PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 
Ulusal Güvenlik Paranoyası ve Değişim Gereği

Kemal Burkay

ANAP lideri Yılmaz’ın son parti kongresinde ulusal güvenlikle ilgili olarak açtığı tartışma devam ediyor.

Yılmaz’ın yaptığı, ötedenberi herkesçe bilinen, ama düzen partileri, sözümona sendikalar ve burjuva basınınca üç maymun usulü bilmezlikten gelinen, bizimse yıllar yılıdır, ağzımızda tüy biter gibi dile getirdiğimiz bir gerçeğin adını koymak oldu. Yılmaz Türkiye’deki “ulusal güvenlik sendromu”na değindi, bazı çevrelerin bu gerekçeyle tüm ileri açılımların önüne dikildiğini, Avrupa Birliği ile bütünleşmeyi de engellediğini dile getirdi.

Gerçek de budur. Yıllardır neden düşünce, basın, örgütlenme ve gösteri özgürlüğünün önündeki engelleri temizlemek için bir adım atılamıyor? TCK’ının 312. Maddesi, 159. Madde, TMK’nın 8. Maddesi neden değiştirilemiyor?

Siyasi parti kapama gibi çağdışı bir uygulamaya neden son verilemiyor?

Faşist cuntadan miras kalan 12 Eylül anayasasını çöpe atıp onun yerine demokratik bir anayasa yapmak şurda kalsın, neden onda demokratikleşme yönünde ciddi değişiklikler bile yapılamıyor?

Avrupa’ya söz verildiği helde neden Kopenhag siyasi kriterleri yönünde ciddi bir tek adım atılamıyor? Kürt diliyle yayın ve eğitimin önü neden açılmıyor?

İdam cezası neden kaldırılamıyor?

Susurluk çetesinin üzerine neden gidilemedi? Şeffaflaşma neden lafta kalıyor?

Bu soruları uzatmak mümkün. Ama bu yöndeki girişimlere karşı her keresinde aynı gerekçeyle, “ulusal güvenlik” kaygılarıyla karşı çıkılıyor. İç ve dış düşman edebiyatı yapılıyor. Türkiye’nin tutucu ve militarist güçleri, kendi yurttaşlarına hak ve özgürlük tanımamak için, baskı rejimini sürdürmek için bin dereden su getiriyorlar.

Bunun başında MGK denen parlamento ve hükümet üstü kurum geliyor. Bu kurulda ise ipleri ellerinde tutanlar, generaller, yani militarist güçlerdir.

Güçlü ve denetimsiz oldukları zaman asker ve polislerin zora dayanan keyfi bir yönetim kurmaları doğaldır. Türkiye’nin yapısında bu keyfilik başından beri var. Bu ülke hiçbir dönemde gerçek demokrasiyle tanışmadı. Önce tek parti dönemi, arkasından askeri darbelerle militarizm güçlendi. Kürtlere karşı kirli savaş bu süreci pompaladı. Generaller ve polis şefleri ülkenin güçlüleri haline geldiler, herşeyi denetimlerine aldılar. Sivil yönetim bir kuklaya dönüştü.

Hatta, bu süreç içinde 12 Eylül Anayasası’nın yerine başka gizli anayasalar, MGK Genel Sekreterliği’nce hazırlanan kırmızı kitapçıklar, “Milli Güvenlik Siyaset Belgeleri” geçti. Bu belgeler hükümeti de parlamentoyu da bağlıyor! Ülkenin yalnız milli güvenlik politikasına değil, iç ve dış politikadaki, kültür alanındaki hemen her önemli konuda yön veren o. Hatta, telekom olayında görüldüğü gibi, neyin özelleştirilip neyin özelleştirilemiyeceğine karar veren de o! Parlamento, hükümet, cumhurbaşkanlığı fasa fiso. Herkes generallerin kendi mutfaklarında pişirip hazırlayıp MGK’da sivillere dayattığı bu tespit ve kararlar karşısında susta duruyor.

Bunun hukuki altyapası da mevcut! MGK anayasal bir kurum. MGK Genel Sekreterliği ise Demirel zamanında hazırlanmış bir yasa ile sözkonusu olağanüstü yetkilerle donatılmış. (Demirel dünyada eşi görülmemiş bir oportünisttir; o postunu korumak için kırk haramilerle bile işbirliği yapar. Şu günlerde de, ülkeyi bu durama getirenlerin başında kendisi yokmuş gibi, ekonomik kriz üzerine pişkin pişkin ahkam kesiyor, hala kendisini el edilemez hint kumaşı sanıyor ve ülke yönetimi için davetiye, “kurtar bizi baba!” haykırışları bekliyor…) 

Ordu bu dönemde, yalnızca siyasi gücü elinde toplamakla kalmadı, aynı zamanda büyük ekonomik güç kazandı, bu anlamda da sistemle bütünleşti. Ordu yardımlaşma kurumu ve diğer ordu şirketleri, vakıflar büyüdüler, çoğaldılar, tekelleştiler. Üstelik vergi ödememe, hesap sorulmama gibi bir imtiyazları da var.

Bunun da ötesinde ordu ve polis, özellikle kirli savaş sürecinde uyuşturucu, kara para ve haraç sistemine büyük ölçüde bulaştı, bu alandaki yıllık yüzmilyar dolarla ifade edilen rant bölüşümüne katıldı. Kirli savaşın bu ranttan beslenmesi biryana, ordu ve polis saflarından birçokları yüklerini tuttular, mafya ile içiçe geçtiler.

İşte tüm bu nedenlerle, demokratikleşme ve şeffaflaşma yönündeki her çabanın önüne en başta generaller ve polis şefleri çıkıyor. Onlar siyasi ve ekonomik güçlerini, imtiyazlarını yitirmek istemiyorlar.

Generaller susurluk sürecine karşı direndiler. Kontrgerilla ve JİTEM gibi ordu güdümündeki komplo ve cinayet örgütleri bugün de aktifler. Mafya ile bütünleşen, uyuşturucu ve kara para çetelerine karışan, haraç alan ordu ve polis mensuplarından hesap sorulamıyor.

Bu gerçeği politikcılar biliyor, basın biliyor, işverenler ve ve sözde işçi liderleri biliyor. Ama bu çevreler bugüne kadar susmayı tercih ettiler. Herkes, La Fontaine’nin masallarında olduğu gibi güçlünün karşısında susmayı tercih etti, ya da, Mesut Yılmaz’ın deyişiyle üç maymunları oynadı.

Çünkü generallerin tankları vardı ve sivillerin yürekleri yoktu!

Üstelik Kürtlere ve sola karşı estirilen terörde orduyu ve polisi alkışladılar, kahramanlaştırdılar. Yani sözkonusu sivil çevreler kendi zincirlerini kendileri ördüler. Şimdi, artık kapıya dayanan değişim ihtiyacı ve AB ile bütünleşme sürecinde bu zincirleri çözmek isteseler bile, bu kolay olmuyor.

Öte yandan, değişim karşısındaki tutucu, tepkici tavır salt ordu ve polisten gelmiyor. Aslında tutuculuk, şovenizm, ırkçılık, antidemokratik koşullanmışlık bu ülkenin sivilleri arasında da güçlüdür. Değişim karşısında “ulusal güvenlik” adına duyulan paranoya derecesindeki korku ve kaygılar sivil kesimde de aynen var. Onlar da demokrasiyi hiçbir zaman yürekten istemediler. Onlar da Kürt sorununa, Kemalizme ilişkin kimi tabuların tartışılmasından, sözden düşünceden, gerçek anlamda geniş, çağdaş bir basın ve örgütlenme özgürlüğünden müthiş korkuyorlar. Onlar da demokratik bir anayasa, demokratik bir siyasi partiler ve seçim yasası istemiyorlar. Bu yönde ciddi hiçbir çabaları yok. Parlamentonun durumu ortada. Sanki eli kolu bağlı ve sanki halkın temsilcisi o değil. Boş gezenin boş kalfası gibi.. Ülkenin iç ve dış politikasına yön vermek, demokratikleşme yönünde adım atmak için hiçbir çabası, girişimi yok. Hatta bu tür girişimlere karşı sesler en başta hükümet ve parlamento içinden yükseliyor. Hükümet ve parlamento şu anda eğer bazı şeyleri yapmak ister görünüyorsa bu da salt Avrupa’nın zoruyla, selin sürüklemesiyle oluyor.

Bu nedenle, tüm suçu asker ve polislere yüklemek haksızlık olur. Bu ülkenin sivili de askeri de birbirine benziyor. İki kesim de aynı bezin parçası. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş.

Peki böyle bir bezden nasıl bir elbise çıkar? Değişim ve demokratikleşme bakımından umut var mı?

Basbelli dünya değişiyor, bu toplum da ister istemez etkileniyor ve düşe kalka, ağır aksak da olsa değişecektir. Değişmemekte, çağa uymamakta ısrar eden ise çürüyecek ve yıkılacaktır.

Evet, Mesut Yılmaz bu tartışmayı açmakla iyi etti, o bir gerçeği dile getirdi. Bazı çevreler Mesut Yılmaz’ın şimdiye kadar sözünün arkasında durmadığını ileri sürerek bu çıkışa da kuşku ile ve eleştirel yaklaştılar.

Yılmaz’ın şimdiye kadar birçok kez olumlu çıkışlar yapıp daha sonra sözünün arkasında durmadığı, tepkiler karşısında geri çekildiği doğrudur. Eleştiriler bu yönüyle haklıdır. Öte yandan, Yılmaz’ın geçmişteki kimi olumlu çıkışlarında yeterince destek görmediğini de hesaba katmak gerekir. Düzen partileri ve rakip liderler, her keresinde kişisel ya da ya da parti hesaplarını önde tuttular. Şu anda da, bu olumlu çıkışa karşılık verilen desteğin yeterli olduğu söylenemez. Yılmaz, en başta hükümet içinde yalnız bırakıldı. Her yönüyle demokrasi ve değişim karşıtı, ırkçı ve şoven olan, bu haliyle bir bakıma militarizmin sivil kesimdeki sözcülüğünü yapan MHP’nin yanısıra, Ecevit de bu çıkıştan paniğe kapıldı, Yılmaz’ı eleştirdi ve tartışmayı kapamaya çalıştı.

İçi geçmiş Ecevit’in bu olaydaki korkaklığı, militarist kesim önünde el pençe divan durması ilginç bir manzara idi, ama şaşırtıcı değildi ve ilk kez de olmuyordu. Ecevit yıllardır generallerin bir emir eri gibi davranıyor.

Öte yandan, bugüne kadar zaman zaman demokratikleşmeye ve hukuk düzenine vurgu yapan, bu nedenle olumlu puanlar toplayan Cumhurbaşkanı Sezer de bu tartışmada Yılmaz’a destek vermediği gibi, o da Ecevit benzeri olayı kapaya çalıştı.

Yılmaz’ın ve ANAP’ın kişisel ve örgütsel zaafları, geçmişteki tutarsızlıkları ne olursa olsun, sözkonusu çıkış olumludur ve desteklenmelidir. Kimi tabuların tartışılabilmesi, kitlelerin gerçekleri kavraması ve değişim yönünde yolun açılabilmesi için düzen partileri içinde de bazı liderlerin kral çıplak demesi gerekiyordu. Bu söz bir bakıma söylenmiştir. Şimdi ANAP’a ve liderine düşen bu sözün arkasında kararlı biçimde durmaktır. Demokrasi güçlerine düşen ise bu çıkışa destek vermektir.

Türkiye’nin köklü bir demokratik dönüşüme, yeni bir yapılanmaya ihtiyacı var. Avrupa ile bütünleşmesi, çağı yakalaması buna bağlıdır. Bunun için de militarist bir devlet, polis devleti olmaktan çıkmalıdır.

Demokratik, çağdaş bir toplumda MGK’nın yeri yoktur; cuntaların yadigarı olan bu kurum dağıtılmalı, parlamento ve hükümet asker vesayetinden, gizli anayasaların güdümünden kurtarılmalıdır.

Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma bakanlığına bağlanmalı, ordunun politikaya yön verme alışkanlığına son verilmelidir.

Parlamento ne işe yaradığını artık düşünmeli, yeni ve demokratik bir anayasa, demokratik bir siyasi partiler yasası ve seçim yasası için kolları sıvamalıdır.

12 Eylül sistemi tasfiye edilmelidir.

Kürt kimliği anayasada tanınmalı, Kürt sorunu Kürt halkının meşru temsilcileriyle diyalog içinde barışçı yoldan ve adil biçimde çözülmelidir.

Türkiye’nin komşularıyla sorunları barışçı yöntemlerle çözülmeli, aşırı silahlanmaya son verilmeli; kaynaklar üretime, halka iş ve ekmek teminine, ekonomik ve kültürel gelişmeye yöneltilmelidir.

Sözkonusu yapısal değişimlerin hayata geçebilmesi için Türkiye’de aynı zamanda köklü bir zihniyet değişikliğine gerek var. Türkiye’nin aydını, işçisi, işvereni, politikacısı, herkes artık nasıl bir dünyada yaşadığını düşünmek zorunda. Irkçı-şoven önyargılarla, çağın gerisinde kalmış değer yargılarıyla, zor yöntemleri ve baskı çarkıyla bugünün sorunlarını çözmek, ilerlemek, refahı yakalamak mümkün değildir.

Toluma yeni, çağdaş düşünceler gerekli. Yalnız dewlet yapısı ve siyaset değil, kafalar da yenilenmeli.

 
PSK Bulten © 2001