yönlendirici el NATO’ya, CIA ve Pentagon’a kadar uzanıyordu. Bunun içindir ki 12 Eylül darbesi olduğunda bu tür kullanılanlar aynı zamanda harcandılar, en azından yedeğe alındılar; iktidar onlara teslim edilmedi.

Türkeş’in bir kurt kadar kanlı ve hazin öyküsü bir yana, Erbakan da iktidara her elini uzattığında, o el şu veya bu biçimde kesildi…

Bakalım AKP’nin kaderi ne olacak?. AKP bu kadar uyum sağladığı, IMF’ci ve AB’ci olduğu, Kürt sorunundan fersah fersah uzak durduğu halde yakasını hala kurtaramıyor. Çünkü “ülkenin gerçek efendisi” hiçbir zaman köylü olmadı. Gerçek efendiler ise iktidarlarını asla köylülerle, Türkiye’nin emekçi halkıyla paylaşmaya yanaşmadılar; hatta ülkenin burjuva hükümetlerini bile kaç kez alaşağı ettiler!

Çünkü bu ülkede laiklik de, demokrasi lafı da bir palavra. Bu ülkenin yönetimi hiçbir dönemde “halk yönetimi” olmadı.

12 Eylül darbesinin yaptıkları malum. Generaller bütün partileri kapatıp -Ecevit, Baykal, Demirel, Erbakan, Türkeş dahil- siyasi liderleri Zincirbozanlara, Mamaklara gönderdiler. Ülkeyi bir işkencehaneye çevirdiler. Demirel hazretlerinin bu toplum için lüks bulduğu 1961 Anayasası’nı ortadan kaldırıp (bunu başkaları yapmaya yeltense cezası idamdı; ama generaller yapınca devlet başkanlığıyla ödüllendirildiler) yeni anayasa adı altında ülkeye bir deli gömleği giydirdiler. Faşist çarkı MGK, YÖK, RTÜK, DGM’ler ve benzeri kurumlarla sistemleştirdiler.

12 Eylül’ün üzerinden 23 yıl geçti. Sözde cunta geri çekildi, bir dizi sivil hükümetler gelip geçti, yasaklı politikacılar yeniden sahneye dönüp başbakan ve cumhurbaşkanı oldular. Ama 12 Eylül’ün faşist çarkı değişmedi. Yetkin hukukçuların “bir polis tüzüğü” diye niteledikleri 1982 Anayasası da, faşist çarkın öteki yasa ve kurumları da.

Sözde sivil politikacılar hem cesaretleri olmadığı, hem de kafaca Evren ve benzeri generallerden pek farklı düşünmedikleri için bu çarka dokunmadılar. Bu nedenle ne demokratikleşme yönünde bir adım atabildiler ne de ülkenin diğer temel sorunlarından herhangi birini çözebildiler. Sonunda kitleler, 3 Kasım seçimleriyle onları çöplüğe gönderdi.

Onların yerine ezici bir çoğunlukla parlamentoya giren AKP ise, İslamcı gelenekten gelmesine, geçmişte, laik geçinen kesimin sözde çok önem verdiği batılı değerlerle başı pek hoş olmamasına rağmen, şu anda hem yüzünü AB’ye çevirmiş, hem de demokratikleşme yönünde, sınırlı da olsa bazı adımlar atmaya çalışıyor. CHP’liler de dahil, kimileri bunu takiye diye niteliyorlar. Varsayalım ki öyle. Bu, en azından AKP’nin, konjünktürel ve sınırlı da olsa, AB’ye yakınlaşmayı ve demokrasiyi kendi çıkarlarına uygun bulduğunu gösterir. Böyle bir şey fena mı?

Peki CHP? Eğer o gerçekten AB yanlısı ve –sosyalı bir yana- demokratsa, o zaman bu yönde AKP’yi teşvik etmesi, hatta demokratikleşme ve AB’ye katılım yönünde daha köklü öneriler yapması gerekmez mi?

Ama CHP, AKP hükümetinin en basit demokratikleşme adımlarına bile köstek olmakla meşgul. O vargücüyle statükoyu savunuyor. Statüko ise 12 Eylül’ün faşist çarkından başkası değil.

Bu haliyle CHP çok kötü durumda ve kitlelere verebileceği hiçbir umut, hiçbir gelecek yok. İlerde bir kez daha baraja takılırsa hiç şaşmamak gerek..

 
PSK Bulten © 2003