PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 
Anayasa Değişikliği ve YÖK Gerilimi

Kemal Burkay

Mayıs ayı başında bir Anayasa değişikliği paketi daha Türk meclisinden geçti.

Bu kaçıncı Anayasa değişikliği? Sayısını unuttuk…

Malum, bu Anayasa 12 Eylül darbesinin ardından ve cuntanın tercihlerine göre yapıldı. Kimi onu haklı olarak “Cunta Anayasası”, kimi de eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un deyişiyle “polis tüzüğü” olarak niteledi. O, yurttaşların hak ve özgürlüklerini güvenceye alan çağdaş bir anayasa değil, aksine bu hak ve özgürlükleri sınırlamayı, kullanılamaz hale getirmeyi esas alan bir deli gömleği.

Cunta sözde gidip sivil hükümetler geldikten bu yana geçen 20 yıl içinde de kimse bu Anayasa’ya ve onun oluşturduğu 12 Eylül çarkına dokunamadı. Sivil hükümetler ve parlamento sözde birçok değişiklik yaptılar, ama bununla ortaya demokratik bir anayasa değil, yamalı bohça çıktı. Kenan Evren ve şürekası söz konusu “polis tüzüğü”nün birçok maddesinin değiştirilmesini bile, ya tümden yasaklamış, ya da aşırı derecede zorlaştırmıştır.

Peki hükümetler ve parlamento bunca değişiklikle zaman harcayacaklarına neden oturup yeni baştan demokratik bir anayasa yapmayı denemediler? Sebebi açık, bunu göze alamadılar. Paşaların gözü sivillerin üzerinde.. Burası bir paşalar cumhuriyeti.. Bu ülkede anayasaları ilga etmek, rafa kaldırmak gibi, yeni anayasa yapmak da askerlerin tekelinde!

Ama askerlere haksızlık etmeyelim, bu ülkenin sivillerinin de çağdaş, demokratik bir anayasa yapmaya niyetleri yok. Demirel mi bunu istedi, Ecevit mi, şeriatçı Erbakan mı, Kemalist Baykal mı?.. Eğer isteselerdi bunun yolunu bulurlardı, kamuoyunu arkalarına alır ve yepyeni, çağdaş, demokratik bir anayasa yaparlardı. Ama kendileri demokrat olmayanlar, şovenler, ırkçılar, şeriatçılar nasıl demokratik bir anayasa yapacak?.

Şu anda AB’ye girmek için, yani serbest dolaşım, daha çok yabancı yatırım, mali destek vb. için, AB’nin zoruyla sözde belli demokratikleşme adımları atılıyor. Ama bunlar gönüllüce değil, mecburen… Öyle olduğu için de yarım yamalak, göstermelik, kağıt üzerinde…

Birtakım dostlar, yapılanları küçümsememeli diyorlar. Örneğin son pakette yer alan değişiklikler, DGM’lerin kalkması, uluslararası anlaşmaların iç hukukun üstünde sayılması, idam cezasının Anayasa’dan temizlenmesi, askeri harcamalar üzerinde Danıştay denetimi yolunun açılması…

Elbet bunları ilkesel olarak küçümsemiyoruz. Biz de bu tür değişiklikleri istiyorduk. Ancak, gerek yönetimde gerekse toplumsal ölçekte, demokrasi için yeter bir istek, niyet ve anlayış olmadığı zaman bu değişiklikler ne kadar işe yarıyacak ve uygulama ne olacak? Bakın, daha şimdiden DGM’lerin yerine “ihtisas mahkemeleri” hazırlanıyor.. Besbelli onlar da siyasi davalara bakacak. Onların DGM’lerden farklı davranacağını sanıyor musunuz? Kaldı ki onlar olmasa, söz konusu davalara da normal mahkemeler, asliye ceza, ağır ceza ve basın mahkemeleri baksa, durum değişecek mi? Onların ve Yargıtay, Anayasa Mahkemesi gibi yüksek mahkemelerin durumu ortada. Milletvekilleri, bakanlar, hatta başbakan bile onlara güvenmiyor, dokunulmazlık zırhının arkasına saklanıyorlar. Haksız da değiller. Erdoğan’ın dokunulmazlığı olmasa, parlamentoya seçildikten ve başbakan olduktan sonra bile, kimbilir Kemalist yargıçlar başına neler getirmişlerdi?.

Bu ülkede tutuculuğun dayanaklarından biri, düzene koşullanmış, onun baskı aygıtı olan ordu ve polisse, bir dayanağı da yargıdır. İçlerinde hukukçu demeye değer, çağdaş kafaya sahip insanlar elbet var; ama bunlar azınlıklar. Türk yargısı ezici çoğunluğuyla tutucudur, düzene koşullanmıştır, çağdaş demokratik değerlerden uzaktır. AB zoruyla da olsa parlamentodan geçebilen kimi ufak tefek demokratik adımlara bile ayak uyduramıyor ve müthiş diretiyor.

Uygulamadıktan sonra uluslararası anlaşmaya imza atmanın, ya da lafta onun üstünlüğünü tanımanın ne önemi var? İşkence de bu ülkenin yasalarına göre yasak ve suç, ama sistemli ve yoğun biçimde devam ediyor ve kimse işkencecilerden hesap soramıyor. Türkiye Kürtçenin kullanılmasını yasaklıyarak Lozan Antlaşması’nı bile başından beri çiğnedi ve buna hala devam ediyor.

Bu ülkede çağdaşlık ve demokrasi konusunda sivillerin kafası da askerlerden fazla açık değil, aydın değil. Düne kadar yasaklı olan, vatana ihanet sayılan sol görüşler ve örgütler bir yana, Kürt halkına, Alevilere, Hıristiyanlara, kadınlara yönelik uygulamalar ortada. Kıbrıs’ta 150 bin Türk için iki devletli birliği ısrarla isteyenler (bir bölümü buna bile razı değil, ayrı devlet istiyor) Türkiye’de hala Kürt okullarına ve televizyonuna evet demiyorlar. Bunlar, Kürt halkının haklarını tanıyan bir anayasa yapabilirler mi? Ya da dini alanda Alevilere ve Hıristiyan azınlıklara eşit hak ve özgürlük tanıyabilirler mi? Ülkeyi yöneten egemenler, kadınların toplumsal yaşama erkeklerle eşit biçimde katılmasına bile hala gizli-açık zorlu bir direnç gösteriyor.

Oysa bütün bunlar olmadan bu ülkede demokrasi olmaz ve olmuyor.

Sonuç olarak, bu Anayasa değişikliği de büyütülmemeli. Türkiye henüz demokratik bir anayasadan da, böylesi bir uygulama ve anlayıştan da çok uzak.

Çağdaşlık, demokrasi, ancak kitlelerin bu doğrultuda güçlü bir istek göstermesi, harekete geçmesi ve çağdaş bir anlayışa sahip demokratik bir iktidarın başa gelmesi, yani köklü bir değişimle olur. Bu da henüz ortada olmayan ve ufukta görünmeyen bir durum.

*   *   *

Türkiye bakımından son günlerdeki önemli gelişmelerden biri de hükümetin, YÖK Yasası’nda değişiklik için hazırladığı tasarının yol açtığı yoğun tartışmalar, daha da önemlisi, bu nedenle ordunun 6 Mayısta verdiği “ültimatom” oldu.

YÖK’ün ne olduğu belli, o da 12 Eylül’ün faşist kurumlarından biri, üniversitelere giydirdiği deli gömleği. Zaten bilimsel çalışma özgürlüğünden öteden beri yoksun ve resmi ideolojinin tutsağı olan Türk üniversiteleri, YÖK ile daha da kötürümleştiler. YÖK’ün kaldırılması, üniversitelerin özgürleşmesi ve genel olarak eğitim sisteminde ciddi bir reform gereği açık. Ama 12 Eylül Cuntasını izleyen sivil hükümetlerin hiçbiri buna yanaşmadı. AKP hükümetinin tasarısı da bundan çok uzak.

AKP hükümeti bu tasarı ile, meslek liselerinin üniversitelere girişini kısıtlayan engelleri kaldırmak, yani bir haksızlığı düzeltmek istediğini söylüyor. Karşıt kesimler ise, bundan amacın imam hatip liselerinin önünü açmak ve kadrolaşmak olduğunu ileri sürüyorlar.

Amaç ve niyet ne olursa olsun, bence de bu girişim, genel olarak eğitim sorununu çözmekten ve üniversitelerin özgürleşmesine hizmet etmekten çok uzak. AKP hükümetinin de kendisinden öncekiler gibi, böyle bir projesi, niyeti de yok zaten. Bence de hükümetin amacı üniversiteye giriş için imam hatiplerin önünü açmak. AKP’nin, türban gibi bu konuda da kendi İslami tabanına verilmiş bir sözü var ve şu anda bunu yerine getirmek için koşulların uygun olduğunu düşünüyor..

Türban konusunda kişi olarak tutumum açık: kadının çarşafa bürünmesine de, türbana da karşıyım. Aslında bu, kadın kendi isteğiyle yapıyor görünse bile, erkeğin ve geleneğin baskısının bir ürünü. Kadın saçı ile erkek saçı arasında, kadın teni ile erkek teni arasında bence bir fark yoktur, biri açıyorsa öteki de açabilmelidir ve bu özgürlüğün bir gereğidir. Buna rağmen, kadın başının zorla açılmasına da karşıyım. Bu her şeye rağmen, ilgili kadının tercihine bırakılmalı. İsteyen başını açsın, isteyen örtsün. İster evde, sokakta, ister “kamu alanı”denen bir yerde; okulda, iş yerinde, devlet dairesinde, parlamentoda… Özgürlük budur. Kadının kendi hak ve özgürlükleri konusunda daha bilinçli davranması ve özgürleşmesi ise hem fırsat ve eğitim, hem de zaman sorunudur.

İmam hatip okullarının durumu ise farklı. Bu okullar sözde din adamı yetiştirmek için açıldılar. Ama gelip geçen hükümetlerin elinde, din sömürüsü yoluyla kitleler arasında parsa toplama aracı yapıldılar. Hatta sola ve demokrasi güçlerine karşı dini bir silah olarak kullanan hükümetler eliyle teşvik edildiler, ihtiyaçtan kat kat fazla açıldılar.

Bir kere konunun öncelikle bu açıdan ele alınması lazım. Bu kadar imam hatip okuluna gerek var mı?

Ayrıca, bu okullar sadece Sünni din adamı yetiştiriyor. 10-15 milyon Alevinin din adamı yetiştiren bir okulu yok. Hıristiyanların nazarlık türünden bir-iki okulu ise yasaklandı. Heybeli Ada Ruhban Okulu, ABD’nin ve AB’nin tüm bastırmalarına ve Yunanistan’la sözde düzelen ilişkilere rağmen, hala bir türlü açılmıyor…

Yani bu uygulama, demokrasi ve laiklik açısından daha baştan sakat. Müslüman din adamı yetiştirmek devletin işi değil, Müslüman cemaatin işi. Örgütlenir, masrafını karşılar, okulunu açar. Devlet de bunu denetler, işlerin yasalara -elbet yasalar da demokratik olmalı-, kamu düzenine uygun biçimde yürümesini sağlar. Onların masrafını, başka din ve inançtaki, ya da düpedüz dini inancı olmayan yurttaşların ödediği vergilerden, yani onların kesesinden karşılamak haksızlıktır. Öte yandan Aleviler, Hıristiyanlar ve benzeri başka dini cemaetler de kendi din adamlarını yetiştirmek için örgütlenebilmeli ve masrafını kendileri karşılamalıdırlar. İster cami, ister kilise, havra ya da cemevi olsun, tapınakların da masrafı bu yolla karşılanmalı.

Bu ülkedeki diyanet işleri teşkilatı da böylesine yanlış bir kurumdur. Nerdeyse milli eğitim kadar personeli var. Sünni Müslümanlığa ve Hanifi mezhebine göre biçimlenmiş bu kurumun masrafı devlet bütçesinden çıkıyor.

Okullarda zorunlu din dersi de olmamalı. Bütün bunlar laikliğe aykırı. Bunlar varken Türkiye’de laiklikten söz etmek ya saçmalamaktır, ya da insanları aptal yerine koymaktır.

İmam hatiplilerin üniversiteyle ilişkisine de bu açıdan bakıyorum. Bu okullardan amaç din adamı yetiştirmekse, ihtiyaç kadar olurlar ve onları tercih eden de din adamı olur. Bu bir özgür seçimdir. Hem bunların sayısını alabildiğine arttırmak, hem onları devlet eliyle finanse etmek, hem de onlara üniversitenin yolunu açmaksa, toplumu, yalnız dini değil, başka alanlarda da islam inancına göre biçimlendirmenin bir programıdır; bunun demokrasi ile, eşitlikle filan bir ilgisi yok; tam tersine eşitliğe aykırı, belli bir dini inanca imtiyaz sağlayan bir durum.

Biz AKP’ye karşı önyargılı değiliz. İmam hatiplerin bu durumundan da onlar sorumlu değil. Ama başından beri AKP konusundaki görüşüm de açık. Bu partinin Türkiye’nin demokratikleşmesi ve değişim konusunda büyük bir rol oynamasını mümkün görmüyorum. Ne böyle bir programı var, ne geçmişi bu konuda umut veriyor, ne de kadrolarının böyle bir birikimi var. Ama oldukça pragmatikler. İslamcı bir kaynaktan gelen bu hareketin pragmatik olması ise hiç şaşırtıcı değil. İslamcılar, koşullara uyum sağlamada, bizim çok bilmiş solculardan çok daha başarılılar. Pragmatizm ise ilkesel olmayı değil, günübirlik politikaları öne alır, geniş ufuklu değildir.

AKP’nin, birçok kişi ve çevreye şaşırtıcı gelecek biçimde IMF programlarına aynen evet demesi,  ABD ile ilişkileri düzeltmesi, AB’ye katılmak için böylesine arzulu görünmesi bu pragmatik anlayışın ürünü. Hem ekonominin yürümesi, hem de ordunun ve laikçi Kemalist kesimin tehditlerine karşı iktidarı korumak, ABD ve AB ile iyi ilişkiler gerektiriyor. Bu süreçte kendilerinin de demokrasiye ihtiyaçları olduğunu gördüler. Ama kendilerine gerekli olduğu kadarıyla bir demokrasi… Kürtlere, Alevilere, Hıristiyan azınlıklara, kadınlara, emekçilere, aydınlara gerekli olanı değil…

Oysa demokrasi bir bütündür, ya herkes için demokrasi ister ve gerçekleştirirsiniz, ya da salt size ve paşalara göre bir demokrasi olmaz.

Ordunun 6 Mayıs’ta verdiği ültimatoma gelince, bu da öncekiler gibi. Sözde laikliği, çağdaşlığı koruma adına, ordunun sistem üzerindeki hegemonyasını, paşalar cumhuriyetini sürdürme, imtiyazlarını koruma çabası. Ortada laiklik yok ki kurtarılsın, ya da korunsun.

Ordunun bu müdahalesi demokrasi açısından, AKP’nin tasarıyla amaçladığı şeyden bin kat daha sakıncalı. Halkın oyuyla iktidara gelen AKP yanlış ve olumsuz şeyler yapabilir; ama yine halkın oyuyla düşürülmeli, bu yanlışlar da yine demokratik, parlamenter yöntemlerle düzeltilmeli. Kendisini halkoyunun, anayasanın yerine koyan, hükümetin, meclisin üstünde gören ve canı istediğinde onları engellemeyi hak sayan bir askeri güçle değil. AKP’nin karşısına, yine siyasi yollardan, daha demokratik, gelişmeye ve değişime açık bir program yaparak çıkarsınız, kamuoyu da sizi benimserse iktidar olursunuz. Demokrasi budur. Bir ülke için en kötüsü ise, halkın tercihlerine yolu kapayan, değişime yol vermeyen ve statükoyu süngü gücüyle sürdüren böylesi bir askeri vesayettir. Yıllardır ülkeyi bir cenderede tutan, darbeden darbeye sürükleyen militarist güçlerin ve onlara destek verenlerin sonuçta yol açtıkları durum, ülkeyi getirdikleri nokta ortada; bunun Saddam diktatörlüğünden, Baas rejiminden farkı yok; hatta bazı alanlarda ondan çok daha geri. Unutmamalı ki Baas rejimi altında Kürt kültürü bu kadar yasaklı değildi, Kürt okulları açıktı, Bağdat radyo ve televizyonu günde saatlerce Kürtçe yayın yapıyordu; Hıristiyanlar ve Yezidiler gibi farklı inançtan olanlar da inançlarında özgürlerdi, bu ülkedeki türden baskılar altında değillerdi; kimse kadını başını ille de örtmesi, ya da açması için zorlamıyordu.

Öte yandan, eğer AKP’nin, daha da güç toplayıp kadrolaştıktan sonra Türkiye’de İran türü, şeriata dayalı bir rejim kuracağından kaygı duyuluyorsa bu da abartılı. AKP’nin niyetinin bu olup olmadığı bir yana, Türkiye’nin koşulları buna hiç uygun değil. Türkiye’de İran türü bir ayaklanmayla iktidarın din adamlarına, ya da şeriatçılara geçme şansı yok. AKP veya bir başka partinin mevcut güdük ve göstermelik demokrasiyi tümden rafa kaldırma şansı da yok. Bunu ancak ordu yapabilir ve zaten her keresinde o yapıyor!

 
 
PSK Bulten © 2004