Anayasa Değişikliği
ve YÖK Gerilimi
Kemal Burkay
Mayıs ayı başında bir Anayasa değişikliği
paketi daha Türk meclisinden geçti.
Bu kaçıncı Anayasa değişikliği?
Sayısını unuttuk…
Malum, bu Anayasa 12 Eylül darbesinin ardından
ve cuntanın tercihlerine göre yapıldı. Kimi
onu haklı olarak “Cunta Anayasası”, kimi de eski
Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un deyişiyle
“polis tüzüğü” olarak niteledi. O, yurttaşların
hak ve özgürlüklerini güvenceye alan çağdaş bir
anayasa değil, aksine bu hak ve özgürlükleri sınırlamayı,
kullanılamaz hale getirmeyi esas alan bir deli gömleği.
Cunta sözde gidip sivil hükümetler geldikten bu yana geçen
20 yıl içinde de kimse bu Anayasa’ya ve onun oluşturduğu
12 Eylül çarkına dokunamadı. Sivil hükümetler ve
parlamento sözde birçok değişiklik yaptılar,
ama bununla ortaya demokratik bir anayasa değil, yamalı
bohça çıktı. Kenan Evren ve şürekası söz
konusu “polis tüzüğü”nün birçok maddesinin değiştirilmesini
bile, ya tümden yasaklamış, ya da aşırı
derecede zorlaştırmıştır.
Peki hükümetler ve parlamento bunca değişiklikle
zaman harcayacaklarına neden oturup yeni baştan
demokratik bir anayasa yapmayı denemediler? Sebebi açık,
bunu göze alamadılar. Paşaların gözü sivillerin
üzerinde.. Burası bir paşalar cumhuriyeti.. Bu ülkede
anayasaları ilga etmek, rafa kaldırmak gibi, yeni
anayasa yapmak da askerlerin tekelinde!
Ama askerlere haksızlık etmeyelim, bu ülkenin sivillerinin
de çağdaş, demokratik bir anayasa yapmaya niyetleri
yok. Demirel mi bunu istedi, Ecevit mi, şeriatçı
Erbakan mı, Kemalist Baykal mı?.. Eğer isteselerdi
bunun yolunu bulurlardı, kamuoyunu arkalarına alır
ve yepyeni, çağdaş, demokratik bir anayasa yaparlardı.
Ama kendileri demokrat olmayanlar, şovenler, ırkçılar,
şeriatçılar nasıl demokratik bir anayasa yapacak?.
Şu anda AB’ye girmek için, yani serbest dolaşım,
daha çok yabancı yatırım, mali destek vb. için,
AB’nin zoruyla sözde belli demokratikleşme adımları
atılıyor. Ama bunlar gönüllüce değil, mecburen…
Öyle olduğu için de yarım yamalak, göstermelik,
kağıt üzerinde…
Birtakım dostlar, yapılanları küçümsememeli
diyorlar. Örneğin son pakette yer alan değişiklikler,
DGM’lerin kalkması, uluslararası anlaşmaların
iç hukukun üstünde sayılması, idam cezasının
Anayasa’dan temizlenmesi, askeri harcamalar üzerinde Danıştay
denetimi yolunun açılması…
Elbet bunları ilkesel olarak küçümsemiyoruz. Biz de
bu tür değişiklikleri istiyorduk. Ancak, gerek yönetimde
gerekse toplumsal ölçekte, demokrasi için yeter bir istek,
niyet ve anlayış olmadığı zaman bu
değişiklikler ne kadar işe yarıyacak ve
uygulama ne olacak? Bakın, daha şimdiden DGM’lerin
yerine “ihtisas mahkemeleri” hazırlanıyor.. Besbelli
onlar da siyasi davalara bakacak. Onların DGM’lerden
farklı davranacağını sanıyor musunuz?
Kaldı ki onlar olmasa, söz konusu davalara da normal
mahkemeler, asliye ceza, ağır ceza ve basın
mahkemeleri baksa, durum değişecek mi? Onların
ve Yargıtay, Anayasa Mahkemesi gibi yüksek mahkemelerin
durumu ortada. Milletvekilleri, bakanlar, hatta başbakan
bile onlara güvenmiyor, dokunulmazlık zırhının
arkasına saklanıyorlar. Haksız da değiller.
Erdoğan’ın dokunulmazlığı olmasa,
parlamentoya seçildikten ve başbakan olduktan sonra bile,
kimbilir Kemalist yargıçlar başına neler getirmişlerdi?.
Bu ülkede tutuculuğun dayanaklarından biri, düzene
koşullanmış, onun baskı aygıtı
olan ordu ve polisse, bir dayanağı da yargıdır.
İçlerinde hukukçu demeye değer, çağdaş
kafaya sahip insanlar elbet var; ama bunlar azınlıklar.
Türk yargısı ezici çoğunluğuyla tutucudur,
düzene koşullanmıştır, çağdaş
demokratik değerlerden uzaktır. AB zoruyla da olsa
parlamentodan geçebilen kimi ufak tefek demokratik adımlara
bile ayak uyduramıyor ve müthiş diretiyor.
Uygulamadıktan sonra uluslararası anlaşmaya
imza atmanın, ya da lafta onun üstünlüğünü tanımanın
ne önemi var? İşkence de bu ülkenin yasalarına
göre yasak ve suç, ama sistemli ve yoğun biçimde devam
ediyor ve kimse işkencecilerden hesap soramıyor.
Türkiye Kürtçenin kullanılmasını yasaklıyarak
Lozan Antlaşması’nı bile başından
beri çiğnedi ve buna hala devam ediyor.
Bu ülkede çağdaşlık ve demokrasi konusunda
sivillerin kafası da askerlerden fazla açık değil,
aydın değil. Düne kadar yasaklı olan, vatana
ihanet sayılan sol görüşler ve örgütler bir yana,
Kürt halkına, Alevilere, Hıristiyanlara, kadınlara
yönelik uygulamalar ortada. Kıbrıs’ta 150 bin Türk
için iki devletli birliği ısrarla isteyenler (bir
bölümü buna bile razı değil, ayrı devlet istiyor)
Türkiye’de hala Kürt okullarına ve televizyonuna evet
demiyorlar. Bunlar, Kürt halkının haklarını
tanıyan bir anayasa yapabilirler mi? Ya da dini alanda
Alevilere ve Hıristiyan azınlıklara eşit
hak ve özgürlük tanıyabilirler mi? Ülkeyi yöneten egemenler,
kadınların toplumsal yaşama erkeklerle eşit
biçimde katılmasına bile hala gizli-açık zorlu
bir direnç gösteriyor.
Oysa bütün bunlar olmadan bu ülkede demokrasi olmaz ve olmuyor.
Sonuç olarak, bu Anayasa değişikliği de büyütülmemeli.
Türkiye henüz demokratik bir anayasadan da, böylesi bir uygulama
ve anlayıştan da çok uzak.
Çağdaşlık, demokrasi, ancak kitlelerin bu
doğrultuda güçlü bir istek göstermesi, harekete geçmesi
ve çağdaş bir anlayışa sahip demokratik
bir iktidarın başa gelmesi, yani köklü bir değişimle
olur. Bu da henüz ortada olmayan ve ufukta görünmeyen bir
durum.
* * *
Türkiye bakımından son günlerdeki önemli gelişmelerden
biri de hükümetin, YÖK Yasası’nda değişiklik
için hazırladığı tasarının yol
açtığı yoğun tartışmalar, daha
da önemlisi, bu nedenle ordunun 6 Mayısta verdiği
“ültimatom” oldu.
YÖK’ün ne olduğu belli, o da 12 Eylül’ün faşist
kurumlarından biri, üniversitelere giydirdiği deli
gömleği. Zaten bilimsel çalışma özgürlüğünden
öteden beri yoksun ve resmi ideolojinin tutsağı
olan Türk üniversiteleri, YÖK ile daha da kötürümleştiler.
YÖK’ün kaldırılması, üniversitelerin özgürleşmesi
ve genel olarak eğitim sisteminde ciddi bir reform gereği
açık. Ama 12 Eylül Cuntasını izleyen sivil
hükümetlerin hiçbiri buna yanaşmadı. AKP hükümetinin
tasarısı da bundan çok uzak.
AKP hükümeti bu tasarı ile, meslek liselerinin üniversitelere
girişini kısıtlayan engelleri kaldırmak,
yani bir haksızlığı düzeltmek istediğini
söylüyor. Karşıt kesimler ise, bundan amacın
imam hatip liselerinin önünü açmak ve kadrolaşmak olduğunu
ileri sürüyorlar.
Amaç ve niyet ne olursa olsun, bence de bu girişim,
genel olarak eğitim sorununu çözmekten ve üniversitelerin
özgürleşmesine hizmet etmekten çok uzak. AKP hükümetinin
de kendisinden öncekiler gibi, böyle bir projesi, niyeti de
yok zaten. Bence de hükümetin amacı üniversiteye giriş
için imam hatiplerin önünü açmak. AKP’nin, türban gibi bu
konuda da kendi İslami tabanına verilmiş bir
sözü var ve şu anda bunu yerine getirmek için koşulların
uygun olduğunu düşünüyor..
Türban konusunda kişi olarak tutumum açık: kadının
çarşafa bürünmesine de, türbana da karşıyım.
Aslında bu, kadın kendi isteğiyle yapıyor
görünse bile, erkeğin ve geleneğin baskısının
bir ürünü. Kadın saçı ile erkek saçı arasında,
kadın teni ile erkek teni arasında bence bir fark
yoktur, biri açıyorsa öteki de açabilmelidir ve bu özgürlüğün
bir gereğidir. Buna rağmen, kadın başının
zorla açılmasına da karşıyım. Bu
her şeye rağmen, ilgili kadının tercihine
bırakılmalı. İsteyen başını
açsın, isteyen örtsün. İster evde, sokakta, ister
“kamu alanı”denen bir yerde; okulda, iş yerinde,
devlet dairesinde, parlamentoda… Özgürlük budur. Kadının
kendi hak ve özgürlükleri konusunda daha bilinçli davranması
ve özgürleşmesi ise hem fırsat ve eğitim, hem
de zaman sorunudur.
İmam hatip okullarının durumu ise farklı.
Bu okullar sözde din adamı yetiştirmek için açıldılar.
Ama gelip geçen hükümetlerin elinde, din sömürüsü yoluyla
kitleler arasında parsa toplama aracı yapıldılar.
Hatta sola ve demokrasi güçlerine karşı dini bir
silah olarak kullanan hükümetler eliyle teşvik edildiler,
ihtiyaçtan kat kat fazla açıldılar.
Bir kere konunun öncelikle bu açıdan ele alınması
lazım. Bu kadar imam hatip okuluna gerek var mı?
Ayrıca, bu okullar sadece Sünni din adamı yetiştiriyor.
10-15 milyon Alevinin din adamı yetiştiren bir okulu
yok. Hıristiyanların nazarlık türünden bir-iki
okulu ise yasaklandı. Heybeli Ada Ruhban Okulu, ABD’nin
ve AB’nin tüm bastırmalarına ve Yunanistan’la sözde
düzelen ilişkilere rağmen, hala bir türlü açılmıyor…
Yani bu uygulama, demokrasi ve laiklik açısından
daha baştan sakat. Müslüman din adamı yetiştirmek
devletin işi değil, Müslüman cemaatin işi.
Örgütlenir, masrafını karşılar, okulunu
açar. Devlet de bunu denetler, işlerin yasalara -elbet
yasalar da demokratik olmalı-, kamu düzenine uygun biçimde
yürümesini sağlar. Onların masrafını,
başka din ve inançtaki, ya da düpedüz dini inancı
olmayan yurttaşların ödediği vergilerden, yani
onların kesesinden karşılamak haksızlıktır.
Öte yandan Aleviler, Hıristiyanlar ve benzeri başka
dini cemaetler de kendi din adamlarını yetiştirmek
için örgütlenebilmeli ve masrafını kendileri karşılamalıdırlar.
İster cami, ister kilise, havra ya da cemevi olsun, tapınakların
da masrafı bu yolla karşılanmalı.
Bu ülkedeki diyanet işleri teşkilatı da böylesine
yanlış bir kurumdur. Nerdeyse milli eğitim
kadar personeli var. Sünni Müslümanlığa ve Hanifi
mezhebine göre biçimlenmiş bu kurumun masrafı devlet
bütçesinden çıkıyor.
Okullarda zorunlu din dersi de olmamalı. Bütün bunlar
laikliğe aykırı. Bunlar varken Türkiye’de laiklikten
söz etmek ya saçmalamaktır, ya da insanları aptal
yerine koymaktır.
İmam hatiplilerin üniversiteyle ilişkisine de bu
açıdan bakıyorum. Bu okullardan amaç din adamı
yetiştirmekse, ihtiyaç kadar olurlar ve onları tercih
eden de din adamı olur. Bu bir özgür seçimdir. Hem bunların
sayısını alabildiğine arttırmak,
hem onları devlet eliyle finanse etmek, hem de onlara
üniversitenin yolunu açmaksa, toplumu, yalnız dini değil,
başka alanlarda da islam inancına göre biçimlendirmenin
bir programıdır; bunun demokrasi ile, eşitlikle
filan bir ilgisi yok; tam tersine eşitliğe aykırı,
belli bir dini inanca imtiyaz sağlayan bir durum.
Biz AKP’ye karşı önyargılı değiliz.
İmam hatiplerin bu durumundan da onlar sorumlu değil.
Ama başından beri AKP konusundaki görüşüm de
açık. Bu partinin Türkiye’nin demokratikleşmesi
ve değişim konusunda büyük bir rol oynamasını
mümkün görmüyorum. Ne böyle bir programı var, ne geçmişi
bu konuda umut veriyor, ne de kadrolarının böyle
bir birikimi var. Ama oldukça pragmatikler. İslamcı
bir kaynaktan gelen bu hareketin pragmatik olması ise
hiç şaşırtıcı değil. İslamcılar,
koşullara uyum sağlamada, bizim çok bilmiş
solculardan çok daha başarılılar. Pragmatizm
ise ilkesel olmayı değil, günübirlik politikaları
öne alır, geniş ufuklu değildir.
AKP’nin, birçok kişi ve çevreye şaşırtıcı
gelecek biçimde IMF programlarına aynen evet demesi,
ABD ile ilişkileri düzeltmesi, AB’ye katılmak için
böylesine arzulu görünmesi bu pragmatik anlayışın
ürünü. Hem ekonominin yürümesi, hem de ordunun ve laikçi Kemalist
kesimin tehditlerine karşı iktidarı korumak,
ABD ve AB ile iyi ilişkiler gerektiriyor. Bu süreçte
kendilerinin de demokrasiye ihtiyaçları olduğunu
gördüler. Ama kendilerine gerekli olduğu kadarıyla
bir demokrasi… Kürtlere, Alevilere, Hıristiyan azınlıklara,
kadınlara, emekçilere, aydınlara gerekli olanı
değil…
Oysa demokrasi bir bütündür, ya herkes için demokrasi ister
ve gerçekleştirirsiniz, ya da salt size ve paşalara
göre bir demokrasi olmaz.
Ordunun 6 Mayıs’ta verdiği ültimatoma gelince,
bu da öncekiler gibi. Sözde laikliği, çağdaşlığı
koruma adına, ordunun sistem üzerindeki hegemonyasını,
paşalar cumhuriyetini sürdürme, imtiyazlarını
koruma çabası. Ortada laiklik yok ki kurtarılsın,
ya da korunsun.
Ordunun bu müdahalesi demokrasi açısından, AKP’nin
tasarıyla amaçladığı şeyden bin kat
daha sakıncalı. Halkın oyuyla iktidara gelen
AKP yanlış ve olumsuz şeyler yapabilir; ama
yine halkın oyuyla düşürülmeli, bu yanlışlar
da yine demokratik, parlamenter yöntemlerle düzeltilmeli.
Kendisini halkoyunun, anayasanın yerine koyan, hükümetin,
meclisin üstünde gören ve canı istediğinde onları
engellemeyi hak sayan bir askeri güçle değil. AKP’nin
karşısına, yine siyasi yollardan, daha demokratik,
gelişmeye ve değişime açık bir program
yaparak çıkarsınız, kamuoyu da sizi benimserse
iktidar olursunuz. Demokrasi budur. Bir ülke için en kötüsü
ise, halkın tercihlerine yolu kapayan, değişime
yol vermeyen ve statükoyu süngü gücüyle sürdüren böylesi bir
askeri vesayettir. Yıllardır ülkeyi bir cenderede
tutan, darbeden darbeye sürükleyen militarist güçlerin ve
onlara destek verenlerin sonuçta yol açtıkları durum,
ülkeyi getirdikleri nokta ortada; bunun Saddam diktatörlüğünden,
Baas rejiminden farkı yok; hatta bazı alanlarda
ondan çok daha geri. Unutmamalı ki Baas rejimi altında
Kürt kültürü bu kadar yasaklı değildi, Kürt okulları
açıktı, Bağdat radyo ve televizyonu günde saatlerce
Kürtçe yayın yapıyordu; Hıristiyanlar ve Yezidiler
gibi farklı inançtan olanlar da inançlarında özgürlerdi,
bu ülkedeki türden baskılar altında değillerdi;
kimse kadını başını ille de örtmesi,
ya da açması için zorlamıyordu.
Öte yandan, eğer AKP’nin, daha da güç toplayıp
kadrolaştıktan sonra Türkiye’de İran türü,
şeriata dayalı bir rejim kuracağından
kaygı duyuluyorsa bu da abartılı. AKP’nin niyetinin
bu olup olmadığı bir yana, Türkiye’nin koşulları
buna hiç uygun değil. Türkiye’de İran türü bir ayaklanmayla
iktidarın din adamlarına, ya da şeriatçılara
geçme şansı yok. AKP veya bir başka partinin
mevcut güdük ve göstermelik demokrasiyi tümden rafa kaldırma
şansı da yok. Bunu ancak ordu yapabilir ve zaten
her keresinde o yapıyor!
|