Türkiye'nin Irak politikası
ve halkı aldatma sanatı..
Kemal Burkay
Halk arasında çoğu insan siyaseti bir laf kalabalığı,
demagoji sanatı bilir. Bu kanıyı oluşturanlar
ise "siyaset esnafı"nın kendileridir.
Ilkesizlik, tutarsızlık, yalan, demagoji politikada
ne yazık ki pek yaygın yöntemlerdir. Özellikle
de Türkiye gibi, halka doğruları söylemenin çoğu
zaman suç, yalan söylemenin ise bir gelenek olduğu,
yasalarla korunduğu göstermelik demokrasilerde...
Eğer bu tutarsızlığa, demagoji sanatına
dört dörtlük örnek sunmak istiyorsanız, şu son
bir yıl içinde Irak sorunu nedeniyle Türk devlet adamlarının,
politikacılarının dediklerine ve yaptıklarına
bir bakın:
Önce sağıyla-soluyla, sivili-askeriyle ABD'nin
Irak'a yönelik operasyonuna karşıydılar.
Yanık yanık savaşın yol açacağı
acılardan, muhtemel can kayıplarından söz
ediyorlardı. Ortada Birleşmiş Milletler kararı,
yani meşruiyet olmadığını söylüyorlardı.
Gören de onları hukuka pek saygılı adamlar,
ya da kırk yılık barışçı sanacak!
Oysa, solun ve barışçıların bir bölümü
bu işte samimi olsa bile, bu ülkenin egemen güçleri
için insan canının bir kıymeti harbiyesi
yoktu. Insanların acıları onları ilgilendirir
şeyler değildi. Çünkü en başta onlar bu ülkenin
insanlarına acı çektirmeyi bir meslek haline getirmişlerdi,
yıllar boyu gözlerini kırpmadan bu ülkenin insanlarının
canına kıymışlardı...
Kısacası, onların dilindeki insan hayatına,
çekilecek acılara, hakka-hukuka ilişkin laflar
tümüyle demagojiden ibaretti. Aslında korktukları,
bölgede
statükonun sarsılması, taşların yerinden
oynamasıydı. Irak'taki değişim Kürdistan´ın
bu parçasında zaten var olan özerkliğe kalıcı
bir statü kazandırabilirdi. Hatta federasyona, belki
de bağımsızlığa yol açabilirdi...
Bunun için de baylarımız Saddam rejimini, bu
acımasız diktatörlüğü desteklediler. Kaldı
ki bu rejim kendilerininkine oldukça benziyordu, laik bile
sayılırdı! Oysa onlar, bölgede statükonun
değişmemesi, Kürtlere özgürlük getirecek, soluk
aldıracak herhangi bir rüzgarın esmemesi için
gerekirse Humeyni rejimiyle, Suudilerin Vahabi şeyhleriyle,
hatta şeytanın ta kendisiyle iş ve güçbirliği
yapmaya hazırdılar..
Nitekim, Amerikalıların Irak´a yönelik operasyonunun
artık durdurulamaz olduğu anlaşılınca,
baylarımız bu kez ABD ile birlikte ordularını
Irak´a sokmak, Güney Kürdistan´ı işgal etmek için
seferber oldular. O günlerde "uzman" kılığı
altında televizyon ekranlarına akın eden
emekli generallerin, eski büyükelçilerin söyledikleri unutulmadı:
"Kuzey Irak´a girelim, Kürtlerin silahlarını
toplayalım, Kürt parlamentosu ve hükümetini dağıtalım,
Kürtçe okulları ve televizyonları kapatalım!.."
Kürt halkına karşı bu açık meydan okumaya,
pervasızca saldırganlığa karşı
İçerden ve dışardan tepkiler yükselince de, Türk
politikacıları, başta görevi yeni devralmış
Gül ve Erdoğan, "canım biz oraya savaşmaya
gitmiyoruz ki!.." diye garip garip, kargaları
güldürecek laflar etmeye başladılar.
Peki bayım, 50-60 bin kişilik ordunla, tankınla
topunla, helikopterinle nereye gidiyorsun, Sulav´a piknik
yapmaya mı?..
Bilindiği gibi bu ilk taarruz girişimi, hem içerden
ve dışardan gelen yoğun tepkiler, bizzat
orduda ve AKP içinde var olan kaygılar, hem de akıl
almaz pazarlıklar ve beklentiler sonucu başarıya
ulaşmadı. Bunun barışçılıkla,
savaş karşıtlığıyla bir ilgisi
yok. 1 Mart tezkeresi eğer sadece Türkiye´nin asker
göndermesine yönelik olsaydı elbet meclisten geçerdi.
Ama ABD´ye Türkiye üzerinden kuzey cephesi açması ve
Türkiye´de önemli bir askeri yığınak yapması
için tanınan kolaylıklar, Islamcı çevrelerde
yol açtığı hoşnutsuzluğun yanı
sıra, milliyetçi çevreleri de ürküttü.
Marttan bu yana yer alan gelişmeler ise herkesin malumu..
ABD yönetimi müthiş öfkelendi, ateş püskürdü.
Paniğe kapılan Türk yönetimi bozulan ilişkileri
tekrar rayına sokmak, ABD´nin öfkesini yatıştırmak
için seferber oldu. AKP liderleri, bir yandan meclisin tavrını
demokrasinin bir göstergesi gibi sağa sola pazarlamaya
çalışırken, öte yandan hızla yeni bir
tezkereyi devreye koymak istediler. Ama ABD aldırmadı;
savaş gemileri Süveyş Kanalı'na yönelmişti
bile..
Savaş beklendiğinden de kısa sürdü. Saddam´ın
ordusu 21 günde dağıldı ve Bağdat düştü.
Ardından, Musul-Kerkük´ten Hanekin´e kadar, o zamana
kadarhala Saddam yönetimi altında olan Kürdistan bölümü
de özgürleşti, peşmergelerin denetimine girdi.
Tüm bu olup bitenler Türk egemen çevreleri bakımından
tam bir düş kırıklığı yarattı.
Sanki Ernest Hemingway´in "Ihtiyar Balıkçı"sının
durumuna düşmüşlerdi. Uçup giden 30 milyar doların
yanı sıra, kırmızı çizgiler aşılmış,
ordu sınırı geçip Güney Kürdistan´ı
işgal edememiş, masaya
oturulamamış, vs. vs...
Türk basınında aklı başında bazı
yazarlar, demokrat insanlar, Türkiye´nin, Kürtleri engellemek
ve Musul-Kerkük´e uzanmak gibi gerçekçi ve çağdaş
olmayan düş ve emellerle Irak´ta bir maceraya atılacağına,
Kürt politikasını değiştirmesini, demokratik
çözümlere yönelmesini önerdiler ve sorunun dışarda
değil içerde olduğunu söylediler. Doğrusu
da buydu.
Ama kırk yıllık kaniler yani olamazdı..
Yılların yanlış politikalarına
koşullanmış olan bu baylar başka türlü
düşünemezlerdi. Ne Kürt halkının varlığını
kabul edebilirlerdi, ne sopadan el edebilirlerdi. Için için
kıvranırken uygun fırsatlar beklemeye başladılar.
ABD güçlerinin savaş sonrası Bağdat çevresinde
yüz yüze kaldıkları direniş onların
umutlarını yeniden canlandırdı. Sözde
yardım için askeri birlik göndermek üzere Vaşington´un
kapısına koştular. Bu arada eski pazarlığı
tazelemek istediler..
Ama iç kamuoyuna hep başka türlü yansıttılar.
Sözde Amerika kendilerinden yardım istiyordu. Ayrıca
"komşularında yangın vardı, buna
karşı ilgisiz kalamazlardı... Ulusal çıkarlar
bunu gerektiriyordu... Türkmenlerin korunması lazımdı...
PKK-KADEK´in ortadan kaldırılması gerekiyordu...
Musul ve Kerkük pastasından payın alınması
gerekiyordu... Masada olmak gerekiyordu... Irak´ın
toprak bütünlüğünün ve siyasi birliğinin korunması,
yani Kürtlerin engellenmesi gerekiyordu... Gidecek askerin
Kürdistan´da, bu olmazsa Musul-Kerkük çevresinde üslenmesi
gerekiyordu..."
Sütten dili yanmış Amerikalılarsa "önce
tezkereyi çıkarın," dediler..
Bu yeni Türk atağı da içerde ve dışarda
tepki toplamakta gecikmedi. Erdoğan-Gül ikilisi ise,
iç kamuoyundaki tepkileri yatıştırmak için,
yukardaki gerekçelerin yanı sıra "Irak halkı
Türk askeri istiyor" propagandası yaptılar.
Irak Geçici Yönetim Konseyi´nden bir heyeti, bunun yanı
sıra Sünni Arap aşiret reislerini davet edip gösterişli
şekilde ağırladılar, tavlamaya çalıştılar.
Ama bütün bunlar para etmedi. Söz konusu propagandanın
gerçeklere dayanmadığı kısa sürede görüldü.
Yapılan anketler, Irak halkının yüzde 94´ünün
Türk askeri istemediğini ortaya koydu. Yalnız
Kürt liderlerin değil, Geçici Yönetim Konseyi'ndeki
hemen herkesin Irak´a Türk askerinin gelmesine karşı
çıktığı anlaşıldı. Şii
liderler, Sünni aşiretler, herkes tepkiliydi.
Türk yönetimi bunu aşmak için kendisini Amerika´nın
baskısıyla Konsey'e davet ettirmek istedi. Ama
ne Kürt liderler, ne de bir bütün olarak Konsey ikna olmadı.
Bunun üzerine, "Geçici Yönetim Konseyi bizi istesin"
tavrından vaz geçildi. Konsey ve Hükümet küçümsendi,
"Amerika işgal yönetimince atanmışlar,
halkı temsil etmiyorlar," dendi... "ABD istiyorsa
gideriz" diye kestirilip atıldı. Hatta "BM
kararına gerek yok, ulusal çıkarlarımız
neyi gerektiriyorsa onu yaparız!" dendi.
Böylece meşruiyet kaygılarını bir yana
ittikleri gibi, ne Irak yönetimine, ne Irak halkına,
hatta ne de büyük çoğunlukla Irak´a asker gönderilmesine
karşı olan Türkiye halkına aldırmadıklarını
ortaya koydular. ABD istesin yeterdi!
Ne var ki ABD bu baylar kadar gözü kara değildi. Irak
halkının ve meşru yönetiminin bu açık
tavrı karşısında Türk askerini davet
etmenin sakıncalarını gördü. Türk askerinin
götüreceği getireceğinden daha fazlaydı.
Türk özel timlerince Süleymaniye ve Kerkük´te girişilen
komplolar ise tazeydi. Türk askerinin gelmesi halinde ülkenin
şu anda tek sakin ve güvenlikli bölgesi Kürdistan da
karışabilir, ABD Kürtlerin güven ve desteğini
yitirebilirdi. Tüm bu nedenlerle, Türk askerinin gidişine
yönelik
pazarlıklar durdu ve bu iş tam bir belirsizliğe
büründü.
Sonuç olarak, tezkere çıktı ama, şu anda
Erdoğan ve Gül´ün cebinde bekliyor. Eğer önümüzdeki
günlerde bir olağanüstülük olup da taraflar Türk askerinin
Irak´a gitmesi konusunda bir uzlaşmaya varmazlarsa
(ki bu ihtimal oldukça zayıf) bu, Türk rejimi için
ikinci büyük düş kırıklığı
olacaktır.
Işin garibi, bu iş ikinci kez böylesine çıkmaza
girince, Başbakan Erdoğan´ın "istenmediğimiz
yere gitmeyiz" demesine karşılık (ne
kadar içtenlikli ayrı, ama mantıklı bir söz)
"Amerika istemese de girelim, ulusal çıkarlarımız
bunu gerektiriyor!" diyenlere rastlanıyor.. Böylelerine
ne demeli, allah akıl versin!
Son bir yıl içinde Türkiye´nin Irak´a yönelik politikasının
özeti işte budur.
Bu özetteki dönüşlere, zikzaklara, birbirini tutmayan,
bir günden ertesi güne değişen görüşlere,
iddialara dikkat ediyor musunuz?
Bu birbirini tutmayan, birbirine zıt sözler aynı
kamuoyuna söylenmiştir.
Sözde barış türküleri de savaş tiradları
da..
"Irak halkı bizi istediği için gidiyoruz"
iddiası da "Irak halkı istemese de gideriz,
ulusal çıkarlarımız bunu gerektiriyor"
efelenmesi de..
"Uluslararası meşruiyet gerekir, Birleşmiş
Milletler kararı olmalı" tezi de, "BM
kararına gerek yok, ulusal çıkarlarımız
neyi gerektiriyorsa onu yaparız" babalanması
da..
Ve daha neler neler...
Ve bu durum, ötekilerden farklı olduklarını
ileri süren, 3 Kasım Seçimleri ertesi oluşan olumlu
ortamda "artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak"
diyen AKP liderleri de dahil, bu ülkeyi yönetenlerin, ilkeli
ve tutarlı olmak için hiçbir kaygı duymadıklarını
gösteriyor.
Bu ülkeyi yönetenler politikayı halkı aldatma
sanatı olarak görüyor ve onun her anlatılana kolayca
kanacağını düşünüyorlar. Bir başka
deyişle, kitleleri aptal yerine koyuyorlar. Oysa halk,
politikacıların dilediklerince güdebilecekleri
bir sürü olmadığı gibi, ilkesiz politikaların
da, aldanmanın da bir ömrü vardır. Şöyle
bir söz vardı:
"Insanların bir bölümünü, hatta çoğunu bir
süre için aldatabilirsiniz, ama insanların tamamını
ve sürekli biçimde aldatamazsınız."
Evet, politikayı bir kitleleri aldatma sanatı
sananlar, en başta kendilerini aldatmış olurlar.