Ayın
Yorumu
Ağustos
2000
Türkiye’ye
Gerekli Olan..
Ecevit bu yılın nerdeyse
ilk yarısını yeni cumhurbaşkanı seçimi
ile geçirdi. Hükümetin ve
ülkenin gündemini buna kilitledi.
Demirel’i yeniden cumhurbaşkanı seçtirmek için anayasa
değişikliğine yöneldi, parlementoyu zorladı,
bu olmazsa büyük bir siyasal kriz doğacağını
söyleyip felaket tellallığı
yaptı. Ama sonunda dediğini yaptıramadı,
Demirel gidince kıyamet filan da kopmadı. Yeni bir
cumhurbaşkanı pekala rahatlıkla seçildi ve
göreve başladı.
Ecevit şimdi de ülkeyi bir
kanun hükmünde kararname ile uğraştırmaktadır
ve öyle görünüyor ki, yılın geriye kalan bölümünü
de böyle geçirecektir..
Bay Ecevit, memurları kolayca
işten atmayı sağlayacak bu kararnameyi de olmazsa
olmaz diye nitelemekte, yine felaket tellallığı
yapmaktadır. Ona göre “bülücü ve mürteci” memurlar köşe
başlarını tutmuşlar, onları ordan
başka türlü atmak mümkün değil ve eğer bu kararname
hemen çıkmazsa rejim
tehlikede!
Ülkenin nerdeyse belli
başlı tüm hukukçuları
bu kararnamenin halihazırdaki 12 Eylül faşizan anayasasına
bile aykırı düştüğünü, böyle bir şeyin
ancak kanunla düzenlenebileceğini belirttiler.
Seçkin bir hukukçu olan ve
yıllarca Anayasa Mahkemesi Başkanlığı
yapan Cumhurbaşkanı
Sezer de böyle bir
kararnameyi aynı nedenle
geri çevirdi. Ama antidemokratik uygulamalar için hep mevcut
yasalara sığınan Bay
Ecevit, bu kez kanun tanımazlıkta
ısrar ediyor. Bu kararnameyi
geri çevirdiği için
Cumhurbaşkanı Sezer’e
ateş püskürüyor, ona
hukuk dersleri vermeye kalkışıyor,
bununla da kalmayıp
tehditler savuruyor ve sanki kendisini hafakanlar
basıyor.
Bay Ecevit’e ne oluyor?
Bu adamın bir özelliği,
dediğini yaptırma konusundaki
inatçılığı ve bunu başaramadığı
zaman ise durumu, kendisinin sıkça kullandığı
bir tabirle, içine sindirememesidir. Bay Ecevit aşırı
kaprisli biridir. Son dönemde
ise bu durum, yaşlılıkla
ve çeşitli fiziksel
hastalıklarla da birleşip çok
daha ciddi ruhsal komplikasyonlar
oluşturmuş görünüyor.
Böyle birisinin başbakanlık
mevkiinde bulunuşu
ülke ve halk için son
derece sakıncalıdır!
Ama elbet, Ecevit’in
bu garip davranışlarının
tek nedeni bu değil.
Bay Ecevit, daha önce,
bu kararnameyi sayın Sezer’e
imzalatmak için dil dökerken "generaller size bir brifing
versinler!" demeyi de ihmal etmedi.. Belli ki generaller,
bu kararname ile ilgili olarak kendisine
bir brifing vermişlerdi..
Zaten Ecevit bunu inkar etmiyor.
Bunu MGK istiyor, diyor. Bu durumda
zaten yapacak birşey olmadığını düşünüyor.
Hatta başlangıçta,
çoğu kabine üyesi gibi
bizzat kendisinin de bu kararnameden
haberi olmadığını itiraf etti. Demek
ki birileri bakanlar kuruluna
boş kağıtlar imzalatıp sonra bunları
kanun haline getiriyor! Parlamentonun ise zaten bir hükmü
yok, onu hesaba katan da
yok.. Demirel’in, şu
ünlü "demokratik cumhuriyeti”
işte bu türdendir!..
Hukukçular bu kararnameyi anayasaya
aykırı mı buluyorlar? Cumhurbaşkanı
bu nedenle geri mi çeviriyor? Muhalefet
aynı görüşte mi?
Bu durumda,
demokrasiye, hukuka saygısı olan bir başbakanın
böyle bir kararnameden vazgeçmesi gerekmez mi? En azından
parlamentonun yeni dönemini
bekleyip veya işi çok
acil görüyorsa parlamentoyu hemen toplantıya
çağırıp bir yasa
teklifi halinde oraya sunması
daha doğru olmaz mı?
Ama Ecevit’in sabrı
yok. Hatta galiba, parlamentoya
güveni de yok. Alel acele
bir hükümet kararıyla memur kıyımına girişmek
istiyor. Çünkü MGK, yani generaller ondan bunu istiyor!
Ecevit de Demirel’in
kumaşından, koltuğunu korumaya herşeyden
daha çok değer veriyor..
Bu kararname bakımından
önemli olan yalnızca onun hukuka aykırılığı
değil, aynı zamanda, memurlara karşı bir
kasap satırı gibi işleyecek olmasıdır.
Rejim bununla
memurları tümüyle militarist rejime uşak yapmak
istiyor. Onları, en
basit mesleki ve demokratik istemlerini
bile dile getiremez hale düşürmek
istiyor. Bu, toplumu suskunlaştırmanın,
sindirmenin yeni bir uygulaması. Amaçları tek tip
insan yaratmak. Herkesi militarist-faşist
rejime, tepeden gelen herşeye evet diyen robotlar
haline getirmek…
Türk ordusunda zaten subay olarak
Kürt kökenli kimse kalmadı.
Generaller birçok ordu mensubunu
da mürteci diye niteleyip her yıl listeler halinde kıyıyorlar.
Şimdi aynı
şeyi kamu kuruluşlarında, memurlar arasında
yapmak istiyorlar. Bunun için de acele tarafından bir
kararnameye ihtiyaçları var. Bunu
hükümete imzalatmışlar, cumhurbaşkanının
da biran önce imzalamasını
bekliyorlar.
Herkesin görevi bu! Hükümetin,
parlamentonun, adaletin görevi MGK’nın,
daha doğrusu MGK Genel
Sekreterliğinin hazırladığı
projelerin, tavsiye ettiği
kararların altına imza atmak!
Buna karşı direnen,
haktan-hukuktan bahseden Cumhurbaşkanı
Sezer oyunbozanlık ediyor!
MGK Genel Sekreteri bir general.
Derin devletin görünürdeki
temsilcisi. Her yere burnunu sokuyor ve toplum yaşamının
her kesimini düzenlemek istiyor.
MGK’nın gündemini o
hazırlıyor, karar taslaklarını o sunuyor.
Şimdiye kadar
generellarin getirdiği hiçbir öneri geri çevrilmedi!
Ama MGK genel sekreterliği, yalnız MGK’nın
tavsiye kararlarını hazırlayan odak olmakla
kalmıyor, 1993’te Bay
Demirel’in başbakan
olarak imzaladığı bir genelgeye göre bu kararların
hayata geçirilmesinin denetimi işi de onun görevi!
Kısacası,
kararı alan da o, denetleyen de!.
Böyle bir rezalet dünyanın
neresinde görülmüştür?
Bay Demirel bu işe alışmıştı!
Ecevit
ve şürekası da
bu işe alışmışlar..
Parlamento desen adı
var kendi yok, olan biten umurunda değil!
Generaller üç
yıl önce, 28 Şubat süreciyle herkese biat ettirdiler.
Siyasilere, hukukçulara,
bilim adamlarına "brifing"
verdiler! Onlar da kuzu kuzu
bu brifinglere koştu, ilkokul öğrencileri gibi dizilip
generallerin
sopasının harita ve şemalar üzerinde gezinmesini
seyredip derslerini aldılar! Generaller
"vatanın ve milletin
birliğini” koruyor! Neyin bu ülke için iyi, neyin kötü
olduğuna onlar karar veriyor ve herkes de onlara uymak
zorunda. Çünkü onların süngüleri, topları tüfekleri
var ve çünkü bu ülkede sivillerin
onuru, kişiliği,
cesareti yok!
Bu ülkede
yıllardır askeri
siviliyle herkes militarizmi palazlandırmak
için yarışa girdi. Kürtlere
karşı savaş
şovenizmi, ırkçılığı, militarizmi
doruklara çıkardı. Kimse
işin sonunun nereye
varacağını düşünmedi.
Kimse de
Kürtlerin ne istediğini sormadı, haklı mı
haksız mı olduklarını düşünmedi.
İşte bu ülke prangalarını
böyle yarattı. Marks’ın,
"başka
bir ulusu boyunduruk altında tutan ulusun kendisi de
özgür olamaz” özdeyişi birkez daha doğrulandı.
Buyrun baylar-bayanlar, şimdi
bu prangaları çözün bakalım!
Buyrun,
kişiliksiz politikacılar, çözüm bulun!
Buyrun, keselerinin hatırına
zorun ve faşizmin hertürlüsüne davetiye çıkaran,
alkış çalan işveren baylar, ülkenin para babaları,
bir çare bulun!
Buyrun generaller, bu ülkeyi 2000’li
yıllara taşıyın! Bu işin süslü
apoletlerle, zart zurtla olmayacağını
elbet siz de öğreneceksiniz..
* * *
Türkiye şu günlerde aynı
zamanda 17 Ağustos depreminin birinci yıldönümünü
anıyor. 20
bin dolayında ölüme, 40 bin yaralı ve sakata, milyarlarca
dolarlık yıkıma yol açan bu acı olaydan
yeterince dersler çıkarıldı mı?
Şu gerçek artık kesinlikle
biliniyor: İnsanlar depremleri önleyemezler, ama kayıpları
asgariye indirebilirler. Bu da hem doğru bir kentleşme
ve konut politikasıyla,
hem de depremle birlikte kurtarma ve yardım çalışmalarını
iyi biçimde düzenleyerek yapılabilir. Oysa 17 Ağustos
depremi, her iki alanda da işlerin tümüyle allaha havale
edildiğini ortaya koydu.
Bir deprem bölgesi olan Türkiye’de
devletin bilimsel, çağdaş bir yerleşim planı
ve politikası yok. Aksine,
kentlerini, sanayi kuruluşlarını fay hattı
üzerine kurmuş. Konutlar
çürük çarık. Toplumu
saran hırsızlık,
vurgun, kolay ve hızlı yoldan zengin olma, köşeyi
dönme anlayışları bu çürük yapılaşmanın
temel nedeni.
Kurtarma ve yardım çalışmaları
ise malum. Depremin ardından
devlet üç-dört gün ortalarda
bile görünmedi. Çünkü başlıca
yardım kuruluşu Kızılay,
yöneticilerin ve politikacıların
çiftliği olmuş. Öte yandan rejim, yapıcı
işlere,
yardıma göre değil,
yakıp yıkmaya göre şekillenmiş, koşullanmış.
Bu yüzden ordu kendi göçüğünü bile kaldıramadı.
Güçlü denen devletin gücünün bir zorbalık aracı
olduğu, vatandaşına el uzatmada, sorunları
çözmede ise kof ve çaresiz olduğu açıkça görüldü.
Sık sık büyük depremler
yaşayan, Erzincan depreminde
olduğu gibi bazan 40 bin insanını bir çırpıda
yitiren bu ülkede tam bir
umursamazlığın
egemen olduğu görüldü. Koca İstanbul’da
sadece 15-20 kişilik
bir kurtarma ekibi vardı, o da eğitim ve donanım
olarak sıfırdı..
Peki bu gerçekleri ortaya döken
depremden yeterince ders alındı mı. Bunu ummak
safdillik olur. Bunun için yurttaşının mutluluğunu
düşünen, devleti halkın tepesinde bir
sopa, bir baskı ve yıldırma
aracı, dokunulmaz, eleştirilmez bir kutsal yaratık
gibi değil, bir hizmet aracı gibi düşünen çağdaş
kafalar gerekli. Oysa Türkiye’nin bu çağdaş yöneticilerden
ne kadar uzak olduğu, tam da şu depremin yıldönümüne
rastlayan günlerde, hükümetin ve onun başı Ecevit’in
tutumundan belli. Hükümet ülkeyi gelecek depremlere
hazırlamak için ciddi bir uğraş içinde değil.
Ciddi hiçbir
planı, programı, yatırımı yok. O
memuruna tuzak kurmakla meşgul, onları nasıl
daha iyi kıyabileceğinin, nasıl daha iyi susturabileceğinin
hesabını yapıyor. O demokrasi yolunda adımlar
atıp ülkeye barış getireceğine, bir genel
afla cezaevlerini boşaltıp ortamı yumuşatacağına,
cezaevlerini tabutluk haline
getirerek, politik tutukluları
nasıl daha kolayca sindirebileceğinin,
kafalarındaki "zararlı
görüşleri"
yok edebileceğinin, oları nasıl moral olarak
da teslim alabileceğinin hesabını yapıyor..
Türkiye’nin
sorunlarını çözmesi için herşeyden önce barışa,
demokrasiye ihtiyacı var. Bunun için de çağdaş
bir yönetim anlayışına.
Türkiye’yi, herkesi
düşman gibi gören, herkesle savaşan ya da ülkenin
temel politikasını,
stratejisini içerde ve dışarda
savaş üzerine kuran,
böylesine bir paranoyadan,
onun yarattığı saldırgan anlayıştan
kurtarmak lazım. Bu
paranoya Türkiye’nin kaynaklarının
aslan payını silahlanmaya
harcamasına, iç ve dış
çatışmalarda telef etmesine yol açıyor. Bu
militarizmi güçlendiriyor.
Oysa Türkiye gibi yoksul
bir ülke için bu çılgınlıktır.
Türkiye gelişme
sıralamasında dünyada ilk yüzün içinde
bile değil, ama silahlanmada
ilk sıralarda yer alıyor. Eğitime, sağlığa,
adalete ayırdığı paralar komik derecede
azken, bütçenin aslan payını
silahlanmaya, ordu
ve polise ayırıyor. Bu anlayışla ne kalkınma
olur, ne insanlar eğitilir, ne sağlık sorunları
çözülür, ne de bitmez
bir iç savaşa dönüşen trafik
sorununa çare bulunur.
Oysa Türkiye
içerde ve dışarda barışçı politikalarla
bu çıkmazdan, kısır döngüden kurtulabilir.
Kaynaklarını ülkenin gelişmesine, onarımına,
modern ve çağdaş bir kentleşmeye, nitelikli
konut yapımına, insanının sağlık
ve eğitimine yöneltebilir. Kürt
sorununun, her iki halkın
eşitliği temelinde barışçı
bir çözümü ve insan haklarını
güvence altına alan ileri bir demokrasi bunun temel koşuludur.
Bunun için de Türkiye’ye gerekli
olan daha çok general ve polis
değil, daha çok tank ve top değil, cop ve süngü
değil, çağdaş kafalardır ve en önemlisi
de çağdaş bir yönetim anlayışıdır.
|