PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Türkiye kendi zincirlerini çözmeli

Kemal BURKAY

Türkiye son krizle bir kez daha tozdan dumandan görünmez oldu. Bu kez iş çok daha ciddi. Siyasi ve ekonomik kriz içiçe geçti ve toplumu derinden sarsıyor. Durum, hiçbir pembe tablo ustasının gizleyebileceği türden değil.

Türk medyasında bu durum “deniz bitti”, “motor durdu”, “araba devrildi” ve benzer sözcüklerle anlatılıyor.

Peki bu duruma bir günde mi gelindi? Son krizin baş nedeni Sezer’le Ecevit arasında patlak veren kavga mı? Ya da sorumlu, kimilerinin ve tuttuklara tarafa uygun olarak gösterdikleri gibi, Sezer ya da Ecevit mi? Bu tür yaklaşımlar son derece yüzeysel olur ve bu büyük yıkıntının nedenlerini açıklamaya yetmez.

Kuşkusuz olayların gidişinde kişilerin payı var. Son krizin patlak vermesinde de Sezer’in ve Ecevit’in elbet bir rolleri ve payları var. Bu açıdan baksak bile, sayın Sezer’i suçlamak haksızlık olur. Bazıları onun üslubunun son tartışmaya yol açtığını söylüyorlar. Sayın sezer elbet politikada deneyimli biri değil. Öneri ve eleştirilerinde haklı olsa bile, bunun yöntemini ve üslubunu iyi seçememiş olabilir. Ama sözde deneyimli, elli yılın politikacısı Ecevit’in yaptıklarına ne denir?. Aslında bu olayda, işleri bu noktaya getiren Ecevit’in tutumu oldu.

Sayın Sezer’in daha seçilmeden önce de hukukun üstünlüğüne değer veren bir hukuk adamı olduğu ve fincancı katırlarını ürkütme pahasına da olsa görüşlerini dile getirmekten çekinmediği biliniyordu. Sayın Sezer seçildikten sonra da yetkilerini hukuk içerisinde kullanmaya çalıştı ve öteki yönetenlere de hukuka uyma yönünde çağrı üstüne çağrı yaptı. “Yalnız yönetilenler değil, yönetenler de kurallara uymalılar,” dedi. Yaşantısı sözüne uygun ve gösterişten uzak oldu. Kendisini bir padişah gibi değil, yurttaş gibi gördü. Türkiye gibi, yönetenlerin kendilerini şah ya da sultan sandıkları bir Ortadoğu ülkesinde böylesi bir tutum alışılmadık bir şeydi. Ama halk da bu yüzden Sezer’i sevdi, ona sahip çıktı.

Ne var ki, Ecevit de dahil olmak üzere, öteki hükümet ve devlet adamlarının böyle bir sorunu yoktu ve şimdi de yoktur. Onlar kurallara uymayı sadece yönetilenler için düşünmeye ve kendileri kuraldışı davranmaya, kendi yaptıkları yasaları bile çiğnemeye alışkındırlar. Onlar hukuka değil, hukuk onlara uymalı! Suçlar da yoksullar ve zayıflar için, cezalar da.. Bu ülkede işkencenin, zulmün, faili meçhullerin, yargısız infazların, hırsızlık ve vurgunların bu kadar yaygın olması boşuna mı?.

Bu baylar Sezer’i seçtiler ama, onun da kısa sürede hizaya geleceğini, kendilerine benzeyeceğini düşündüler.. Düşündükleri olmadı. Sezer hukuku ve demokratik kamuoyunun eğilimlerini gözetti, hükümetin yasalara aykırı kararnamelerine onay vermedi. Hükümet tarafı, özellikle de Ecevit ve yardımcısı Hüsamettin Özkan ise bunu içlerine sindiremediler. Sayın Sezer’in tutumunu "nankörlük" olarak nitelediler.

Ecevit, lafta “hoşgörü” sözcüğünü çokça kullanmasına rağmen, gerçekte hoşgörüden yoksun biridir. Bu ise bir siyaset adamı için büyük kusurdur. O, dediği olmayınca sinirlenen, inatçı, kaprisli biridir ve kendisini haklı göstermek, dediğini yaptırmak için mantığı bir yana bırakır, duygularıyla davranır. Son dönemde, herhalde yaşlılığın ve hastalıkların da etkisiyle bu huyu çok daha belirgin olmuştur.

Nitekim, Sezer’le ilişkilerine de bu tutumu egemen oldu. Sayın Sezer, sakin bir şekilde doğru bildiğini yaparken ve kamuoyu önünde laf dalaşından dikkatle uzak dururken, Ecevit her keresinde Cumhurbaşkanının, gönlüne göre olmayan bu yetki kullanma tarzını uyumsuzluk olarak niteledi ve olur olmaz kamuoyu önünde suçladı, şikayet etti, onu baskı altına almaya çalıştı. Son olayda da aynen bunu yaptı.

Bazıları, Ecevit’in bu süregelen kışkırtıcı ve sorumsuz tutumunu görmezden gelerek sayın Sezer’in Ecevit’e ve bir bütün olarak hükümete yönelttiği eleştirileri MGK’da, bürokratların önünde yapmasını ve üslubunun sertliğini eleştiriyorlar. MGK toplantıları halktan gizli olduğu için, orada ne konuşulduğunu ancak Ecevit ve çevresinden duyuyoruz. Söylenenler acaba ne derece doğru? Neden bir karar alıp ses bantlarını kamuoyuna açıklamıyorlar? Öte yandan, yolsuzluklar konusunun ve hükümetin tutumunun MGK’da, “bürokratların önünde” eleştirilmesi yanlış ve teamüllere aykırı mı? Geçmişte hiç böyle şeyler olmadı mı?.

Bu MGK anayasal bir kurum, üstelik fiiliyatta hükümetin ve parlamentonun üstünde değil mi? Ülkenin tüm temel sorunlarına ilişkin politikalar orada belirlenip gereği yapılmak üzere hükümetin ve parlamentonun önüne konmuyor mu?. Öyle olunca, Cumhurbaşkanının, Ecevit’le vaya hükümetle arasındaki sorunları, günübirlik şekilde medyaya taşımayıp oraya getirmesi daha uygun değil mi?.

Sayın sezer, işte bunu yaptı. Son olarak, Devlet Denetleme Kurulu’nu çalıştırmasına tepki gösteren Ecevit’in, bunu kameraların önünde ve alaylı bir şekilde “denetimin denetlenmesi” diye nitelemesi, herhalde bardağı taşıran damla oldu ki, Sayın sezer MGK toplantısında ona Anayasa’yı ve ondan doğan yetkilerini hatırlattı.

Sezer ayrıca, hükümetin parlamentoyu işlevsiz hale getirmesini, yargıya müdahale etmesini eleştirdi ve kuvvetler ayrılığı ilkesini hatırlattı. Bunlar yalan mı? Bunlar demokrasiye aykırı ve diktatörce tavırlar değil mi? Onlara birilerinin bunu hatırlatması gerekmiyor muydu? Sayın Sezer eğer cumhurbaşkanı olarak bunu yapmışsa, bu adil ve saygı duyulacak bir tavırdır.

Ama belli ki bu baylar Sezer’i bir oyunbozan olarak görüyorlar. Onun eski köye yeni adet getirmesini sindiremiyorlar. Seçimine önayak oldular diye, onların her dediğini değil, hukukun gereğini yapan Cumhurbaşkanının bu tutumunu "nankör kedi"lik olarak niteliyorlar. Kendilerine yönelik eleştirileri ise "terbiyesizlik" ve “küstahlık” sayıp kamuoyu önünde ona hakaret etmeye kadar işi vardırdılar. Asıl bu tavır, hukuk ve devlet adamlığı adına tam bir sorumsuzluk ve sefalet örneği değil mi?.

Ecevit’in ve yandaşlarının bu tavrı, salt Cumhurbaşkanı’ndan sert uyarılar almaları nedeniyle gururları incindiği için değildir. Çünkü onlar, yıllardır generallerden fırça yerken hiç de bunu gurur sorunu yapmadılar. Ama hükümetin kimi yolsuzluklara göz yummakla suçlanması ve Devlet Denetleme Kurulu’nun kimi kamu bankalarındaki yolsuzlukları araştırmaya yönelmesi bu tepkilerin asıl nedeni olsa gerek. Belli ki Ecevit ve bazı bakanları bundan ciddi kaygı duyuyorlar. Kimileri foyaları meydana çıkmasın, Ecevit ise şu kutsal ve "alternatifsiz" hükümetin başına birşey gelmesin diye..

Sayın Sezer’in MGK toplantısında hükümete bazı uyarılar yapmasında ise garipsenecek birşey yok. Eğer hükümet, parlamentoyu işlevsiz kılma ve yargıyı baskı altına alma türünden davranışları bir alışkanlık haline getirmişse, yani anayasa ve hukukdışı bir tutum izliyorsa –ki hükümet çoktandır bunu pervasızca yapmaktadır- bu uyarıları yapması görevidir de. Cumhurbaşkanı bu uyarıları, doğrudan 65 milyonun önünde de yapabilirdi. Bundan çok daha fazlasını, bu sistemin rezilliklerini ve çıkmazlarını, yönetimin sorumsuzluklarını kamuoyu önünde açıklayabilir ve düşündüğü çıkaryolu gösterebilirdi. Bu konuda düşündüklerinin boyutu, çerçevesi nedir ne değildir, elbet bilemeyiz; ama keşke çok daha geniş bir açıdan sorunlara ve onların çözümlerine parmak basabilse ve bunu çıkıp dobra bir sesle kamuoyunun önünde dile getirseydi.. Halka bu tür bir sesleniş, belki de bu ülkenin tarihinde bir dönüm noktası olur, bir şok etkisi yapar ve milyonların uyku mahmurluğundan sıyrılmasına yardımcı olurdu. Ama böyle şeyler şimdilik galiba bir hayal..

Özetle, bu son olayın patlak vermesinde de sorumsuzluk sayın Sezer’in değil, Ecevit’indir. Kaldı ki kapalı kapılar ardındaki olayı düşünüp taşınmadan yıldırım hızıyla kamuoyuna taşıyan ve böylece krizi ateşleyen de yine Ecevit oldu. Bu da Ecevit’in aşırı duygusallığının yeni bir örneği. Mantığıyla değil, duygularıyla davranan böyle birinin orada kaptan mevkiinde bulunması bir ülke için ne talihsizlik! Hem de ekonomisi sırat köprüsü üzerinde yol alırken..

Peki, salt bu açıdan bile baksak, Ecevit gibi birinin orada tutulması salt onun suçu mu? Demirel’in yanısıra böyle bir politikacının, 40-50 yıldır eskici dükkanına düşüp düşüp geri gelmesi nasıl bir şeydir? Bunlar hangi sorunları çözdüler de, bu ülkeye hangi ufku açtılar da böyle el edilemez oldular?.. Nasıl oluyor da bu ülke Ecevit gibi artık fizik olarak ayakta durmakta, yürümekte ve konuşmakta zorluk çeken, yaşlı bir kaynana gibi aşırı duygusal ve hırçın birine mahkum?.. Salt bu durum bile Türkiye politikasının genel zaafını, değişim ve yenilenme, sorun çözme yeteneğinden yoksun oluşunu gözler önüne sermiyor mu?

Öte yandan Şubat 2001 krizi gerek politik, gerekse ekonomik açıdan, salt Sezer-Ecevit kavgasına bağlanamaz. Böyle bir bakış açısı tek tek ağaçlara bakıp ormanı görmemek olur. MGK’da cereyan eden olay salt bir vesile, bir kıvılcım oldu. O olmasa, çok geçmeden bir başka kıvılcım ortalığı yangın yerine çevirecekti.

Bir hasta düşünün, yıllarca ya doktor yüzü görmemiş, ya da yanlış teşhis, yalnlış tedavi sonucu -aynı zamanda doğru dürüst bir besin rejimi olmadan- gittikçe kötülemiş; eski hastalığa yenileri eklenmiş, içten içe çökmüş; aynı zamanda psikolojik durumu bozulmuş.. Böyle bir hasta hafif bir esintiden yatağa düşüp, ya da yediği bir yumutadan ansızın tansiyonu fırlayıp hastaneye bile ulaşmadan komaya giriyor.. Neden, penceredeki hafif esinti ya da yumurta mı?..

Türkiye’nin durumu da işte bu. Türkiye yıllarboyu kötü yönetildi. Yönetenler sorunları çözemediler, ama ağırlaştırdılar. Ülkenin kaynaklarını yanlış yolda tükettiler, heder ettiler. Politik ve ekonomik bunalım böyle oluştu, böyle büyüdü. Bu rejimin ikide bir krizlerle sarsılmasına değil, asıl hala ayakta kalmasına şaşmak gerekir.

Son üç ayda peşpeşe patlak veren iki krize (Kasım 2000 ve Şubat 2001) bakın. İlkinde bankalar sistemi çöktü, birkaç günün içinde 7 milyar dolar ülkeden kaçtı, faizler fırladı, borsa dibe vurdu. Ancak IMF’nin 10 milyar dolarlık desteği ile bu badire atlatıldı. Daha doğrusu, henüs atlatılmadan, artı şoklar sürerken, yani nekahet devresinde Şubat krizi patlak verdi ve IMF’nin verdiklerini de birkaç saat içinde süpürüp götürdü; faizler 7500’e fırlarken, borsa yeniden dibe vurdu, ortalık ana baba gününe döndü…

Bu krizle birlikte bir buçuk yıldır izlenen ve sözde üç yıl içinde ülkeyi düze çıkaracak olan ekonomi programı çöktü, develüasyona gidildi, Türk lirasının değeri döviz karşısında yüzde 56 düştü, Sakıp Sabancı’nın deyişiyle bir gün içinde Türkiye yüzde 40 yoksullaştı!

Peki bu serbest piyasa ekonomisi denen şey Alaattinin lambası gibi bir şey mi? Sihirli bir el, kişileri olduğu gibi ülkeleri de bir anda abad, ya da berbat mı ediyor?..

Ekonomi, piyasa, borsa, para politikaları, kur, faiz, kredi, enflasyon, develüasyon, vs. vs… Bu işlerden anlayanlar çok!.. Ekonomistler, politikacılar, işverenler, borsacılar, medya kalemşorları… Öyle tartışmalar oluyor ki sıradan vatandaşın kafasının allak bullak olmaması için hiç bir neden yok. Ancak bize öyle geliyor ki bu sayın tartışmacıların çoğu, tek tek ağaçlara bakıp ormanı göremeyen türden.. Denizin içinde, ama denizi anlamayan mahiler (Kürtçe adıyla "masi"ler) gibi… Ya da bu kişiler, dipten gelen dalgayı biliyorlar da ondan söz etmek işlerine gelmiyor, herşeyi yüzeydeki esintilerle izah etmeye çalışıyorlar.

Bunların kimine göre, Sezer konuyu MGK’ya getirmese bu kriz patlamazdı! Kimine göre, Ecevit toplantıyı terk etmese, ya da tartışmayı kamuoyuna aktarmasa, işler yolunda gidiyordu..

Kimine göre Sezer ve Ecevit barışırlarsa ödenen ağır bedele rağmen bunalım atlatılır…

Kimine göre hükümet, önüne koyduğu programda kararlı davranmadı, örneğin özelleştirmelerde gecikti, yolsuzluklarla mücadelede çifte standart izledi, kimilerini korudu..

Kimine göre, yolsuzlukların üzerine giderken yanlışlık yapıldı, kurunun yanında yaş da yandı..

Kimine göre suçlu IMF; enflasyon içinde büyümeye göz yumacağına Türkiye’ye kemer sıkma politikasını dayattı…

Kimine göre, sözkonusu IMF destekli programın başarısı siyasi istikrara bağlıydı. Ve ekonomi sırat köprüsü üzerinde yol alırken Sezer’in aksırması, Ecevit’in öksürmesi herşeyi tepe taklak etti!..

İşte Türkiye’de, son krizle ilgili olarak tartışmalar bu minval üzere gidiyor..

Bana kalırsa bu, başını kuma gömen devekuşlarının tartışmasıdır. Türkiye ilk kez siyasi ve ekonomik bunalım yaşamıyor. Belki bunun son yıllarda daha da şiddetlendiğinden ve ülkenin artık yönetilemez, ekonominin de artık Ecevit gibi ayakları üzerinde duramaz hale gelmesinden söz edebiliriz.. Şimdi, daha başta sorduğumuz soruyu tekrarlıyalım: Türkiye bu noktaya bir günde mi geldi? Ve işlerin buraya varmasının temel sebepleri ne?

Yapısı gereği zaman zaman bunalım üreten kapitalist ekonominin niteliğini tartışıp beylik laflar edecek, ya da Marks’ı yeniden keşfedecek değilim. Bu türden sosyalist gözüyle tahliller şu anda birşeyi çözmez ve zaten kimse de, serbest piyasa ekonomisinin kutsallaştırıldığı bu ortamda bu tür laflara kulak asmaz! Bu sistemin kusurları, zaafları ve bunalım taşıyıcılığı bir yana, Türkiye’deki sistem, gerçekte, batılı ülkelerde gördüğümüz türden serbest piyasa ekonomisi bile değil, çarpık, despotik bir rejim.

Çetin Altan bıkmadan yazıp duruyor. Bu sistemin egemenleri, sanayi devrimini başarmış bir ülkeyi yönetmiyorlar. Onlar, serbest rekabet rejiminin galipleri değil, devlet dümenini elde tutanlar, hazineden geçinenlerdir. Bunlar en az, salt “kupon keserek” geçinen parazitler kadar üretimden kopuklar, beleşçiler.

Türkiye’deki sistem başından beri devlet eliyle kişiyi zengin eden bir sistemdi. Hazineden geçinme, kamu mallarından beslenme, has, zeamet ve tımar gibi, Osmanlı’dan bu yana süregelen bir alışkanlık.. Yani talan, yağma, vergi, haraç ve angaryayla halkı soyup sömürme sistemi.. Bu nedenle sözkonusu ekonomik sistemi serbest piyasa ekonomisi saymak, Türkişi demokrasiyi gerçek demokrasiyle eşdeğer saymak gibi, yakıştırmadan öte birşey değil. Bunun için de adına “karma ekonomi” dediler. Ülke ekonomisi yıllarboyu bu ucube çerçevesinde işledi.

Batıda serbest piyasa ekonomisi demokrasi ile birlikte var. Diğer bir deyişle, serbest olan yalnızca piyasa, üretim, arz-talep değil. Serbest rekabetin yanısıra, düşanceler de serbest, onlar da –koşullar tümüyle eşit olmasa bile- oldukça özgür bir ortamda yarışıyor. İnsanlar düşüncelerine uygun olarak serbestçe örgütleniyor, ülkenin politik ve ekonomik yaşamına yön verme işine katılıyor. Böyle bir toplum saydamdır, yanlışın ortaya konma ve düzeltilme şansı vardır.

Demokratik bir toplumda yalnız mallar değil, düşünceler de özgürce üretilir; yani insan beyni verimli şekilde işler, toplumun düşünsel hayatı canlıdır, yaratıcıdır.

Böyle bir toplumda yurttaş oyunun değeri vardır ve yönetenler bunu hesaba katar.

Emeğin sömürülmesi, artı değere el konması, elbet tüm kapitalist toplumlarda sözkonusu. Ama demokratik bir toplumda, iktidarın sahipleri hem iktidarlarını, hem rejimi korumak için artı değerin bir bölümünü de emekçiler ve yoksullar için harcarlar. Geniş sosyal haklar emekçileri ve yoksulları korur. Yani belli sigortalar çalışır. Oysa “Türkişi serbest piyasada” sigorta yalnızca sopadır. Bu rejim emekçileri sadece yolmasını biliyor. İşsizlik sigortası yasası bile daha yeni çıkarıldı. Ama o da göstermelik. Milyonlarca işsiz yine kendi kaderiyle başbaşa. Diğer sosyal haklar da öyle. Sigorta kapsamındaki işçiler, memurlar ve emekliler bile, örneğin sağlık sorunları olduğu zaman hastane önlerinde per perişan oluyorlar.

Bu gibi ülkelerde emekçi ve yoksulları denetim altında tutmak için başlıca mekanizma yasaklar sistemi ve baskı çarkıdır. Bunun içindir ki Türkiye’de tabular var.

Devlet ve hükümet nerdeyse kutsaldır, eleştirilemez. Bu ülkede devlete ve hükümete yönelik eleştiriler, çoğu zaman vatana ve millete ihanetle eş tutuldu.

Devletin resmi ideolojisi Kemalizm dini dogmalara dönüşmüştür, kutsaldır, tartışılamaz!

Türkişi demokraside beyinsel üretim serbestisi hiçbir dönemde var olmadı. Bu ülkede insanların düşünsel ve sanatsal yaratıcılığı görülmemiş bir cendere içinde ezildi. Toplumun yaratıcılığı köreltildi.

Egemenler dışındaki büyük halk çoğunluğunun hem düşündüklerini söylemesi, hem bu düşünceler doğrultusunda örgütlenmesi hep yasaktı; bugün de öyledir.

Tabularla ve baskıyla yönetilen bir ülkede yanlış politikaları ortaya koyup değiştirme, düzeltme şansı yoktur; diğer bir deyişle toplum yanlışa mahkumdur. Türkiye’de rejim hep böyle işledi.

Böylece, iktidar gücünü elde tutanlar, bir yandan yoksul halkı soyup sömürerek, öte yandan ezip susturarak bildikleri gibi yönettiler ve başka bir seçeneğin ortaya konmasına fırsat tanımadılar. Bu nedenle kitleler hiçbir kötü yönetimden hesap soramadı. Vatandaşın sahibolduğu sözde seçmen oyu bir işe yaramadı.

Türkiye’nin komşularıyla ilişkileri hep gergin. Bu neden böyle? Örneğin kıbrıs’ın işgal edilmesi, bölünmesi ve sorunun çözümsüz bırakılması gerekli miydi? Bu konu özgürce tartışılamaz.

1915’te Ermenilere karşı soykırım oldu mu olmadı mı? Ermeni tehciri ve kıyımı bir gerçeklik mi değil mi? Bu konu da resmi söylemin tekrarı dışında tartışılamaz. İnkarcı resmi söylemden farklı görüş getirenler hain sayılıyor..

Arap ülkeleri, İran, Yunanistan -düne kadar Bulgaristan- neden düşmandan sayıldı, ya da sayılıyor?

Ya kürt sorununa ne demeli? Bu ülkede Kürt sorunu var demek bile yasak! Bu konuda, inkarcı ve baskıcı resmi politikanın dışında bir görüş ve öneri getirmek yasak. Çünkü bu sorun da Türkiye’nin büyük tabularından. Bu anlayışla Kürt sorunu çözülebilir mi?

Türk devleti, şu 70 küsur yıl boyunca onlarca Kürt ayaklanmasını bastırmak için seferber oldu. Kürdistan’ı yakıp yıktı. 15 yıl süren son kirli savaşın yaraları daha taze.

Kürdistan’ın Türkiye sınırları içindeki parçası Türkiye’nin toplam yüzölçümünün üçte biri. Kürt nüfusu da ülkenin toplam nüfusunun üçte biri. Böylesine büyük bir ulusu zincire vurarak ülkede iç barış ve gelişme sağlamak mümkün mü? Salt bu sorunun çözümsüzlüğü bile sürekli kavga dövüş, istikrarsızlık ve kaynakların boş yere telef olması demektir. Çözülmemiş Kürt sorunu Türkiye’nin bir ayağının sakat olması demektir.

Resmi rakamlara göre Türkiye, Kürtlere karşı son 15 yıllık savaşta 100 milyar dolardan fazla bir para harcadı. Kürdistan ekonomisinin yıkımı ve bunun verdiği kayıplar ayrı. Savaş nedeniyle uğranılan turizm gelirleri kaybı ve öteki kayıplar ayrı.

Peki salt bu 100 milyar dolar bile yatırıma gitseydi ülkenin çehresi nasıl olurdu? Bunu soran var mı?

Ya da ülkenin parası böylesine olumsuz, yıkıcı bir işte harcanırken ülkenin ekonomisi düzelir mi? Bu soruyu soran var mı?

Ya bütçenin yaklaşık üçte birinin, bazı yıllar yüzde 40’ının askeri harcamalara gitmesi, Türkiye’nin durmadan silahlanması?. Böyle bir ülke sağlığa, adalate, eğitime, üretime para ayırabilir mi? Bu soruyu hiç soran var mı?

Kürtlere karşı savaş zorunlu muydu? Kürtlerin hakları tanınsa, bu sorun uluslararası hukuk normlarına göre adil bir çözüme ulaştırılıp her iki halkın birarada barış içinde yaşama koşulları sağlansa daha iyi olmaz mı? Bu soruyu hiç soran var mı?

Kürtleri zincire vurmak, sindirmek için yürütülen bu acımasız savaşın yol açtığı sosyal yaralar ise daha az önemde değil. Ekonomi bu dönemde uyuşturucuya ve kara paraya bağımlı hale geldiyse, çeteleler başını alıp yürüdüyse, devlet çeteleştiyse, toplum şiddete tutsak olduysa sebep yine Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaş ve bunun yanısıra sol ve demokratik güçlerin yıllardır süren bastırılması, yeraltına itilmesi, terörize edilmesidir.

Bu devletin başındakilere, gelip geçen hükümetlere, siyasi liderlere, generallere, polis şeflerine “neden böyle yaptınız?” diye soran var mı?..

Hayır, bu soruları sormak yasaktır. Bunu sormaya cesaret eden aklı başında ve vicdan sahibi Türkler de vatan haini sayılır ve Kürtler gibi ezilir.

İşte Türkiye böyle yönetiliyor. Ordu ve polis, özgürlük ve demokrasi tanımadığı kendi halkıyla habire savaşıyor, tüm enerjisini onu zapturapt altında tutmak için harcıyor. Ülkenin dev kaynakları bu yolda heder ediliyor. Böyle bir ülkenin sorunlarını çözmesi, ulusal gelirinin hızla artması mümkün mü? Böyle bir ülkenin krizden krize koşmaması mümkün mü?

O halde, siyasal ve ekonomik krizle ilgili olarak sorulacak sorular ve üstünde durulacak nedenler asıl bunlardır. Sezer’in aksırması, Ecevit’in öksürmesi değil!

Evet, sorun çok daha derinde, kökleri geçmişte; ama çözümü de basit: Türkiye’nin demokrasiye ihtiyacı var.

Serbest düşünce, serbest örgütlenme, serbest politika… Diğer bir deyişle açıklık, saydamlık.

Halkın yaratıcı enerjisinin serbest bırakılması…

Ancak bu koşullarda toplum özgürce tartışarak doğruyu yanlışı seçer, kötü yönetimleri başından uzaklaştırır. Değişim ve yenilenme ancak böylesine özgür koşullarda mümkündür.

İç ve dış barışın da sağlanması, ekonominin ve kültürün gelişmesi, Türkiye’nin çağı yakalaması bununla mümkündür.

Kürt sorununun çözümü de, dinsel inançların ve farkların bir sorun olmaktan çıkması da buna bağlı.

Türkiye kendi yöneticileri eliyle zincire vurulmuştur ve öncelikle bu zincirleri çözmek gerekir.

Bu aşamadan sonra yapılacak şey, hala makyajla uğraşmak olmamalı. Gerçek nedenlere inmeyip, bundan ürkerek, tabular karşısında sinerek, kriz için eften püften nedenler, çözüm içinse eften püften çareler ileri sürmek hiçbir işe yaramaz. Bu erken bir seçimin de çözebileceği düğüm değil. Bu hükümetin varlığı gibi gitmesi de hiçbir derde deva olamaz. Bu anayasa, bu siyasi partiler ve seçim yasası, bu yasaklar sistemi sürerken yeni bir seçim neyi çözecek? İktidardaki partilerden bazıları gitse, muhalefetten bazıları gelse ne değişecek? Bunlar tümü de denenmiş partiler ve liderler. Düğümün çözümü için çok daha köklü değişimlere, dipten gelen bir dalgaya gerek var. Ülkenin kaderinin gerçekten değişmesini isteyenler gözlerini Türkiye’yi bağlayan zincirlere çevirmeli.

Tabular sistemi sorgulanmalı. Kemalist dogmalarla, 70 yıl öncesinin değer yargılarıyla topluma yön verilemez. Dogmaya çevrilen hiçbir düşünce sistemi canlılığını ve sorunlara cevap verme yeteneğini koruyamaz. Aristo iyi bir düşünürdü; ama görüşleri bir dogmaya çevrilip de kendisinden yüzlerce yıl sonra da tek doğru sayılır olunca, bizzat düşüncenin önünde bir engele, metafiziğe dönüştü. Marks insanlık tarihinin tanık olduğu en büyük beyinlerden biriydi, ama onun görüşlerini tartışılmaz bir dogmaya çeviren ezberciler, marksist düşünceye ve pratiğe en büyük zararları verdiler.

Yetmiş yılın politikaları, eskiyen ve artık çağın, değişen toplumun gereklerine cevap vermeyen devlet yapısı sorgulanmalı.

Bir general fermanı, yasaklar demeti olan, çağdaş hukukla hiçbir ilişkisi bulunmayan, bir deli gömleği gibi toplumu sıkan, elini kolunu bağlayan 1982 Anayasası bir yana atılarak yerine çağdaş, demokratik bir anayasa yapılmalı.

Kürt kimliği ve hakları yeni anayasa ile tanınıp güvence altına alınarak her iki halkın eşitlik temelinde ve barış içinde birarada yaşama koşulları yaratılmalı ve böylece Türkiye, Osmanlı dönemi ile birlikte ikiyüz yıldır süregelen ve büyük bir yara gibi işleyen bu iç sorundan kurtulmalı.

12 Eylül rejiminin faşist kurumlarından ülke kurtarılmalı. En başta MGK denen kurum sorgulanmalı. Parlamentonun ve hükümetin üzerinde, generallerin ağırlıkta olduğu, tartışmaları ve kararları halktan gizli böylesine mostra bir kurum hiçbir demokraside olmaz. Bu, demokrasi açısından trajikomik bir durumdur. Demokratik ülkeler şurda kalsın, zaptiye kafasıyla yönetilen hiçbir ülke sorunlarını çözemez.

Türkiye insanını şu ya da bu kof gerekçeyle demokrasiye ve özgürlüklere layık görmeyen anlayışlar bir yana itilmeli. Demokrasi her yönüyle gerçekleşmeli.

Şiddeti benimsemeyen hiçbir örgüt engellenmemeli; toplumun düşünce, basın ve örgütlenme hayatı tam bir serbestliğe kavuşmalı.

Hiçbir dil ve kültür engellenmemeli. Ortaçağlarda bile görülmeyen böylesine ilkel, insanlıkdışı uygulamalar artık son bulmalı.

Türkiye bu reformları yaparak biran önce Avrupa Birliği ile bütünleşmeli, çağdaşlığın ve gelişmenin bir parçası olmalıdır. Avrupa Birliği Türkiye’nin modernleşmesine, ekonomik ve kültürel gelişmeye büyük hız kazandıracak, bunun için gerekli desteği verecektir.

Böyle bir toplumda iç ve dış barışın koşulları olgunlaşacaktır. Nane muhtaç haline bakmadan bir milyonluk bir ordu, 250 bin kişilik ikinci bir polis ordusu beslemek, ülkenin bütçesinin üçte birini böylesine ölü bir alana ve silaha yatırmak için gerek kalmayacaktır. Ülkenin kaynakları ekonomik, sosyal ve kültürel gelişme yönünde seferber olacaktır.

Böylesine bir toplumda devlet çetelerine, şiddet örgütlerine gerek olmayacaktır.

Böylesine açık bir toplumda kamu kaynaklarının ve mallarının talanı ve soygunu kolay olmayacaktır.

Türkiye bugün işte böylesine bir yol ayrımında.

Peki, Türkiye’yi dünden bugüne yöneten ve hala sahnede olan politikacılar bunu görebiliyorlar mı? Ne yazık ki hayır! Bazıları böylesine bir değişim gereğinin farkında olsa bile, bunlar azınlıkta ve sesleri gür çıkmıyor, tutucu güçlerin kuşatmasını kırabilecek durumda değiller. Çoğu ise çapsız, tutucu ve bu kötü durumun sorumluları. Onlardan umut yok!

Ülkenin “etkili” kurumu Ordu, böylesi bir değişim gereğinin farkında mı? Besbelli değil. Silahları ve copu elinde tutan ve gücü de burdan gelen ordu ve polisin değişim diye bir derdi yok; aksine değişimden büyük ürküntü duyuyor, imtiyazlarının ve gücünün sona ereceğinden ürküyor. Baskı mekanizması, içgüdüsel olarak varlığını sürdürmeye çalışıyor..

Varlıklarını ve güçlerini şovenizme, hamaset edebiyatına borçlu olan politikacılar ve çevreler değişimden, demokrasiden yana çıkarlar mı? Besbelli hayır. Saydamlık onların da sonu olur..

Halk değişim gereğinin yeterince farkında mı? Ne yazık ki değil. Başına vurula vurula sersem tavuğa dönmüş kitleler, günden güne yoksullaşmanın ve tanık oldukları haksızlık ve yolsuzlukların etkisiyle dert küpüler, tepki dolular, şikayetçiler; ama çıkaryolun bilincinde değiller. Olsalardı, dünden bugüne ülkeyi yöneten ve bugünkü durumun baş sorumluları olan bu partilere, bu politikacılara oy vermez, alkış çalmazlardı. Kirli savaşın ardında durmaz, barış ve demokrasi isterlerdi. Değişimci politikalara yönelir, yeni liderler yaratır ve onlara destek verirlerdi. Yüzbinler ve milyonlar halinde sokaklara dökülüp yürür, güçlerini gösterirlerdi.

Ya toplumu aydınlatacak olan, düşüncenin ve değişimin tohumunu taşıyan ve serpen aydınlar?. Ne yazık ki ülkenin yazar çizerlerinin bir bölümü halka doğruları cesaretle anlatacak türden gerçek aydın değil. Bunların bir bölümü kamuoyu oluşturan büyük medya kurumlarının hizmetinde; bu medya ise rejim kadar çürümüş ve onun hizmetinde..

Bu ülkenin “bilim adamları”nın ezici çoğunluğu bile sisteme uyum sağlamış, resmi ideolojiye amigoluk yapan türden. Bunlar bilim adına yüz karası.

Bu durum besbelli karamsarlık verici. Olan bitene, bunca soruna, krize, çöküntüye, yoksulluğa ve kitlelerde biriken tepkiye rağmen toplumun değişime yönelememesinin nedeni bu.

Bu manzara karşısında iyimser olmak kolay değil. Yine de olmalı! Çünkü Türkiye dünyada bir başına değil. O hem içten hem dıştan değişim yönünde zorlanıyor ve değişim kaçınılmazdır. Bugün hala güçlü görünen tutuculuk, aslında çürümekte olan ve sonu yaklaşan bir sistemin direnişi, daha doğrusu çırpınışlarıdır. Çatlamaya ve yeni bir sürgün vermeye hazırlanan tohumun kabuğu da aynen böyle direnir. Ne var ki bu kaçınılmaz sonu değiştirmez.

Bu tür bir direnişin yararının olmadığı görülüyor. İşte sonunda, bizzat rejimin sahip ve sözcülerinin -en azından bir bölümünün- bile itiraf etmek zorunda kaldıkları gibi “deniz bitti", "motor durdu", "araba devrildi”!.. Bu işin artık böyle gidemiyeceği aşikar olmuştur.

Herşeye rağmen durumu gören, tüm güçlüklere karşı değişim gereğini dile getiren aydın ve bilinçli bir toplum kesimi var. Gerçek aydınların yanısıra, emekçiler, işverenler arasında birhayli insan değişim istiyor; demokrasi ve Avrupa Birliği ile birleşme istiyor. Mücadele ve yaşam içinde demokrasinin önemini kavrayan Kürt halkı, nerdeyse bir bütün olarak bunu istiyor.

Bütün sorun tepki dolu kitleleri bu değişimin gereği ve yapılacak işler konusunda aydınlatmaktır. Bu da yalnızca bir zaman sorunudur. Eğer sistemin önü tıkanmışsa ve eski yol ve yöntemlerle açılması mümkün değilse, sular ister istemez birikecek, sonunda ya bendi yıkıp aşacak, ya da kendine uygun yeni bir kanal bulacaktır. O kanal ise artık demokrasiden başkası olamaz.

 
PSK Bulten © 2001