TÜSİAD’ın
On Önerisi ve Düşündürdükleri.. (*)
Kemal BURKAY
Türkiye Sanayiciler ve İşadamları
Dernegi (TÜSİAD) yeni yayınladığı
raporda, ülkenin yaşanan derin krizi aşabilmesi
için, ekonomik reformların yanısıra siyasi
reformlar yapılmasının ve sistemin demokratikleşmesinin
gerekli olduğunu söyledi.
“Demokratikleşme Perspektifleri ve
Avrupa Birliği Kopenhag Siyasi Kriterleri, Görüşler
ve Öncelikler” başlığını
taşıyan ve TÜSİAD yöneticilerinden Can Paker
ile Prof. Dr. Süheyl Batum tarafından hazırlanan
rapor, 21 Mayıs günü yapılan bir basın toplantısı
ile kamuoyuna sunuldu. Toplantıda konuşan TÜSİAD
Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan, Türkiye
adına AB’ye sunulan “Ulusal Program”ın Kopenhag
Kriterlerini kapsamakta yetersiz kaldığını,
ne hükümetin ne de siyasilerin sözkonusu kriterleri yerine
getirmek için istekli davranmadıklarını, demokratikleşme
konusunda inandırıcı ve samimi olmadıklarını
söyledi.
TÜSİAD Başkanı’nın söyledikleri tümüyle
doğru. Hükümet, AB’ye aday üyelik vizesi almak için Kopenhag
Kriterleri’ne sözde evet demişti. Bunda samimi olmadığını,
şark kurnazlığıyla kapıyı araladıktan
sonra, ev ödevlerinden yan çizmek için yine elinden geleni
yapacağını daha o zaman söylemiştik. Türk
hükümeti, o günden bu yana geçen bir buçuk yıllık
süre içinde demokratikleşme ve Kopenhag Kriterleri’nin
hayata geçirilmesi yolunda doğru dürüst bir adım
atmadı. Hep ayak sürüdü, açık bir oyalama politikası
izledi. Avrupa Birliği ülkeleri de iç kamuoyu da bunun
farkında. Ecevit hükümetinin AB’ye sunduğu Ulusal
Program bunun somut kanıtı. Bu program, Katılım
Ortaklığı Belgesi’nde istenenleri karşılamaktan
çok uzak.
TÜSİAD’ın sözkonusu raporunda yer
alan öneriler ise özetle şunlar:
Siyasi Partiler Kanunu değiştirilmeli;
partilerin iç işleyişi demokratikleşmeli, bu
yasada düşünce özgürlüğünü kısıtlayan
hükümler ayıklanmalı.
Seçim sistemi yenilenmeli; siyasi partilerin
seçim ittifakına olanak verilmeli, baraj makul bir seviyeye
indirilmeli; nisbi takviyeli, iki turlu, dar bölge sistemi
getirilmeli.
Yasama dokunulmazlığı, adli
takibat ve yargılamaya engel olmayacak şekilde daraltılmalı.
Savaş ve benzeri durumlar hariç, idam
cezası kaldırılmalı;
Başta ilgili Anayasa hükümleri, Terörle
Mücadele Kanunu ve Ceza Kanunu olmak üzere yasal düzenlemeler
yapılmalı, mevzuat Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nin içtihatlarına uygun biçimde değiştirilmeli;
düşünce, ifade ve basın-yayın özgürlüğünü
kısıtlayan hükümler elden geçirilmeli.
Ulusal Program’da kültürel hakların iki
önemli konusu olan anadilde eğitim ve televizyon-radyo
yayını konusunda açıklık yok. Türkiye
bu alanda Bulgaristan, Macaristan, Estonya, Orta va Doğu
Avrupa ülkelerinin gerisinde. Anayasadaki dil yasakları
ve mevzuattaki öteki sınırlamalar kaldırılmalı.
İşkence ve kötü muameleyi önlemek
için yasalarda gerekli değişiklik yapılmalı;
sorumluları soruşturulmalı, yargılanmalı;
MGK Avrupa standartlarına uygun hale getirilmeli;
bir danışma organı olmalı, sivil üye sayısı
arttırılmalı ve silahlı kuvvetleri temsilen
yalnızca Genelkurmay Başkanı yer almalı.
Hukuk devleti ilkesi eksiksiz uygulanmalı;
anayasal ve yasal mevzuat buna uygun düzenlenmeli, yargı
bağımsızlığı tam olarak sağlanmalı.
Dernek kurma, toplantı-gösteri hakları
güçlendirilmeli, ilgili yasalar antidemokratik hükümlerden
arındırılmalı.
Raporun sonuç bölümünde, Türkiye’nin gelişmiş
ülkeler arasında yerini alabilmesi için sağlıklı
işleyen demokratik siyasal bir düzen kurmaya gerek olduğu,
bunun önkoşulunun ise “ülke içinde vatandaşlarına
hak ve özgürlüklerle örülü siyasal ve sosyal bir ortam sunmak”
olduğu belirtiliyor. (22 Mayıs tarihli Radikal)
TÜSİAD’ın sözkonusu raporu, kuşku
yok önemli ve olumludur. Türkiye’de işveren örgütleri
son yıllarda zaman zaman benzeri raporlar yayınladılar
ve demokratik reformlar istediler. Biz bu tür istemleri her
zaman olumlu karşıladık. Bu rapor da en azından
Kopenhag Kriterleri’nin tam olarak uygulanmasından yanadır.
Türk hükümetinin ve parlamentosunun bu konudaki
ayak sürümesi ve isteksizliği ise raporda açıkça
dile getiriliyor. Bu nedenle de hükümet çevreleri rapora ve
sözkonusu önerilere pek sıcak yanaşmadılar.
Kimileri, “bunlar herkesin bildiği şeyler” diye
küçümsemeye kalkıştı. Bazı parlamenterler
ise “Patronlar işlerine baksın, siyaset onların
işi değil!” türünden atıp tuttular.
Bu baylara sormak gerekir: Bunlar herkesin
bildiği şeylerse ve gerekli iseler neden bir türlü
gerçekleşmiyorlar? Hükümetin ve parlamentonun, bu arada
sizin göreviniz ne? Ve siyaset patronların değil
de sizin işinizse, neden bu işler hep ortada kalıyor?
Neden Türkiye hep demokrasiden yoksun? Neden bu ülke bir işkence
ülkesi? Neden bu ülkede 20 milyonluk bir halkın dili-kültürü
bile yasak? Neden askerler höt deyince siviller hizaya giriyor?
Neden adalet bir rezalet?.
Bu parlamenterleri anlamak kolaydır. Onların
büyük çoğunluğu ülkenin durumu ve geleceği
konusunda doğru dürüst bir görüşü olmayan kişilerdir,
sıradan parmak kaldırıcılardır. Bu
parlamentoda bulunuşları salt sandalye doldurmak
içindir.
Sema Pişkinsüt hanım onların durumundan söz
etmişti. Kimisi paralı taşra politikacıları,
kimileri ise feodal –ağa, şeyh, aşiret reisi-
oldukları için seçildiler. Bir yetenekleri olduğu,
siyasal hayatta ve parlamentoda halk ve ülke yararına
bir iş yapacakları için değil, salt kolay yoldan
ün ve unvan, hatta daha çok para kazanmak için siyasete atılmışlar.
Bunların kimisi de genel başkanlara yakın ve
evet efendimci oldukları için bu meclisteler. Bunların
para ve post için yapmayacakları yoktur. İçlerinde
gerçekten nitelikli olanlar, belli alanlarda bilgi ve beceri
sahibi olanlar, proje ve fikir üretenler, demokrasi kaygısı
taşıyanlar iki elin on parmağını
bulmaz. Zaten böylelerine de bu yoz siyasi ortamda hayat hakkı
tanınmaz.
Başından bugüne sol görüşlülerin,
emekçilerin, aydınların, baskı gören toplum
kesimlerinin, Kürt yurtseverlerinin engellenerek, ezilerek
siyaset alanının dışında tutulduğu
Türkiye’nin siyaset meydanı işte bu güruhu üretiyor.
Orada adam gibi adam bulmak zordur. Türkiye’nin işe yarar
insanları, pırıl pırıl beyinleri
ise eğer öldürülmemişlerse, ya hapiste, ya sürgündeler,
en azından DGM kapılarını aşındırıp
duruyorlar.
Meydansa işte, tankların, polis coplarının,
gardiyanların, “emir kulu” savcı ve yargıçların
da yardımıyla böylelerine kalmıştır.
Hırslı, hırsız, despot parti liderlerinin
yanısıra, parlamentoyu dolduran bu güruhtan ülke
çıkarları ve demokrasi adına ne beklenebilir?.
İşte Türkiye’nin çıkmazı
da burada. Ülkede köklü bir değişime gerek var.
Barışa, demokrasiye ve bunu sağlayacak, ülkeyi
Avrupa Birliği ile bütünleştirecek siyasal reformlara.
Ama bunu kim yapacak? Bugünkü siyaset esnafı gibi çürümüş,
paslanmış ve bizzat kendisi değişimin
önünde bir ayak bağı haline gelmiş kesim mi?
Açık ki yeni politikalara ve bu politikaları
temel alan siyasi örgütlere, bu politikaların sözcüsü
olan yürekli, aydın liderlere gerek var. Aslında
bu yenilikçi, değişimci fikirler yok değil,
onları dile getirenler de. Ama onlar bugüne kadar, kendilerini
kuşatan baskı ve tutuculuk çemberini aşıp
geniş yığınlara ulaşacak olanaklardan
yoksundular. Bütün sorun bundan böyle bunu başarıp
başaramıyacakları. Değişimci görüşler
kitleleri nasıl saracak, bu görüşleri temel alan
programların çevresinde güçlü, kitlesel örgütler nasıl
yaratılacak?
Sorun tam da burada. Çözüm ise herhalde, görüşlerle
olanakları birleştirmekte. Çünkü kitlelere ulaşamıyan
görüşler yeni ve değişimci de olsa, çaresizdir.
Yeni bir görüş içermeyen güç ise tutucudur.
12 Eylül rejimi zaten iğreti olan demokrasiyi daha da
budadı ve faşizmi kurumlaştırdı.
Kürtlere karşı tezgahlanan kirli savaş 15 yıl
boyunca şovenizmi tırmandırdı, militarizmi
görülmemiş biçimde güçlendirdi. Tıkanan demokratik
kanallar önce kitleleri dinde bir çözüm aramaya yöneltti.
Ama bu yönelim de rejimin geleneksel, ana güçleri tarafından
tehlikeli bulunup tıkanınca meydan sağ ve sol
renkten milliyetçiliğe kaldı. 1998 yılı
sonları ve 1999 yılı başlarında yaşanan
olaylar nedeniyle şovenizm doruğa vardı ve
1999 yılı Nisan seçimlerine yansıdı. İki
parti, DSP ile MHP bu çılgınca tırmanışın
zehirli meyvelerini topladılar. Ama bununla bir yere
varmaları, sorunları çözmeleri olanaksızdı
ve bu olanaksızlık daha iki yıl bile dolmadan
kendisini açığa vurdu. Önce Körfez Depremi “devletin
büyüklüğü” üzerine buzdan ya da sisten bir saray gibi
kurulmuş pembe düşleri dağıttı. Ardından
peş peşe gelen iki ekonomik kriz ise milliyetçilik
dalgasının sahneye çıkardığı
son koalisyon hükümetini hükümet edemez duruma düşürdü.
Öyle ki bir anda, hiç hesapta olmayan biri, Dünya Bankası’nın
Başkan Yardımcısı Kemal Derviş, bir
kurtarıcı olarak sahneye çıktı ya da çıkarıldı;
daha önce bir türlü parlamentodan geçirilemeyen ekonomiyi
düzenlemeye ilişkin yasalar, IMF’nin 15 Yasası biçiminde
peş peşe parlamentodan geçti ve geçmekte. Şu
anda hükümet gemisinin kaptan köşkünde olan, Ecevit ve
yardımcıları değil, hiçbir partinin başkanı
olmayan, hiç bir seçime girip çıkmamış olan,
hatta 20 küsur yıldır Türkiye’nin dışında
yaşıyan Derviş’tir. Artık ne şovenizm
yaygarası para ediyor, ne militarist paranoyalar.. DSP
ve MHP dahil, iktidardaki –eğer iktidar sayılırlarsa?.-
tüm partiler kitlelerin güvenini yitirdiler, kamuoyu yoklamalarında
yüzde üçlere, dörtlere düştüler. Yani hızlı
yükselişi hızlı bir çöküş izledi. Kirli
savaşın ve şovenizmin şişirdiği
balon, pat diye indi.. Yalnız iktidardakiler değil,
muhalefettekiler de kitlenin güvenini yitirdiler. Rejim yedeklerini
tüketti. Şimdi kitleler müthiş bir arayış
içindeler. İşte bu, ülkenin daha önce yaşadığı
ekonomik ve siyasal krizlere hiç benzemeyen yepyeni bir durumdur
ve değişime yön verecek yeni siyasal oluşumların
meydana çıkması için uygun bir ortamdır.
Böyle bir durumda, umutlu olmak için her zamankinden
daha çok neden var. TÜSİAD gibi bu ülkenin en güçlü işveren
kuruluşunun bu değişimin sözcülüğüne soyunmuş
olması bu bakımdan olumlu, ciddi bir işarettir.
Çünkü bu ülkenin en güçlüsü, bazı çevrelerin sandığı
gibi ne ordu ne polistir, ne de şu andaki durumuyla örgütsüz,
emekçi halk kitleleridir. Bu güç, arkasına dış
sermayenin gücünü ve globalizmin rüzgarını da alan
yerli büyük sermayedir. Onun çıkarları böylesi bir
değişimi gerektiriyor.
Kimi gelenekçi çevreler, ulusal güvenlik ve
ulusal çıkarlar adına bu değişime karşı
çıkıyorlar. Oysa en büyük güvenlik iç ve dış
barışa dayanan güvenliktir. Ekonomik, sosyal ve
kültürel gelişme de ancak barış ve demokrasi
koşullarında yaşanabilir. Halkın çıkarları
da boş, saçma sapan bir şovenizm edebiyatında,
ırkçılıkta, gerginlikte, kavgada değil,
barışta ve demokrasidedir.
(*) Dema Nû gazetesinin 6. sayısından
alınmıştır.
|