Türkiye kendi
zincirlerini çözmeli
Kemal BURKAY
Türkiye son krizle bir kez daha
tozdan dumandan görünmez oldu. Bu kez iş çok daha ciddi.
Siyasi ve ekonomik kriz içiçe geçti ve toplumu
derinden sarsıyor. Durum, hiçbir pembe tablo ustasının
gizleyebileceği türden değil.
Türk medyasında bu durum “deniz
bitti”, “motor durdu”, “araba devrildi” ve benzer sözcüklerle
anlatılıyor.
Peki bu duruma bir günde mi gelindi?
Son krizin baş nedeni Sezer’le Ecevit arasında patlak
veren kavga mı? Ya da sorumlu, kimilerinin ve tuttuklara
tarafa uygun olarak gösterdikleri gibi, Sezer ya da Ecevit
mi? Bu tür yaklaşımlar son derece yüzeysel olur
ve bu büyük yıkıntının nedenlerini açıklamaya
yetmez.
Kuşkusuz olayların gidişinde
kişilerin payı var. Son krizin patlak vermesinde
de Sezer’in ve Ecevit’in elbet bir rolleri ve payları
var. Bu açıdan baksak bile, sayın Sezer’i suçlamak
haksızlık olur. Bazıları onun üslubunun
son tartışmaya yol açtığını
söylüyorlar. Sayın sezer elbet
politikada deneyimli biri
değil. Öneri ve eleştirilerinde haklı olsa
bile, bunun yöntemini ve üslubunu iyi seçememiş olabilir.
Ama sözde deneyimli, elli yılın politikacısı
Ecevit’in yaptıklarına ne denir?.
Aslında bu olayda, işleri
bu noktaya getiren Ecevit’in tutumu oldu.
Sayın Sezer’in daha seçilmeden
önce de hukukun üstünlüğüne değer veren bir hukuk
adamı olduğu ve fincancı katırlarını
ürkütme pahasına da olsa görüşlerini dile getirmekten
çekinmediği biliniyordu. Sayın Sezer seçildikten
sonra da yetkilerini hukuk içerisinde kullanmaya çalıştı
ve öteki
yönetenlere de hukuka uyma yönünde çağrı üstüne
çağrı yaptı. “Yalnız yönetilenler değil,
yönetenler de kurallara uymalılar,” dedi. Yaşantısı
sözüne uygun ve gösterişten uzak oldu. Kendisini bir
padişah gibi değil, yurttaş gibi gördü. Türkiye
gibi, yönetenlerin kendilerini şah ya da sultan sandıkları
bir Ortadoğu ülkesinde böylesi bir tutum alışılmadık
bir şeydi. Ama halk da bu yüzden Sezer’i sevdi, ona sahip
çıktı.
Ne var ki, Ecevit de dahil olmak
üzere, öteki hükümet ve devlet adamlarının böyle
bir sorunu yoktu ve şimdi de yoktur. Onlar kurallara
uymayı sadece yönetilenler için düşünmeye ve kendileri
kuraldışı davranmaya, kendi yaptıkları
yasaları bile çiğnemeye alışkındırlar.
Onlar hukuka değil, hukuk onlara uymalı! Suçlar
da yoksullar ve zayıflar
için, cezalar da.. Bu ülkede işkencenin, zulmün, faili
meçhullerin, yargısız infazların, hırsızlık
ve vurgunların bu kadar yaygın olması boşuna
mı?.
Bu baylar Sezer’i seçtiler ama,
onun da kısa sürede
hizaya geleceğini, kendilerine benzeyeceğini düşündüler..
Düşündükleri olmadı. Sezer hukuku ve demokratik
kamuoyunun eğilimlerini gözetti, hükümetin yasalara aykırı
kararnamelerine onay vermedi. Hükümet tarafı, özellikle
de Ecevit ve yardımcısı Hüsamettin
Özkan ise bunu içlerine sindiremediler.
Sayın Sezer’in tutumunu
"nankörlük" olarak nitelediler.
Ecevit, lafta “hoşgörü” sözcüğünü
çokça kullanmasına rağmen, gerçekte hoşgörüden
yoksun biridir. Bu ise bir siyaset adamı için büyük kusurdur.
O, dediği olmayınca sinirlenen, inatçı, kaprisli
biridir ve kendisini haklı göstermek, dediğini yaptırmak
için mantığı bir yana bırakır, duygularıyla
davranır. Son dönemde, herhalde yaşlılığın
ve hastalıkların da etkisiyle bu huyu çok daha belirgin
olmuştur.
Nitekim, Sezer’le ilişkilerine
de bu tutumu egemen oldu. Sayın Sezer, sakin bir şekilde
doğru bildiğini yaparken ve kamuoyu önünde laf dalaşından
dikkatle uzak dururken, Ecevit
her keresinde Cumhurbaşkanı’nın,
gönlüne göre olmayan bu yetki kullanma tarzını uyumsuzluk
olarak niteledi ve olur olmaz
kamuoyu önünde suçladı,
şikayet etti, onu baskı altına almaya çalıştı.
Son olayda da aynen bunu yaptı.
Bazıları, Ecevit’in
bu süregelen kışkırtıcı ve sorumsuz
tutumunu görmezden gelerek sayın Sezer’in Ecevit’e ve
bir bütün olarak hükümete yönelttiği eleştirileri
MGK’da, bürokratların önünde yapmasını ve üslubunun
sertliğini eleştiriyorlar. MGK toplantıları
halktan gizli olduğu için, orada ne konuşulduğunu
ancak Ecevit ve çevresinden duyuyoruz. Söylenenler acaba ne
derece doğru? Neden bir karar alıp ses bantlarını
kamuoyuna açıklamıyorlar?
Öte yandan, yolsuzluklar konusunun ve hükümetin tutumunun
MGK’da, “bürokratların önünde” eleştirilmesi yanlış
ve teamüllere
aykırı mı? Geçmişte hiç böyle şeyler
olmadı mı?.
Bu MGK anayasal bir kurum, üstelik
fiiliyatta hükümetin ve parlamentonun
üstünde değil mi? Ülkenin tüm temel sorunlarına
ilişkin politikalar orada belirlenip gereği yapılmak
üzere hükümetin ve parlamentonun önüne konmuyor mu?. Öyle
olunca, Cumhurbaşkanı’nın,
Ecevit’le vaya hükümetle arasındaki sorunları, günübirlik
şekilde medyaya taşımayıp oraya getirmesi
daha uygun değil mi?.
Sayın sezer, işte bunu
yaptı. Son olarak, Devlet Denetleme Kurulu’nu çalıştırmasına
tepki gösteren Ecevit’in, bunu kameraların önünde ve
alaylı bir şekilde “denetimin denetlenmesi”
diye nitelemesi, herhalde bardağı taşıran
damla oldu ki, Sayın sezer MGK toplantısında
ona Anayasa’yı ve ondan doğan yetkilerini hatırlattı.
Sezer ayrıca, hükümetin parlamentoyu
işlevsiz hale getirmesini, yargıya müdahale etmesini
eleştirdi ve kuvvetler ayrılığı ilkesini
hatırlattı. Bunlar yalan mı? Bunlar demokrasiye
aykırı ve diktatörce tavırlar değil mi?
Onlara birilerinin bunu hatırlatması gerekmiyor
muydu? Sayın Sezer eğer
cumhurbaşkanı olarak bunu yapmışsa, bu
adil ve saygı duyulacak bir tavırdır.
Ama belli ki bu baylar Sezer’i
bir oyunbozan olarak görüyorlar. Onun eski köye yeni adet
getirmesini sindiremiyorlar. Seçimine
önayak oldular diye, onların her
dediğini değil,
hukukun gereğini yapan Cumhurbaşkanı’nın
bu tutumunu "nankör
kedi"lik olarak niteliyorlar.
Kendilerine yönelik eleştirileri ise
"terbiyesizlik" ve “küstahlık”
sayıp kamuoyu önünde
ona hakaret etmeye kadar
işi vardırdılar.
Asıl bu tavır,
hukuk ve devlet adamlığı adına tam bir
sorumsuzluk ve sefalet örneği
değil mi?.
Ecevit’in
ve yandaşlarının bu tavrı, salt Cumhurbaşkanı’ndan
sert uyarılar almaları nedeniyle gururları
incindiği için değildir. Çünkü
onlar, yıllardır
generallerden fırça yerken hiç de bunu gurur sorunu yapmadılar.
Ama hükümetin kimi yolsuzluklara
göz yummakla suçlanması
ve Devlet Denetleme Kurulu’nun
kimi kamu bankalarındaki
yolsuzlukları araştırmaya yönelmesi bu tepkilerin
asıl nedeni olsa gerek.
Belli ki Ecevit ve bazı bakanları bundan ciddi kaygı
duyuyorlar. Kimileri foyaları meydana çıkmasın,
Ecevit ise şu kutsal ve
"alternatifsiz" hükümetin
başına birşey gelmesin diye..
Sayın Sezer’in
MGK toplantısında
hükümete bazı uyarılar yapmasında ise
garipsenecek birşey
yok. Eğer hükümet, parlamentoyu işlevsiz kılma
ve yargıyı baskı altına alma türünden
davranışları bir alışkanlık
haline getirmişse, yani
anayasa ve hukukdışı bir
tutum izliyorsa –ki hükümet
çoktandır bunu pervasızca yapmaktadır-
bu uyarıları yapması
görevidir de. Cumhurbaşkanı
bu uyarıları, doğrudan 65 milyonun önünde
de yapabilirdi. Bundan çok
daha fazlasını, bu sistemin
rezilliklerini ve çıkmazlarını,
yönetimin sorumsuzluklarını kamuoyu önünde açıklayabilir
ve düşündüğü çıkaryolu gösterebilirdi. Bu konuda
düşündüklerinin boyutu, çerçevesi nedir ne değildir,
elbet bilemeyiz; ama keşke çok daha geniş bir açıdan
sorunlara ve onların çözümlerine
parmak basabilse ve bunu çıkıp dobra bir sesle
kamuoyunun önünde dile getirseydi..
Halka bu tür bir sesleniş, belki de bu ülkenin tarihinde
bir dönüm noktası olur, bir şok etkisi yapar ve
milyonların uyku mahmurluğundan sıyrılmasına
yardımcı olurdu. Ama böyle şeyler şimdilik
galiba bir hayal..
Özetle, bu son olayın patlak
vermesinde de sorumsuzluk sayın Sezer’in değil,
Ecevit’indir. Kaldı ki kapalı kapılar ardındaki
olayı düşünüp taşınmadan yıldırım
hızıyla kamuoyuna
taşıyan ve böylece
krizi ateşleyen de yine Ecevit oldu. Bu da Ecevit’in
aşırı duygusallığının yeni
bir örneği. Mantığıyla değil, duygularıyla
davranan böyle birinin orada kaptan mevkiinde bulunması
bir ülke için ne talihsizlik! Hem de ekonomisi sırat
köprüsü üzerinde yol alırken..
Peki, salt bu açıdan bile
baksak, Ecevit gibi birinin orada tutulması salt onun
suçu mu? Demirel’in yanısıra böyle bir politikacının,
40-50 yıldır eskici dükkanına düşüp düşüp
geri gelmesi nasıl bir şeydir? Bunlar hangi sorunları
çözdüler de, bu ülkeye hangi ufku açtılar da böyle el
edilemez oldular?.. Nasıl oluyor da bu ülke Ecevit gibi
artık fizik olarak ayakta durmakta, yürümekte ve konuşmakta
zorluk çeken, yaşlı bir kaynana gibi aşırı
duygusal ve hırçın birine mahkum?.. Salt bu durum
bile Türkiye politikasının genel zaafını,
değişim ve yenilenme, sorun çözme yeteneğinden
yoksun oluşunu gözler
önüne sermiyor mu?
Öte yandan
Şubat 2001 krizi gerek politik, gerekse ekonomik açıdan,
salt Sezer-Ecevit kavgasına bağlanamaz. Böyle bir
bakış açısı tek tek ağaçlara bakıp
ormanı görmemek olur. MGK’da cereyan eden olay salt bir
vesile, bir kıvılcım oldu. O olmasa, çok geçmeden
bir başka kıvılcım ortalığı
yangın yerine çevirecekti.
Bir hasta düşünün, yıllarca
ya doktor yüzü görmemiş, ya da yanlış teşhis,
yalnlış tedavi sonucu -aynı zamanda doğru
dürüst bir besin rejimi olmadan-
gittikçe kötülemiş;
eski hastalığa yenileri eklenmiş, içten içe
çökmüş; aynı zamanda psikolojik durumu bozulmuş..
Böyle bir hasta hafif bir esintiden yatağa düşüp,
ya da yediği bir yumutadan ansızın tansiyonu
fırlayıp hastaneye bile ulaşmadan komaya giriyor..
Neden, penceredeki hafif esinti ya da yumurta mı?..
Türkiye’nin durumu da işte
bu. Türkiye yıllarboyu kötü yönetildi. Yönetenler sorunları
çözemediler,
ama ağırlaştırdılar. Ülkenin kaynaklarını
yanlış yolda tükettiler, heder ettiler. Politik
ve ekonomik bunalım böyle oluştu, böyle büyüdü.
Bu rejimin ikide bir krizlerle sarsılmasına değil,
asıl hala ayakta kalmasına şaşmak gerekir.
Son üç ayda peşpeşe
patlak veren iki krize (Kasım 2000 ve Şubat 2001)
bakın. İlkinde bankalar sistemi çöktü, birkaç günün
içinde 7 milyar dolar ülkeden kaçtı, faizler fırladı,
borsa dibe vurdu. Ancak IMF’nin 10 milyar dolarlık desteği
ile bu badire atlatıldı. Daha doğrusu, henüs
atlatılmadan, artı şoklar
sürerken, yani nekahet devresinde
Şubat krizi patlak verdi
ve IMF’nin verdiklerini de birkaç saat içinde süpürüp götürdü;
faizler 7500’e fırlarken, borsa yeniden dibe vurdu, ortalık
ana baba gününe döndü…
Bu krizle birlikte bir buçuk yıldır
izlenen ve sözde üç yıl içinde ülkeyi düze çıkaracak
olan ekonomi programı
çöktü, develüasyona
gidildi, Türk lirasının değeri döviz karşısında
yüzde 56 düştü, Sakıp
Sabancı’nın deyişiyle
bir gün içinde Türkiye yüzde 40 yoksullaştı!
Peki bu serbest piyasa ekonomisi
denen şey Alaattinin lambası gibi bir şey mi?
Sihirli bir el, kişileri olduğu gibi ülkeleri
de bir anda abad, ya da berbat
mı ediyor?..
Ekonomi, piyasa, borsa, para politikaları,
kur, faiz, kredi, enflasyon, develüasyon, vs. vs… Bu işlerden
anlayanlar çok!.. Ekonomistler, politikacılar, işverenler,
borsacılar, medya kalemşorları… Öyle tartışmalar
oluyor ki sıradan vatandaşın kafasının
allak bullak olmaması için hiç bir neden yok. Ancak bize
öyle geliyor ki bu sayın tartışmacıların
çoğu, tek tek ağaçlara bakıp ormanı göremeyen
türden.. Denizin içinde,
ama denizi anlamayan mahiler
(Kürtçe adıyla "masi"ler)
gibi… Ya da bu kişiler,
dipten gelen
dalgayı biliyorlar da ondan söz etmek işlerine gelmiyor,
herşeyi yüzeydeki esintilerle izah etmeye çalışıyorlar.
Bunların kimine göre, Sezer
konuyu MGK’ya getirmese bu kriz patlamazdı! Kimine göre,
Ecevit toplantıyı terk etmese, ya da tartışmayı
kamuoyuna aktarmasa, işler yolunda gidiyordu..
Kimine göre Sezer ve Ecevit barışırlarsa
ödenen ağır bedele rağmen bunalım atlatılır…
Kimine göre hükümet,
önüne koyduğu programda kararlı davranmadı,
örneğin özelleştirmelerde gecikti, yolsuzluklarla
mücadelede çifte standart izledi, kimilerini korudu..
Kimine göre,
yolsuzlukların üzerine giderken yanlışlık
yapıldı, kurunun yanında yaş da yandı..
Kimine göre suçlu IMF;
enflasyon içinde büyümeye göz yumacağına Türkiye’ye
kemer sıkma politikasını dayattı…
Kimine göre, sözkonusu IMF destekli
programın başarısı siyasi istikrara bağlıydı.
Ve ekonomi sırat köprüsü üzerinde yol alırken Sezer’in
aksırması, Ecevit’in öksürmesi herşeyi tepe
taklak etti!..
İşte Türkiye’de, son
krizle ilgili olarak tartışmalar bu minval üzere
gidiyor..
Bana kalırsa bu, başını
kuma gömen devekuşlarının tartışmasıdır.
Türkiye ilk kez siyasi ve
ekonomik bunalım yaşamıyor.
Belki bunun son yıllarda daha da şiddetlendiğinden
ve ülkenin artık yönetilemez, ekonominin de artık
Ecevit gibi ayakları üzerinde duramaz hale gelmesinden
söz edebiliriz.. Şimdi,
daha başta sorduğumuz soruyu tekrarlıyalım:
Türkiye bu noktaya bir günde mi geldi? Ve işlerin buraya
varmasının temel sebepleri ne?
Yapısı gereği zaman
zaman bunalım üreten kapitalist ekonominin niteliğini
tartışıp beylik laflar edecek, ya da Marks’ı
yeniden keşfedecek değilim. Bu türden sosyalist
gözüyle tahliller şu anda birşeyi çözmez ve zaten
kimse de, serbest
piyasa ekonomisinin kutsallaştırıldığı
bu ortamda bu tür laflara kulak asmaz! Bu sistemin kusurları,
zaafları ve bunalım taşıyıcılığı
bir yana, Türkiye’deki sistem,
gerçekte, batılı
ülkelerde gördüğümüz türden serbest piyasa ekonomisi
bile değil, çarpık, despotik bir rejim.
Çetin Altan bıkmadan yazıp
duruyor. Bu sistemin egemenleri, sanayi devrimini başarmış
bir ülkeyi yönetmiyorlar. Onlar, serbest rekabet rejiminin
galipleri değil, devlet dümenini
elde tutanlar, hazineden geçinenlerdir. Bunlar en az,
salt “kupon keserek” geçinen parazitler kadar üretimden kopuklar,
beleşçiler.
Türkiye’deki sistem başından
beri devlet eliyle kişiyi zengin eden
bir sistemdi. Hazineden geçinme,
kamu mallarından beslenme, has, zeamet ve tımar
gibi, Osmanlı’dan bu yana süregelen bir alışkanlık..
Yani talan, yağma, vergi, haraç ve angaryayla halkı
soyup sömürme sistemi.. Bu nedenle sözkonusu ekonomik sistemi
serbest piyasa ekonomisi saymak, Türkişi
demokrasiyi gerçek demokrasiyle
eşdeğer saymak gibi, yakıştırmadan
öte birşey değil. Bunun için de adına “karma
ekonomi” dediler. Ülke ekonomisi yıllarboyu bu ucube
çerçevesinde işledi.
Batıda serbest piyasa ekonomisi
demokrasi ile birlikte var. Diğer bir deyişle, serbest
olan yalnızca piyasa, üretim, arz-talep değil. Serbest
rekabetin yanısıra, düşanceler de serbest,
onlar da –koşullar tümüyle eşit olmasa bile- oldukça
özgür bir ortamda yarışıyor. İnsanlar
düşüncelerine uygun olarak serbestçe örgütleniyor, ülkenin
politik ve ekonomik yaşamına yön verme işine
katılıyor. Böyle
bir toplum saydamdır, yanlışın ortaya
konma ve düzeltilme şansı vardır.
Demokratik bir toplumda yalnız
mallar değil, düşünceler de özgürce üretilir; yani
insan beyni verimli şekilde işler, toplumun düşünsel
hayatı canlıdır, yaratıcıdır.
Böyle bir
toplumda yurttaş oyunun değeri vardır ve yönetenler
bunu hesaba katar.
Emeğin sömürülmesi, artı
değere el konması,
elbet tüm kapitalist toplumlarda sözkonusu. Ama demokratik
bir toplumda, iktidarın sahipleri hem iktidarlarını,
hem rejimi korumak için artı değerin bir bölümünü
de emekçiler ve yoksullar için harcarlar. Geniş sosyal
haklar emekçileri ve yoksulları korur. Yani belli sigortalar
çalışır. Oysa “Türkişi serbest piyasada”
sigorta yalnızca sopadır. Bu rejim emekçileri sadece
yolmasını biliyor. İşsizlik sigortası yasası bile
daha yeni çıkarıldı. Ama o da göstermelik. Milyonlarca işsiz
yine kendi kaderiyle başbaşa. Diğer sosyal haklar da öyle.
Sigorta kapsamındaki işçiler, memurlar ve emekliler
bile, örneğin sağlık sorunları olduğu
zaman hastane önlerinde per perişan oluyorlar.
Bu gibi ülkelerde emekçi ve yoksulları
denetim altında tutmak için başlıca mekanizma
yasaklar sistemi ve baskı çarkıdır. Bunun içindir
ki Türkiye’de tabular var.
Devlet ve hükümet nerdeyse kutsaldır,
eleştirilemez. Bu ülkede devlete ve hükümete yönelik
eleştiriler, çoğu zaman vatana ve millete ihanetle
eş tutuldu.
Devletin resmi ideolojisi Kemalizm
dini dogmalara dönüşmüştür, kutsaldır, tartışılamaz!
Türkişi demokraside beyinsel
üretim serbestisi hiçbir dönemde var olmadı. Bu ülkede
insanların düşünsel ve sanatsal yaratıcılığı
görülmemiş bir cendere içinde ezildi. Toplumun yaratıcılığı
köreltildi.
Egemenler dışındaki
büyük halk çoğunluğunun hem düşündüklerini
söylemesi, hem bu düşünceler doğrultusunda örgütlenmesi
hep yasaktı; bugün de öyledir.
Tabularla ve baskıyla yönetilen
bir ülkede yanlış politikaları ortaya koyup
değiştirme, düzeltme şansı yoktur; diğer
bir deyişle toplum yanlışa mahkumdur. Türkiye’de
rejim hep böyle işledi.
Böylece, iktidar gücünü elde tutanlar,
bir yandan yoksul halkı soyup sömürerek, öte yandan ezip
susturarak bildikleri gibi yönettiler ve başka bir seçeneğin
ortaya konmasına fırsat tanımadılar. Bu
nedenle kitleler hiçbir kötü
yönetimden hesap soramadı.
Vatandaşın sahibolduğu sözde seçmen oyu bir
işe yaramadı.
Türkiye’nin komşularıyla
ilişkileri hep gergin. Bu neden böyle? Örneğin kıbrıs’ın
işgal edilmesi, bölünmesi ve sorunun çözümsüz bırakılması
gerekli miydi? Bu konu özgürce tartışılamaz.
1915’te Ermenilere karşı
soykırım oldu mu olmadı mı? Ermeni tehciri
ve kıyımı bir gerçeklik mi değil mi? Bu
konu da resmi söylemin tekrarı dışında
tartışılamaz. İnkarcı resmi söylemden
farklı görüş getirenler hain sayılıyor..
Arap ülkeleri, İran, Yunanistan
-düne kadar Bulgaristan- neden düşmandan sayıldı,
ya da sayılıyor?
Ya kürt sorununa ne demeli? Bu
ülkede Kürt sorunu var demek bile yasak!
Bu konuda, inkarcı ve baskıcı resmi politikanın
dışında bir görüş ve öneri getirmek yasak.
Çünkü bu sorun da Türkiye’nin büyük tabularından. Bu
anlayışla Kürt
sorunu çözülebilir mi?
Türk devleti, şu 70 küsur
yıl boyunca onlarca Kürt ayaklanmasını bastırmak
için seferber oldu. Kürdistan’ı yakıp yıktı.
15 yıl süren son kirli savaşın yaraları
daha taze.
Kürdistan’ın Türkiye sınırları
içindeki parçası Türkiye’nin toplam yüzölçümünün
üçte biri. Kürt nüfusu da ülkenin toplam nüfusunun üçte biri.
Böylesine büyük bir ulusu zincire vurarak
ülkede iç barış ve gelişme sağlamak mümkün
mü? Salt bu sorunun çözümsüzlüğü bile sürekli kavga dövüş,
istikrarsızlık ve kaynakların boş yere
telef olması demektir. Çözülmemiş Kürt sorunu Türkiye’nin
bir ayağının sakat olması demektir.
Resmi rakamlara göre Türkiye, Kürtlere
karşı son 15 yıllık savaşta 100 milyar
dolardan fazla bir para harcadı. Kürdistan ekonomisinin
yıkımı ve bunun verdiği kayıplar
ayrı. Savaş nedeniyle uğranılan turizm
gelirleri kaybı ve öteki kayıplar ayrı.
Peki salt bu 100 milyar dolar bile
yatırıma gitseydi ülkenin çehresi nasıl olurdu?
Bunu soran var mı?
Ya da ülkenin parası böylesine
olumsuz, yıkıcı bir işte harcanırken
ülkenin ekonomisi düzelir mi? Bu soruyu soran var mı?
Ya bütçenin yaklaşık
üçte birinin, bazı yıllar yüzde 40’ının
askeri harcamalara gitmesi, Türkiye’nin durmadan silahlanması?.
Böyle bir ülke sağlığa, adalate, eğitime,
üretime para ayırabilir mi? Bu soruyu hiç soran var mı?
Kürtlere karşı savaş
zorunlu muydu? Kürtlerin hakları tanınsa, bu sorun
uluslararası hukuk normlarına
göre adil bir çözüme ulaştırılıp
her iki halkın birarada
barış içinde yaşama koşulları sağlansa
daha iyi olmaz mı? Bu soruyu hiç soran var mı?
Kürtleri zincire vurmak, sindirmek
için yürütülen bu acımasız savaşın yol
açtığı sosyal yaralar ise daha az önemde değil.
Ekonomi bu dönemde uyuşturucuya ve kara paraya bağımlı
hale geldiyse, çeteleler başını alıp yürüdüyse,
devlet çeteleştiyse, toplum şiddete tutsak olduysa
sebep yine Kürt halkına karşı yürütülen kirli
savaş ve bunun yanısıra sol ve demokratik güçlerin
yıllardır süren
bastırılması, yeraltına itilmesi, terörize
edilmesidir.
Bu devletin başındakilere,
gelip geçen hükümetlere, siyasi
liderlere, generallere, polis
şeflerine “neden böyle yaptınız?” diye soran
var mı?..
Hayır, bu soruları sormak
yasaktır. Bunu sormaya cesaret eden aklı başında
ve vicdan sahibi Türkler de vatan haini sayılır
ve Kürtler gibi ezilir.
İşte Türkiye böyle yönetiliyor.
Ordu ve polis,
özgürlük ve demokrasi tanımadığı kendi
halkıyla habire
savaşıyor, tüm enerjisini onu zapturapt altında
tutmak için harcıyor. Ülkenin dev kaynakları bu
yolda heder ediliyor. Böyle bir ülkenin sorunlarını
çözmesi, ulusal gelirinin hızla artması mümkün mü?
Böyle bir ülkenin krizden krize koşmaması mümkün
mü?
O halde, siyasal ve ekonomik krizle
ilgili olarak sorulacak sorular ve üstünde durulacak
nedenler asıl bunlardır. Sezer’in aksırması,
Ecevit’in öksürmesi değil!
Evet, sorun çok daha derinde, kökleri
geçmişte; ama çözümü de basit: Türkiye’nin demokrasiye
ihtiyacı var.
Serbest düşünce, serbest örgütlenme,
serbest politika… Diğer bir deyişle açıklık,
saydamlık.
Halkın yaratıcı
enerjisinin serbest bırakılması…
Ancak bu koşullarda toplum
özgürce tartışarak doğruyu yanlışı
seçer, kötü yönetimleri başından uzaklaştırır.
Değişim ve yenilenme ancak böylesine özgür koşullarda
mümkündür.
İç ve dış barışın
da sağlanması, ekonominin ve kültürün gelişmesi,
Türkiye’nin çağı yakalaması bununla mümkündür.
Kürt sorununun çözümü de, dinsel
inançların ve farkların bir sorun olmaktan çıkması
da buna bağlı.
Türkiye kendi yöneticileri eliyle
zincire vurulmuştur
ve öncelikle bu zincirleri
çözmek gerekir.
Bu aşamadan sonra yapılacak
şey, hala makyajla uğraşmak olmamalı.
Gerçek nedenlere inmeyip,
bundan ürkerek, tabular karşısında
sinerek, kriz için eften
püften nedenler, çözüm içinse eften püften çareler ileri sürmek
hiçbir işe yaramaz. Bu
erken bir seçimin de çözebileceği
düğüm değil. Bu hükümetin varlığı
gibi gitmesi de hiçbir derde
deva olamaz. Bu anayasa, bu siyasi
partiler ve seçim yasası, bu yasaklar
sistemi sürerken yeni bir seçim neyi çözecek? İktidardaki
partilerden bazıları gitse, muhalefetten bazıları
gelse ne değişecek? Bunlar tümü de denenmiş
partiler ve liderler.
Düğümün çözümü için çok daha köklü değişimlere,
dipten gelen bir dalgaya gerek var. Ülkenin
kaderinin gerçekten değişmesini isteyenler gözlerini
Türkiye’yi bağlayan zincirlere çevirmeli.
Tabular sistemi sorgulanmalı.
Kemalist dogmalarla, 70 yıl öncesinin değer yargılarıyla
topluma yön verilemez. Dogmaya çevrilen hiçbir düşünce
sistemi canlılığını ve sorunlara
cevap verme yeteneğini koruyamaz. Aristo iyi bir düşünürdü;
ama görüşleri bir dogmaya çevrilip de kendisinden yüzlerce
yıl sonra da tek doğru sayılır
olunca, bizzat düşüncenin önünde bir engele, metafiziğe
dönüştü. Marks insanlık tarihinin tanık olduğu
en büyük beyinlerden biriydi,
ama onun görüşlerini tartışılmaz bir dogmaya
çeviren ezberciler, marksist düşünceye ve pratiğe
en büyük zararları verdiler.
Yetmiş yılın politikaları,
eskiyen ve artık çağın, değişen toplumun
gereklerine cevap vermeyen devlet yapısı sorgulanmalı.
Bir general fermanı,
yasaklar demeti olan, çağdaş
hukukla hiçbir ilişkisi bulunmayan, bir deli gömleği
gibi toplumu
sıkan, elini kolunu bağlayan 1982 Anayasası
bir yana atılarak yerine çağdaş, demokratik
bir anayasa yapılmalı.
Kürt kimliği ve hakları
yeni anayasa ile tanınıp güvence altına alınarak
her iki halkın eşitlik temelinde ve barış
içinde birarada yaşama koşulları yaratılmalı
ve böylece Türkiye, Osmanlı dönemi ile birlikte ikiyüz
yıldır süregelen ve büyük bir yara gibi işleyen
bu iç sorundan kurtulmalı.
12 Eylül rejiminin faşist
kurumlarından ülke kurtarılmalı. En başta
MGK denen kurum sorgulanmalı. Parlamentonun
ve hükümetin üzerinde, generallerin
ağırlıkta olduğu, tartışmaları
ve kararları
halktan gizli böylesine mostra
bir kurum hiçbir demokraside olmaz. Bu, demokrasi
açısından trajikomik bir durumdur. Demokratik ülkeler
şurda kalsın, zaptiye kafasıyla yönetilen hiçbir
ülke sorunlarını çözemez.
Türkiye insanını şu
ya da bu kof gerekçeyle demokrasiye ve özgürlüklere layık
görmeyen anlayışlar bir yana itilmeli. Demokrasi
her yönüyle gerçekleşmeli.
Şiddeti benimsemeyen
hiçbir örgüt engellenmemeli;
toplumun düşünce, basın ve örgütlenme hayatı
tam bir serbestliğe kavuşmalı.
Hiçbir dil ve kültür engellenmemeli.
Ortaçağlarda bile görülmeyen böylesine ilkel, insanlıkdışı
uygulamalar artık son bulmalı.
Türkiye bu reformları yaparak
biran önce Avrupa Birliği ile bütünleşmeli, çağdaşlığın
ve gelişmenin bir parçası olmalıdır. Avrupa
Birliği Türkiye’nin modernleşmesine, ekonomik ve
kültürel gelişmeye büyük hız kazandıracak,
bunun için gerekli desteği verecektir.
Böyle bir toplumda iç ve dış
barışın koşulları olgunlaşacaktır.
Nane muhtaç haline bakmadan
bir milyonluk bir ordu, 250
bin kişilik ikinci bir polis ordusu beslemek, ülkenin
bütçesinin üçte birini böylesine ölü bir alana ve silaha yatırmak
için gerek kalmayacaktır. Ülkenin kaynakları ekonomik,
sosyal ve kültürel gelişme yönünde seferber olacaktır.
Böylesine
bir toplumda devlet çetelerine, şiddet örgütlerine gerek
olmayacaktır.
Böylesine açık bir toplumda
kamu kaynaklarının ve mallarının talanı
ve soygunu kolay olmayacaktır.
Türkiye bugün işte böylesine
bir yol ayrımında.
Peki, Türkiye’yi dünden bugüne
yöneten ve hala sahnede olan politikacılar bunu görebiliyorlar
mı? Ne yazık ki hayır! Bazıları böylesine
bir değişim gereğinin farkında olsa bile,
bunlar azınlıkta ve sesleri gür çıkmıyor,
tutucu güçlerin kuşatmasını kırabilecek
durumda değiller. Çoğu ise çapsız, tutucu ve
bu kötü durumun sorumluları. Onlardan umut yok!
Ülkenin “etkili” kurumu Ordu, böylesi
bir değişim gereğinin farkında mı?
Besbelli değil. Silahları ve copu elinde tutan ve
gücü de burdan gelen ordu ve polisin değişim diye
bir derdi yok; aksine değişimden büyük ürküntü duyuyor,
imtiyazlarının ve gücünün sona ereceğinden
ürküyor. Baskı mekanizması, içgüdüsel olarak varlığını
sürdürmeye çalışıyor..
Varlıklarını ve
güçlerini şovenizme,
hamaset edebiyatına borçlu olan politikacılar ve
çevreler
değişimden, demokrasiden yana çıkarlar mı?
Besbelli hayır.
Saydamlık
onların da sonu olur..
Halk değişim gereğinin
yeterince farkında mı? Ne yazık ki değil.
Başına vurula vurula sersem tavuğa dönmüş
kitleler, günden güne yoksullaşmanın ve tanık
oldukları haksızlık ve yolsuzlukların
etkisiyle dert küpüler, tepki dolular, şikayetçiler;
ama çıkaryolun bilincinde değiller. Olsalardı,
dünden bugüne ülkeyi yöneten ve bugünkü durumun baş sorumluları
olan bu partilere, bu politikacılara oy vermez, alkış
çalmazlardı. Kirli
savaşın ardında durmaz, barış ve
demokrasi isterlerdi. Değişimci
politikalara yönelir, yeni liderler yaratır ve onlara
destek verirlerdi. Yüzbinler
ve milyonlar halinde sokaklara dökülüp yürür, güçlerini gösterirlerdi.
Ya toplumu aydınlatacak olan,
düşüncenin ve değişimin tohumunu taşıyan
ve serpen aydınlar?. Ne yazık ki ülkenin yazar çizerlerinin
bir bölümü halka doğruları cesaretle anlatacak türden
gerçek aydın değil. Bunların bir bölümü kamuoyu
oluşturan büyük medya kurumlarının hizmetinde;
bu medya ise rejim kadar çürümüş ve onun hizmetinde..
Bu ülkenin “bilim adamları”nın
ezici çoğunluğu bile sisteme uyum sağlamış,
resmi ideolojiye amigoluk yapan türden. Bunlar bilim adına
yüz karası.
Bu durum besbelli karamsarlık
verici. Olan bitene, bunca soruna, krize, çöküntüye, yoksulluğa
ve kitlelerde biriken tepkiye rağmen toplumun değişime
yönelememesinin nedeni bu.
Bu manzara karşısında
iyimser olmak kolay değil.
Yine de olmalı! Çünkü
Türkiye dünyada bir başına
değil. O hem içten hem dıştan değişim
yönünde zorlanıyor ve değişim kaçınılmazdır.
Bugün hala güçlü görünen tutuculuk, aslında çürümekte
olan ve sonu yaklaşan bir sistemin direnişi, daha
doğrusu çırpınışlarıdır.
Çatlamaya ve yeni bir sürgün
vermeye hazırlanan tohumun kabuğu da aynen böyle
direnir. Ne var ki bu kaçınılmaz sonu değiştirmez.
Bu tür bir direnişin yararının
olmadığı görülüyor. İşte sonunda,
bizzat rejimin sahip ve sözcülerinin
-en azından bir bölümünün-
bile itiraf etmek zorunda
kaldıkları gibi “deniz
bitti", "motor durdu", "araba devrildi”!..
Bu işin artık böyle gidemiyeceği aşikar
olmuştur.
Herşeye rağmen durumu
gören, tüm güçlüklere karşı değişim gereğini
dile getiren aydın ve bilinçli bir toplum
kesimi var. Gerçek aydınların
yanısıra, emekçiler, işverenler arasında
birhayli insan değişim istiyor; demokrasi ve Avrupa
Birliği ile birleşme istiyor. Mücadele
ve yaşam içinde demokrasinin önemini kavrayan Kürt halkı,
nerdeyse bir bütün olarak bunu istiyor.
Bütün sorun tepki dolu kitleleri
bu değişimin gereği ve yapılacak işler
konusunda aydınlatmaktır. Bu da yalnızca bir
zaman sorunudur. Eğer sistemin önü tıkanmışsa
ve eski yol ve yöntemlerle açılması mümkün değilse,
sular ister istemez birikecek,
sonunda ya bendi yıkıp
aşacak, ya da kendine uygun yeni bir kanal bulacaktır.
O kanal ise artık demokrasiden başkası olamaz.
|