Ayın
yorumu
Nisan 2001
Krizi
Aşmak İçin Nasıl Bir Program?
Kemal BURKAY
Şubat krizinin patladığı günden bu yana
50 gün geçti. Ama bir çözüm yok. Tersine, durum günden güne
ağırlaşarak devam ediyor.
Dolar 1.300.000 sınırını aştı;
yani Türk lirasının dalgalanmaya bırakılışının
ardından yaklaşık yüzde yüz bir devalüasyon..
Alışveriş nerdeyse durdu, işyerlerinin
kapanması ve işten çıkarmalar hız kazandı.
Borçlarını ödeyemez duruma düşen esnaf sokağa
döküldü. Şimdi ülkenin dörtbir yanı hükümeti istifaya
çağıran öfkeli esnaf eylemleriyle sarsılıyor.
Hükümetin aldığı son kararlar da onları
sakinleştirmeye yetmedi. İşçiler ve memurlar
ise eyleme hazırlanıyor. Türkiye Odalar ve Borsalar
Birliği (TOBB) da son toplantısında hükümetin
istifasını istedi.
Sonuç olarak Kemal Derviş’ten beklenen mucize gerçekleşmedi.
Zaten böylesi bir beklenti saçmaydı. Kemal Derviş
bir sihirbaz değildi. “Cumhuriyet döneminin en büyük
krizi” diye nitelenen bu müthiş çöküntü, herhangi bir
deneyimli ekonomistin elinin değmesiyle çözülecek türden
değildi.
Adam hasta. Yanlış teşhis, yanlış
tedaviyle hastalık ilerlemiş. Basit bir mide kazıntısı
önce ülsere, sonra kansere dönüşmüş.. Yanlış
ilaçlar ve kocakarı yöntemleriyle yan tesirler oluşmuş;
böbrek, dalak, kalp, damar hastalıkları bunlara
eklenmiş; adam yatalak olmuş; hem bedensel, hem
ruhsal durumu altüst.. Ve tam da bu aşamada sen Amerika’dan,
Huston Hastanesi’nden çok ünlü bir iç hastalıkları
uzmanının yardımına başvuruyorsun.
Çok geç bayım, çok geç!. Bir papaz, ya da imam çağırsan
daha iyi..
Bizim şark kurnazları, Derwiş’i kullanarak
IMF ve Dünya Bankası’nın kapısını
birkez daha aralıyacaklarını, ABD’den yüklü
miktarda dolar koparacaklarını sanıyorlardı.
Ecevit daha ilk günden 25 milyar doların sözünü etmişti.
Ama ne IMF ne de Dünya Bankası bir enayiler örgütüdür.
Amerika ve G-7’ler de parayı sokakta bulmuş değiller..
Kimsenin Türkiye’nin doymak bilmek hırsızlarını,
hortumcularını, savaş akbabalarını
doyurma diye bir derdi yok. Kimse dipsiz kuyuya parasını
atmaz.
Ve paradoksa bakın ki, Derwiş’in çaldığı
kapılardan biri de, Ermeni soykırımına
ilişkin karar nedeniyle kendisine karşı ateş
püskürülen, ekonomik ambargo uygulanan, politik ilişkilerin
bile nerdeyse kesilme derecesine geldiği Fransa idi.
Demek ki esip tozarken, kırıp dökerken insan, yüzyıl
sonrasını düşünemese bile, hiç değilse
iki gün sonrasını düşünmeli..
Bugünkü acınası duruma da işte bu kafayla gelindi.
Biz, ülkenin sorunlarının çözümü için yıllar
yılı, dilimizde tüy bitercesine, öfkenin ve duyguların
değil, bilimin ve sağduyunun gereklerine göre davranılmasını
istedik. Salt zorla, kaba güçle, yasaklarla sorunların
çözülemiyeceğini söyledik. Ülke kaynaklarının
kirli savaşta telef edilmemesini istedik. Ama bu ülkeyi
yönetenler ülkenin ve çağın gerçeklerini biryana
ittiler. Zoru ve yalanı başlıca araç yaptılar.
Bir yandan beyin yıkayarak, diğer yandan kitlelerin
istemlerini zorla bastırarak sonuç alacaklarını
sandılar. Ülkenin kaynaklarını heder ettiler.
Aldıkları sonuç ise işte budur. Ülke ekonomik
olarak çöktü, siyasal olarak kilitlendi.
Baylar, yaptığınızı beğendiniz
mi?!.
Peki, şimdi nasıl bir çıkış yolu
arıyorlar? Geçmişten ders aldılar mı,
artık çağa ayak uyduracaklar mı, ne dersiniz?..
Ne gezeer!..
Düzen partileri, hükümette ya da muhalefette olsunlar, şaşkın
ve ne yapacaklarını bilemez durumdalar. Arşı
alaya ulaşan istifa çağrılarına rağmen
hükümettekiler gidemiyor, muhalefettekiler gelemiyor. Hem
biri gitse, öteki gelse ne olacak? Bunalımdan, daha doğrusu
bu feci çöküntüden, bataktan çıkış için hiçbir
ciddi pragramları yok. İşlerin bu noktaya varmasına
yol açan nedenleri ne görebiliyorlar ne de görmeye cesaretleri
var. Yıllar yılı kitlelerle birlikte kendilerini
de öylesine aldatmış ve koşullandırmışlar
ki yaratıcı yeteneklerini, sorun çözme becerilerini
adeta yitirmişler. Çıkar yol olarak tek bildikleri,
içerden biraz daha vergi, dışardan biraz daha borç
almak. Ne var ki vatandaşın artık verebileceği
birşey kalmadı. Halk adem babaya döndü. Dışardan
ise kimse, köklü ve ciddi tedbirler alınmadıkça,
yeter güvence olmadıkça, bu akılsız müflislere,
krizkoliklere, kleptokrat, sorumsuz ve savurgan yönetime para
vermek istemiyor.
Peki bu kilitlenme nasıl aşılacak, gordiyon
düğümü nasıl çözülecek?
Artık aklı başında hiç kimse bu hükümetten
ve ondan farkı olmayan düzen içi muhalefetten birşey
beklemiyor. Bunların bir değişim programları
yok. Ama kamuoyunda ekonomik ve siyasal alanda bir değişimin
zorunlu olduğu konusunda sesler giderek yükseliyor. İşin
ilginci, değişime ilişkin bu sesler bildiğimiz
sol çevrelerden, ya da işçi -emekçi kesiminden çok, işveren
kesimlerden, liberal diye bilinen çevrelerden, hatta biraz
da dincilerden geliyor..
Peki, bu çevrelerin değişim anlayışı
nasıl birşeydir?
Dincilerin derdi hükümet gitsin, FP gelsin! Bir de türban
yasağı kalkar ve dinci kesime yönelik öteki baskılar
sona ererse sorun bitmiştir! Bundan öte, demokrasi konusunda
ne geniş bir perspektifleri var, ne de toplumun ekonomik
sorunlarının çözümü konusunda dişe dokunur
bir programları..
Ya işverenler ve onların istekleri doğrultusunda
görüş getiren sözde liberal çevreler? Onların değişimden
anladığı ne? Onların istekleri arasında,
yapılacak yasa değişiklikleri ile özelleştirmenin
kolaylaştırılması, “popülist politikaların”
terk edilerek devletin yükünün azaltılması var ve
bu, onların “reform” dediği şeyin özünü oluşturuyor.
Bu çevrelerin özelleştirmeden iki yanlı bir beklentisi
var. Hem devletin elindekileri, yani bir tür babadan kalan
malı satarak ekonomiye soluk aldırılacak, hem
de ülkeye yabancı sermaye çekerek ekonomik durumun iyileşmesinin
yolu açılacak.
“Popülist politikalar” kapsamında ise köylü ve esnafa
açılan ucuz krediler, destekleme alımları vb.
var. Ayrıca, devletin küçülmesi kapsamında, aşırı
memur ve işçi yığınağının
azaltılması amaçlanıyor.
Peki bu politika uygulandığı zaman kimler kazanır,
kimler kaybeder? Besbelli büyük sanayi ve finans çevreleri
kazanacak; ama işçi, memur, köylü ve esnaf, yani ülkenin
büyük emekçi çoğunluğu yitirecek. İşsizlik
artacak, küçük üreticiler ve tüccarlar arasında iflaslar
yaygınlaşacak. Nitekim esnafın “IMF’ye hayır,
Derwiş Amerika’ya!” diye slogan atması boşuna
değil.
Büyük sanayi ve finans kesiminin istediği reformlar arasında
örneğin iş hayatı, eğitim, sağlık,
konut alanında durumun iyileştirilmesi, sosyal hakların
arttırılması yok. Yani para babasının
reformu kendine göre.. Oysa gelişkin batılı
ülkelerde, özellikle de Batı Avrupa’da ve İskandinav
ülkelerinde devlet bir anlamda gerçekten küçülmüştür;
ama çalışan kesimden yana sosyal haklar da güçlüdür.
Türkiye’deki büyük sermaye çevrelerinin ise bu konuda bir
istemi, bir reform tasarısı yok. “İşsizin,
yoksulun canı cehenneme!” diyen bir tavır bu..
Peki, büyük sanayi ve finans çevrelerinin siyasal reform
önerisi nasıl birşey? Evet bundan da söz ediliyor,
ama istemler ya açık-net değil, ya da ciddi bir
reform niteliği taşımıyor. Örneğin
bazıları siyasi parti ve seçim yasalarının
değiştirilmesini istiyorlar. Ama örgütlenme özgürlüğünün
önündeki engelleri kaldırmaktan çok, tek bir partinin
iktidara gelmesine yol açacak türden değişiklikler..
İç ve dış sermayenin istemlerine daha kolayca
evet diyecek “güçlü hükümetlerin” ancak böyle oluşabileceğini
düşünüyorlar.. Bu ise demokrasinin gereği olan çok
sesliliği arttırmaz, daha da azaltır.
Bazıları parti liderlerinin gücünü azaltacak, milletvekillerine
manevra alanını arttıracak değişiklikler
öneriyorlar. Oysa sorun bundan çok daha kapsamlıdır.
Örneğin bugün parlamentodaki beş partinin de ekonomik
ve siyasal pekçok konuda birbirinden farksız olmasını,
bütünüyle tutucu, değişim karşıtı
niteliğini nasıl açıklıyacağız?
Neden bunların hiçbiri Kürt sorununun barışçı
ve adil çözümünü önermiyor? Neden hiçbiri düşünce, basın
ve örgütlenme özgürlüğünün önünü açacak köklü bir programa
sahip değil? Açık ki rejim yıllar yılı
yalnızca onlara kapıyı açık tuttu. Bunların
tümü de burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin partileri.
Onlarsa bu durumdan rahatsız değil..
Eğer siyasi reform olacaksa, en başta geniş
bir düşünce, basın ve örgütlenme özgürlüğünü
gündemine alacak bir anayasa değişikliği gerekli.
Siyasi partiler programları nedeniyle kapanmamalı.
Yüzde 10 barajı kaldırılmalı ve her kesimin
temsiline olanak vermek için nisbi temsil sistemi getirilmeli.
Peki emekçilerin, işçilerin, çiftçilerin, esnafların
bu durumdan çıkış için programları ne?
Çiftçilerin ve esnafın öfkeden ve tepkiden öte bir programı
yok. Esnaflar ucuz kredi sisteminin, çiftçiler ise taban fiyatları
destekleme alımlarının, yani eski durumun devamını
istiyorlar.
İşçi ve memurlara gelince. İşlerini kaybedecek
olan işçiler haklı olarak özelleştirmelere
karşı. Memurlar ise kendilerini kapı dışarı
edecek bir küçülme ya da daralmadan yana değiller.
Demek ki kimilerinin değişime ilişkin istemi
ötekilerin zararına. O zaman hükümet, ya da işverenler
hangi programa destek istiyorlar? Başkalarının
canına okuyacak programlara mı? İşçiler,
memurlar, emekliler, yoksullar enayi mi? Onlar bugüne kadar
nurlu ufuklar, ekonominin düze çıkması adına
fedakarlığa zorlandılar, kemer sıktılar;
ama denenlerin hiçbiri gerçekleşmedi. Onlar kendilerine
hiçbir şey getirmeyen, ama çok şey götüren bu türden
programları niçin desteklesinler?.
Ama seslerini duyuramıyan marjinal haldeki sol partiler
bir yana, işçi sendikalarının da bu durumdan
çıkış için gerçekçi, kapsamlı bir programları
yok. Oysa ekonominin çöktüğü, politikanın kilitlendiği
ve kitlelerin ne yapacağını bilemediği
bu koşullarda solun da işçilerin de açık, net
bir reform programı olmalı.
Türkiye’nin bir değişim programına gerçekten
ihtiyacı var. Ama bu siyasal alanda bir barış
ve demokrasi programı olmalı. Kürt sorununun barışçı
ve adil çözümünü, tam bir düşünce, örgütlenme ve basın
özgürlüğünü içermeli. Düşünce ve siyaset hayatının
üstünden tabular kalkmalı.
Devlet demokratik temeller üzerinde yeniden yapılanmalı.
Bir asker ve polis devleti olmaktan çıkmalı. Militarist,
şoven, ırkçı anlayış son bulmalı.
Türkiye içerde ve dışarda barışçı,
hukukun egemen olduğu saydam bir toplum olmaya yönelmeli.
Ekonomi de ancak böyle düzelir. Ancak bu koşullarda kaynaklar
ülke halkını ezmeye, ülkeyi yakıp yıkmaya
harcanmaz. Kürdistan’da tarım ve sanayi canlanır.
Türkiye’de turizm gelirleri katlanır ve kaynaklar gereksiz
ve aşırı ölçüde bir silahlanmaya değil,
yatırıma yönelir. Sağlığa, eğitime,
adalete, sosyal harcamalara daha çok pay ayrılabilir.
Saydamlık soygunu, talanı, rüşveti önler.
Ekonomik verimlilik bakımından gerekli özelleştirmeler
ise, ancak, işsizlik yardımını ve öteki
sosyal hakları güvenceye alan bir reform programıyla
birlikte hayata geçirilmeli. Öyle ki değişimin faturasını
yalnızca emekçiler ödemesin.
Böyle bir Türkiye Avrupa Birliği’ne kolayca üye olabilir
ve bu da ona ekonomik ve kültürel alanda çok büyük bir gelişme
hızı kazandırır, ülkeyi modernize eder,
toplumu çağdaşlaştırır.
Özet olarak, gerçek bir değişim ve reform süreci,
ancak Kürt sorununun adil çözümü, içerde ve dışarda
barışçı ilişkiler ve köklü bir demokratikleşmeyle
mümkündür. Bu nitelikte kapsamlı bir program ve onu kararlıca
izleyen bir politik hareket, değişim güçlerini çevresinde
toplayabilir, Türkiye’yi bunalımdan çıkarıp
Avrupa ile bütünleştirebilir.
Bunun dışındaki yüzeysel, gelip geçici tedbirler
sorunları çözmez ve toplumu bu bataktan kurtaramaz.
Not: Bu yazı Dema Nû gazetesinin 15 Nisan tarihli
3. Sayısında yayınlandı.
|