PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Ayın Yorumu

Ağustos 2000

Türkiye’ye Gerekli Olan..

Ecevit bu yılın nerdeyse ilk yarısını yeni cumhurbaşkanı seçimi ile geçirdi. Hükümetin ve ülkenin gündemini buna kilitledi. Demirel’i yeniden cumhurbaşkanı seçtirmek için anayasa değişikliğine yöneldi, parlementoyu zorladı, bu olmazsa büyük bir siyasal kriz doğacağını söyleyip felaket tellallığı yaptı. Ama sonunda dediğini yaptıramadı, Demirel gidince kıyamet filan da kopmadı. Yeni bir cumhurbaşkanı pekala rahatlıkla seçildi ve göreve başladı.

Ecevit şimdi de ülkeyi bir kanun hükmünde kararname ile uğraştırmaktadır ve öyle görünüyor ki, yılın geriye kalan bölümünü de böyle geçirecektir..

Bay Ecevit, memurları kolayca işten atmayı sağlayacak bu kararnameyi de olmazsa olmaz diye nitelemekte, yine felaket tellallığı yapmaktadır. Ona göre “bülücü ve mürteci” memurlar köşe başlarını tutmuşlar, onları ordan başka türlü atmak mümkün değil ve eğer bu kararname hemen çıkmazsa rejim tehlikede!

Ülkenin nerdeyse belli başlı tüm hukukçuları bu kararnamenin halihazırdaki 12 Eylül faşizan anayasasına bile aykırı düştüğünü, böyle bir şeyin ancak kanunla düzenlenebileceğini belirttiler. Seçkin bir hukukçu olan ve yıllarca Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yapan Cumhurbaşkanı Sezer de böyle bir kararnameyi aynı nedenle geri çevirdi. Ama antidemokratik uygulamalar için hep mevcut yasalara sığınan Bay Ecevit, bu kez kanun tanımazlıkta ısrar ediyor. Bu kararnameyi geri çevirdiği için Cumhurbaşkanı Sezer’e ateş püskürüyor, ona hukuk dersleri vermeye kalkışıyor, bununla da kalmayıp tehditler savuruyor ve sanki kendisini hafakanlar basıyor.

Bay Ecevit’e ne oluyor?

Bu adamın bir özelliği, dediğini yaptırma konusundaki inatçılığı ve bunu başaramadığı zaman ise durumu, kendisinin sıkça kullandığı bir tabirle, içine sindirememesidir. Bay Ecevit aşırı kaprisli biridir. Son dönemde ise bu durum, yaşlılıkla ve çeşitli fiziksel hastalıklarla da birleşip çok daha ciddi ruhsal komplikasyonlar oluşturmuş görünüyor. Böyle birisinin başbakanlık mevkiinde bulunuşu ülke ve halk için son derece sakıncalıdır!

Ama elbet, Ecevit’in bu garip davranışlarının tek nedeni bu değil.

Bay Ecevit, daha önce, bu kararnameyi sayın Sezer’e imzalatmak için dil dökerken "generaller size bir brifing versinler!" demeyi de ihmal etmedi.. Belli ki generaller, bu kararname ile ilgili olarak kendisine bir brifing vermişlerdi..

Zaten Ecevit bunu inkar etmiyor. Bunu MGK istiyor, diyor. Bu durumda zaten yapacak birşey olmadığını düşünüyor. Hatta başlangıçta, çoğu kabine üyesi gibi bizzat kendisinin de bu kararnameden haberi olmadığını itiraf etti. Demek ki birileri bakanlar kuruluna boş kağıtlar imzalatıp sonra bunları kanun haline getiriyor! Parlamentonun ise zaten bir hükmü yok, onu hesaba katan da yok.. Demirel’in, şu ünlü "demokratik cumhuriyeti” işte bu türdendir!..

Hukukçular bu kararnameyi anayasaya aykırı mı buluyorlar? Cumhurbaşkanı bu nedenle geri mi çeviriyor? Muhalefet aynı görüşte mi? Bu durumda, demokrasiye, hukuka saygısı olan bir başbakanın böyle bir kararnameden vazgeçmesi gerekmez mi? En azından parlamentonun yeni dönemini bekleyip veya işi çok acil görüyorsa parlamentoyu hemen toplantıya çağırıp bir yasa teklifi halinde oraya sunması daha doğru olmaz mı? Ama Ecevit’in sabrı yok. Hatta galiba, parlamentoya güveni de yok. Alel acele bir hükümet kararıyla memur kıyımına girişmek istiyor. Çünkü MGK, yani generaller ondan bunu istiyor!

Ecevit de Demirel’in kumaşından, koltuğunu korumaya herşeyden daha çok değer veriyor..

Bu kararname bakımından önemli olan yalnızca onun hukuka aykırılığı değil, aynı zamanda, memurlara karşı bir kasap satırı gibi işleyecek olmasıdır. Rejim bununla memurları tümüyle militarist rejime uşak yapmak istiyor. Onları, en basit mesleki ve demokratik istemlerini bile dile getiremez hale düşürmek istiyor. Bu, toplumu suskunlaştırmanın, sindirmenin yeni bir uygulaması. Amaçları tek tip insan yaratmak. Herkesi militarist-faşist rejime, tepeden gelen herşeye evet diyen robotlar haline getirmek…

Türk ordusunda zaten subay olarak Kürt kökenli kimse kalmadı. Generaller birçok ordu mensubunu da mürteci diye niteleyip her yıl listeler halinde kıyıyorlar. Şimdi aynı şeyi kamu kuruluşlarında, memurlar arasında yapmak istiyorlar. Bunun için de acele tarafından bir kararnameye ihtiyaçları var. Bunu hükümete imzalatmışlar, cumhurbaşkanının da biran önce imzalamasını bekliyorlar.

Herkesin görevi bu! Hükümetin, parlamentonun, adaletin görevi MGK’nın, daha doğrusu MGK Genel Sekreterliğinin hazırladığı projelerin, tavsiye ettiği kararların altına imza atmak! Buna karşı direnen, haktan-hukuktan bahseden Cumhurbaşkanı Sezer oyunbozanlık ediyor!

MGK Genel Sekreteri bir general. Derin devletin görünürdeki temsilcisi. Her yere burnunu sokuyor ve toplum yaşamının her kesimini düzenlemek istiyor. MGK’nın gündemini o hazırlıyor, karar taslaklarını o sunuyor. Şimdiye kadar generellarin getirdiği hiçbir öneri geri çevrilmedi! Ama MGK genel sekreterliği, yalnız MGK’nın tavsiye kararlarını hazırlayan odak olmakla kalmıyor, 1993’te Bay Demirel’in başbakan olarak imzaladığı bir genelgeye göre bu kararların hayata geçirilmesinin denetimi işi de onun görevi!

Kısacası, kararı alan da o, denetleyen de!.

Böyle bir rezalet dünyanın neresinde görülmüştür? Bay Demirel bu işe alışmıştı! Ecevit ve şürekası da bu işe alışmışlar.. Parlamento desen adı var kendi yok, olan biten umurunda değil!

Generaller üç yıl önce, 28 Şubat süreciyle herkese biat ettirdiler. Siyasilere, hukukçulara, bilim adamlarına "brifing" verdiler! Onlar da kuzu kuzu bu brifinglere koştu, ilkokul öğrencileri gibi dizilip generallerin sopasının harita ve şemalar üzerinde gezinmesini seyredip derslerini aldılar! Generaller "vatanın ve milletin birliğini” koruyor! Neyin bu ülke için iyi, neyin kötü olduğuna onlar karar veriyor ve herkes de onlara uymak zorunda. Çünkü onların süngüleri, topları tüfekleri var ve çünkü bu ülkede sivillerin onuru, kişiliği, cesareti yok!

Bu ülkede yıllardır askeri siviliyle herkes militarizmi palazlandırmak için yarışa girdi. Kürtlere karşı savaş şovenizmi, ırkçılığı, militarizmi doruklara çıkardı. Kimse işin sonunun nereye varacağını düşünmedi.

Kimse de Kürtlerin ne istediğini sormadı, haklı mı haksız mı olduklarını düşünmedi.

İşte bu ülke prangalarını böyle yarattı. Marks’ın, "başka bir ulusu boyunduruk altında tutan ulusun kendisi de özgür olamaz” özdeyişi birkez daha doğrulandı.

Buyrun baylar-bayanlar, şimdi bu prangaları çözün bakalım!

Buyrun, kişiliksiz politikacılar, çözüm bulun!

Buyrun, keselerinin hatırına zorun ve faşizmin hertürlüsüne davetiye çıkaran, alkış çalan işveren baylar, ülkenin para babaları, bir çare bulun!

Buyrun generaller, bu ülkeyi 2000’li yıllara taşıyın! Bu işin süslü apoletlerle, zart zurtla olmayacağını elbet siz de öğreneceksiniz..

* * *

Türkiye şu günlerde aynı zamanda 17 Ağustos depreminin birinci yıldönümünü anıyor. 20 bin dolayında ölüme, 40 bin yaralı ve sakata, milyarlarca dolarlık yıkıma yol açan bu acı olaydan yeterince dersler çıkarıldı mı?

Şu gerçek artık kesinlikle biliniyor: İnsanlar depremleri önleyemezler, ama kayıpları asgariye indirebilirler. Bu da hem doğru bir kentleşme ve konut politikasıyla, hem de depremle birlikte kurtarma ve yardım çalışmalarını iyi biçimde düzenleyerek yapılabilir. Oysa 17 Ağustos depremi, her iki alanda da işlerin tümüyle allaha havale edildiğini ortaya koydu. Bir deprem bölgesi olan Türkiye’de devletin bilimsel, çağdaş bir yerleşim planı ve politikası yok. Aksine, kentlerini, sanayi kuruluşlarını fay hattı üzerine kurmuş. Konutlar çürük çarık. Toplumu saran hırsızlık, vurgun, kolay ve hızlı yoldan zengin olma, köşeyi dönme anlayışları bu çürük yapılaşmanın temel nedeni.

Kurtarma ve yardım çalışmaları ise malum. Depremin ardından devlet üç-dört gün ortalarda bile görünmedi. Çünkü başlıca yardım kuruluşu Kızılay, yöneticilerin ve politikacıların çiftliği olmuş. Öte yandan rejim, yapıcı işlere, yardıma göre değil, yakıp yıkmaya göre şekillenmiş, koşullanmış. Bu yüzden ordu kendi göçüğünü bile kaldıramadı. Güçlü denen devletin gücünün bir zorbalık aracı olduğu, vatandaşına el uzatmada, sorunları çözmede ise kof ve çaresiz olduğu açıkça görüldü. Sık sık büyük depremler yaşayan, Erzincan depreminde olduğu gibi bazan 40 bin insanını bir çırpıda yitiren bu ülkede tam bir umursamazlığın egemen olduğu görüldü. Koca İstanbul’da sadece 15-20 kişilik bir kurtarma ekibi vardı, o da eğitim ve donanım olarak sıfırdı..

Peki bu gerçekleri ortaya döken depremden yeterince ders alındı mı. Bunu ummak safdillik olur. Bunun için yurttaşının mutluluğunu düşünen, devleti halkın tepesinde bir sopa, bir baskı ve yıldırma aracı, dokunulmaz, eleştirilmez bir kutsal yaratık gibi değil, bir hizmet aracı gibi düşünen çağdaş kafalar gerekli. Oysa Türkiye’nin bu çağdaş yöneticilerden ne kadar uzak olduğu, tam da şu depremin yıldönümüne rastlayan günlerde, hükümetin ve onun başı Ecevit’in tutumundan belli. Hükümet ülkeyi gelecek depremlere hazırlamak için ciddi bir uğraş içinde değil. Ciddi hiçbir planı, programı, yatırımı yok. O memuruna tuzak kurmakla meşgul, onları nasıl daha iyi kıyabileceğinin, nasıl daha iyi susturabileceğinin hesabını yapıyor. O demokrasi yolunda adımlar atıp ülkeye barış getireceğine, bir genel afla cezaevlerini boşaltıp ortamı yumuşatacağına, cezaevlerini tabutluk haline getirerek, politik tutukluları nasıl daha kolayca sindirebileceğinin, kafalarındaki "zararlı görüşleri" yok edebileceğinin, oları nasıl moral olarak da teslim alabileceğinin hesabını yapıyor..

Türkiye’nin sorunlarını çözmesi için herşeyden önce barışa, demokrasiye ihtiyacı var. Bunun için de çağdaş bir yönetim anlayışına.

Türkiye’yi, herkesi düşman gibi gören, herkesle savaşan ya da ülkenin temel politikasını, stratejisini içerde ve dışarda savaş üzerine kuran, böylesine bir paranoyadan, onun yarattığı saldırgan anlayıştan kurtarmak lazım. Bu paranoya Türkiye’nin kaynaklarının aslan payını silahlanmaya harcamasına, iç ve dış çatışmalarda telef etmesine yol açıyor. Bu militarizmi güçlendiriyor. Oysa Türkiye gibi yoksul bir ülke için bu çılgınlıktır.

Türkiye gelişme sıralamasında dünyada ilk yüzün içinde bile değil, ama silahlanmada ilk sıralarda yer alıyor. Eğitime, sağlığa, adalete ayırdığı paralar komik derecede azken, bütçenin aslan payını silahlanmaya, ordu ve polise ayırıyor. Bu anlayışla ne kalkınma olur, ne insanlar eğitilir, ne sağlık sorunları çözülür, ne de bitmez bir iç savaşa dönüşen trafik sorununa çare bulunur.

Oysa Türkiye içerde ve dışarda barışçı politikalarla bu çıkmazdan, kısır döngüden kurtulabilir. Kaynaklarını ülkenin gelişmesine, onarımına, modern ve çağdaş bir kentleşmeye, nitelikli konut yapımına, insanının sağlık ve eğitimine yöneltebilir. Kürt sorununun, her iki halkın eşitliği temelinde barışçı bir çözümü ve insan haklarını güvence altına alan ileri bir demokrasi bunun temel koşuludur.

Bunun için de Türkiye’ye gerekli olan daha çok general ve polis değil, daha çok tank ve top değil, cop ve süngü değil, çağdaş kafalardır ve en önemlisi de çağdaş bir yönetim anlayışıdır.

 
PSK Bulten © 2001