Ulusal
Güvenlik Paranoyası ve Değişim Gereği
Kemal Burkay
ANAP lideri Yılmaz’ın son parti kongresinde ulusal güvenlikle ilgili
olarak açtığı tartışma devam ediyor.
Yılmaz’ın yaptığı, ötedenberi herkesçe bilinen, ama
düzen partileri, sözümona sendikalar ve burjuva basınınca
üç maymun usulü bilmezlikten gelinen, bizimse yıllar
yılıdır, ağzımızda tüy biter
gibi dile getirdiğimiz bir gerçeğin adını
koymak oldu. Yılmaz Türkiye’deki “ulusal güvenlik sendromu”na
değindi, bazı çevrelerin bu gerekçeyle tüm ileri
açılımların önüne dikildiğini, Avrupa
Birliği ile bütünleşmeyi de engellediğini dile
getirdi.
Gerçek de budur. Yıllardır neden düşünce, basın, örgütlenme
ve gösteri özgürlüğünün önündeki engelleri temizlemek
için bir adım atılamıyor? TCK’ının
312. Maddesi, 159. Madde, TMK’nın 8. Maddesi neden değiştirilemiyor?
Siyasi parti kapama gibi çağdışı bir uygulamaya neden son
verilemiyor?
Faşist cuntadan miras kalan 12 Eylül anayasasını çöpe atıp
onun yerine demokratik bir anayasa yapmak şurda kalsın,
neden onda demokratikleşme yönünde ciddi değişiklikler
bile yapılamıyor?
Avrupa’ya söz verildiği helde neden Kopenhag siyasi kriterleri yönünde
ciddi bir tek adım atılamıyor? Kürt diliyle
yayın ve eğitimin önü neden açılmıyor?
İdam cezası neden kaldırılamıyor?
Susurluk çetesinin üzerine neden gidilemedi? Şeffaflaşma neden lafta
kalıyor?
Bu soruları uzatmak mümkün. Ama bu yöndeki girişimlere karşı
her keresinde aynı gerekçeyle, “ulusal güvenlik” kaygılarıyla
karşı çıkılıyor. İç ve dış
düşman edebiyatı yapılıyor. Türkiye’nin
tutucu ve militarist güçleri, kendi yurttaşlarına
hak ve özgürlük tanımamak için, baskı rejimini sürdürmek
için bin dereden su getiriyorlar.
Bunun başında MGK denen parlamento ve hükümet üstü kurum geliyor.
Bu kurulda ise ipleri ellerinde tutanlar, generaller, yani
militarist güçlerdir.
Güçlü ve denetimsiz oldukları zaman asker ve polislerin zora dayanan keyfi
bir yönetim kurmaları doğaldır. Türkiye’nin
yapısında bu keyfilik başından beri var.
Bu ülke hiçbir dönemde gerçek demokrasiyle tanışmadı.
Önce tek parti dönemi, arkasından askeri darbelerle militarizm
güçlendi. Kürtlere karşı kirli savaş bu süreci
pompaladı. Generaller ve polis şefleri ülkenin güçlüleri
haline geldiler, herşeyi denetimlerine aldılar.
Sivil yönetim bir kuklaya dönüştü.
Hatta, bu süreç içinde 12 Eylül Anayasası’nın yerine başka gizli
anayasalar, MGK Genel Sekreterliği’nce hazırlanan
kırmızı kitapçıklar, “Milli Güvenlik Siyaset
Belgeleri” geçti. Bu belgeler hükümeti de parlamentoyu da
bağlıyor! Ülkenin yalnız milli güvenlik politikasına
değil, iç ve dış politikadaki, kültür alanındaki
hemen her önemli konuda yön veren o. Hatta, telekom olayında
görüldüğü gibi, neyin özelleştirilip neyin özelleştirilemiyeceğine
karar veren de o! Parlamento, hükümet, cumhurbaşkanlığı
fasa fiso. Herkes generallerin kendi mutfaklarında pişirip
hazırlayıp MGK’da sivillere dayattığı
bu tespit ve kararlar karşısında susta duruyor.
Bunun hukuki altyapası da mevcut! MGK anayasal bir kurum.
MGK Genel Sekreterliği ise Demirel zamanında hazırlanmış
bir yasa ile sözkonusu olağanüstü yetkilerle donatılmış.
(Demirel dünyada eşi görülmemiş bir oportünisttir;
o postunu korumak için kırk haramilerle bile işbirliği
yapar. Şu günlerde de, ülkeyi bu durama getirenlerin
başında kendisi yokmuş gibi, ekonomik kriz
üzerine pişkin pişkin ahkam kesiyor, hala kendisini
el edilemez hint kumaşı sanıyor ve ülke yönetimi
için davetiye, “kurtar bizi baba!” haykırışları
bekliyor…)
Ordu bu dönemde, yalnızca siyasi gücü elinde toplamakla kalmadı, aynı
zamanda büyük ekonomik güç kazandı, bu anlamda da sistemle
bütünleşti. Ordu yardımlaşma kurumu ve diğer
ordu şirketleri, vakıflar büyüdüler, çoğaldılar,
tekelleştiler. Üstelik vergi ödememe, hesap sorulmama
gibi bir imtiyazları da var.
Bunun da ötesinde ordu ve polis, özellikle kirli savaş sürecinde uyuşturucu,
kara para ve haraç sistemine büyük ölçüde bulaştı,
bu alandaki yıllık yüzmilyar dolarla ifade edilen
rant bölüşümüne katıldı. Kirli savaşın
bu ranttan beslenmesi biryana, ordu ve polis saflarından
birçokları yüklerini tuttular, mafya ile içiçe geçtiler.
İşte tüm bu nedenlerle, demokratikleşme ve şeffaflaşma
yönündeki her çabanın önüne en başta generaller
ve polis şefleri çıkıyor. Onlar siyasi ve ekonomik
güçlerini, imtiyazlarını yitirmek istemiyorlar.
Generaller susurluk sürecine karşı direndiler. Kontrgerilla ve JİTEM
gibi ordu güdümündeki komplo ve cinayet örgütleri bugün de
aktifler. Mafya ile bütünleşen, uyuşturucu ve kara
para çetelerine karışan, haraç alan ordu ve polis
mensuplarından hesap sorulamıyor.
Bu gerçeği politikcılar biliyor, basın biliyor, işverenler
ve ve sözde işçi liderleri biliyor. Ama bu çevreler bugüne
kadar susmayı tercih ettiler. Herkes, La Fontaine’nin
masallarında olduğu gibi güçlünün karşısında
susmayı tercih etti, ya da, Mesut Yılmaz’ın
deyişiyle üç maymunları oynadı.
Çünkü generallerin tankları vardı ve sivillerin yürekleri yoktu!
Üstelik Kürtlere ve sola karşı estirilen terörde orduyu ve polisi
alkışladılar, kahramanlaştırdılar.
Yani sözkonusu sivil çevreler kendi zincirlerini kendileri
ördüler. Şimdi, artık kapıya dayanan değişim
ihtiyacı ve AB ile bütünleşme sürecinde bu zincirleri
çözmek isteseler bile, bu kolay olmuyor.
Öte yandan, değişim karşısındaki tutucu, tepkici tavır
salt ordu ve polisten gelmiyor. Aslında tutuculuk, şovenizm,
ırkçılık, antidemokratik koşullanmışlık
bu ülkenin sivilleri arasında da güçlüdür. Değişim
karşısında “ulusal güvenlik” adına duyulan
paranoya derecesindeki korku ve kaygılar sivil kesimde
de aynen var. Onlar da demokrasiyi hiçbir zaman yürekten istemediler.
Onlar da Kürt sorununa, Kemalizme ilişkin kimi tabuların
tartışılmasından, sözden düşünceden,
gerçek anlamda geniş, çağdaş bir basın
ve örgütlenme özgürlüğünden müthiş korkuyorlar.
Onlar da demokratik bir anayasa, demokratik bir siyasi partiler
ve seçim yasası istemiyorlar. Bu yönde ciddi hiçbir çabaları
yok. Parlamentonun durumu ortada. Sanki eli kolu bağlı
ve sanki halkın temsilcisi o değil. Boş gezenin
boş kalfası gibi.. Ülkenin iç ve dış politikasına
yön vermek, demokratikleşme yönünde adım atmak için
hiçbir çabası, girişimi yok. Hatta bu tür girişimlere
karşı sesler en başta hükümet ve parlamento
içinden yükseliyor. Hükümet ve parlamento şu anda eğer
bazı şeyleri yapmak ister görünüyorsa bu da salt
Avrupa’nın zoruyla, selin sürüklemesiyle oluyor.
Bu nedenle, tüm suçu asker ve polislere yüklemek haksızlık olur. Bu
ülkenin sivili de askeri de birbirine benziyor. İki kesim
de aynı bezin parçası. Tencere yuvarlanmış,
kapağını bulmuş.
Peki böyle bir bezden nasıl bir elbise çıkar? Değişim ve
demokratikleşme bakımından umut var mı?
Basbelli dünya değişiyor, bu toplum da ister istemez etkileniyor ve
düşe kalka, ağır aksak da olsa değişecektir.
Değişmemekte, çağa uymamakta ısrar eden
ise çürüyecek ve yıkılacaktır.
Evet, Mesut Yılmaz bu tartışmayı açmakla iyi etti, o bir
gerçeği dile getirdi. Bazı çevreler Mesut Yılmaz’ın
şimdiye kadar sözünün arkasında durmadığını
ileri sürerek bu çıkışa da kuşku ile ve
eleştirel yaklaştılar.
Yılmaz’ın şimdiye kadar birçok kez olumlu çıkışlar
yapıp daha sonra sözünün arkasında durmadığı,
tepkiler karşısında geri çekildiği doğrudur.
Eleştiriler bu yönüyle haklıdır. Öte yandan,
Yılmaz’ın geçmişteki kimi olumlu çıkışlarında
yeterince destek görmediğini de hesaba katmak gerekir.
Düzen partileri ve rakip liderler, her keresinde kişisel
ya da ya da parti hesaplarını önde tuttular. Şu
anda da, bu olumlu çıkışa karşılık
verilen desteğin yeterli olduğu söylenemez. Yılmaz,
en başta hükümet içinde yalnız bırakıldı.
Her yönüyle demokrasi ve değişim karşıtı,
ırkçı ve şoven olan, bu haliyle bir bakıma
militarizmin sivil kesimdeki sözcülüğünü yapan MHP’nin
yanısıra, Ecevit de bu çıkıştan paniğe
kapıldı, Yılmaz’ı eleştirdi ve tartışmayı
kapamaya çalıştı.
İçi geçmiş Ecevit’in bu olaydaki korkaklığı, militarist
kesim önünde el pençe divan durması ilginç bir manzara
idi, ama şaşırtıcı değildi ve
ilk kez de olmuyordu. Ecevit yıllardır generallerin
bir emir eri gibi davranıyor.
Öte yandan, bugüne kadar zaman zaman demokratikleşmeye ve hukuk düzenine
vurgu yapan, bu nedenle olumlu puanlar toplayan Cumhurbaşkanı
Sezer de bu tartışmada Yılmaz’a destek vermediği
gibi, o da Ecevit benzeri olayı kapaya çalıştı.
Yılmaz’ın ve ANAP’ın kişisel ve örgütsel zaafları,
geçmişteki tutarsızlıkları ne olursa olsun,
sözkonusu çıkış olumludur ve desteklenmelidir.
Kimi tabuların tartışılabilmesi, kitlelerin
gerçekleri kavraması ve değişim yönünde yolun
açılabilmesi için düzen partileri içinde de bazı
liderlerin kral çıplak demesi gerekiyordu. Bu söz bir
bakıma söylenmiştir. Şimdi ANAP’a ve liderine
düşen bu sözün arkasında kararlı biçimde durmaktır.
Demokrasi güçlerine düşen ise bu çıkışa
destek vermektir.
Türkiye’nin köklü bir demokratik dönüşüme, yeni bir yapılanmaya ihtiyacı
var. Avrupa ile bütünleşmesi, çağı yakalaması
buna bağlıdır. Bunun için de militarist bir
devlet, polis devleti olmaktan çıkmalıdır.
Demokratik, çağdaş bir toplumda MGK’nın yeri yoktur; cuntaların
yadigarı olan bu kurum dağıtılmalı,
parlamento ve hükümet asker vesayetinden, gizli anayasaların
güdümünden kurtarılmalıdır.
Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma bakanlığına
bağlanmalı, ordunun politikaya yön verme alışkanlığına
son verilmelidir.
Parlamento ne işe yaradığını artık düşünmeli,
yeni ve demokratik bir anayasa, demokratik bir siyasi partiler
yasası ve seçim yasası için kolları sıvamalıdır.
12 Eylül sistemi tasfiye edilmelidir.
Kürt kimliği anayasada tanınmalı, Kürt sorunu Kürt halkının
meşru temsilcileriyle diyalog içinde barışçı
yoldan ve adil biçimde çözülmelidir.
Türkiye’nin komşularıyla sorunları barışçı yöntemlerle
çözülmeli, aşırı silahlanmaya son verilmeli;
kaynaklar üretime, halka iş ve ekmek teminine, ekonomik
ve kültürel gelişmeye yöneltilmelidir.
Sözkonusu yapısal değişimlerin hayata geçebilmesi için Türkiye’de
aynı zamanda köklü bir zihniyet değişikliğine
gerek var. Türkiye’nin aydını, işçisi, işvereni,
politikacısı, herkes artık nasıl bir dünyada
yaşadığını düşünmek zorunda.
Irkçı-şoven önyargılarla, çağın gerisinde
kalmış değer yargılarıyla, zor yöntemleri
ve baskı çarkıyla bugünün sorunlarını
çözmek, ilerlemek, refahı yakalamak mümkün değildir.
Toluma yeni, çağdaş düşünceler gerekli. Yalnız dewlet yapısı
ve siyaset değil, kafalar da yenilenmeli.
|