Kendi
Ordusunun İşgali Altında..
Cemil
BARAN
Türkiye son günlerde üçüncü bir kriz daha geçirdi. Borsa bir kez daha 8 binlere
kadar düştü, dolar 1.400.000’e fırladı, faizler
yüzde yüzü aştı ve birkaç milyar dolar tutarında
bir sermaye daha, bir hafta içinde ülke dışına
kaçtı. Kimi hesaplara göre son iki ay içinde telekom
krizi nedeniyle kaçan sermaye 25 milyar dolara ulaşıyor!
Son kriz, genellikle Telekom krizi olarak adlandırıldı ve Türk
basını bu nedenle MHP’li Ulaştırma Bakanı
Enis Öksüz’ü topa tuttu. Efendim bay Öksüz meğer çok
inatçıymış. Telekom yönetimine kendi yandaşlarını
getirmek için ısrarcı olmuş, profesyonelliği
engellemiş, bu nedenle de IMF’nin ve Dünya Bankası’nın
yeni kredi dilimlerini dondurmalarına yol açmış..
Türk basını günlerce bu konuya ilişkin Öksüz-Derviş çatışmasını
manşet yaptı.
Bu Telekom sorunu ve Enis Öksüz’ün vatanperverce direnişi elbet yeni değil,
en azından birkaç yılın öyküsü. Öksüz önce
Telekom’un özelleştirilmesine karşı çıktı.
Daha sonra, özelleştirilecek bölümü % 33’ün altında
tutmaya çalıştı. Daha sonra ise yönetimi kendi
elinde tutmak için direndi. En sonunda ise bu isteğinden
de geri adım atmak zorunda kaldı; ama bu arada olan
oldu, uzmanların dediğine göre Telekom iki yıl
önce 20 milyar dolar değerindeki iken şimdi ölmüş
eşek fiyatına düştü. Bu yetmezmiş gibi,
Öksüz’ün inatçılığı yüzünden Telekom Kasım
krizinin ve son krizin bir ateşleyicisi oldu ve 25 milyar
doları süpürüp götürdü!
Doğrusu ilginç bir öykü. Öncelikle bu Enis Öksüz nasıl biri ki bu
kadar direnebiliyor, herkese kafa tutabiliyor? Bu adam hükümetin
36 bakanından biri. Başbakan ve öteki bakanlar ona
dur diyemiyorlar mı? Hele tam bir şeflik sistemine
göre işleyen MHP’de, Bahçeli istese onu kolayca yola
getiremez mi? Daha geçende özelleştirmeden sorumlu Devlet
Bakanı Yüksel Yalova, ters bir açıklama yaptı
diye, Ecevit’in ve bizzat kendi Parti Başkanı Yılmaz’ın
uyarısıyla apar topar görevini bırakmak zorunda
kaldı. Kabinenin güçlü bakanlarından Tantan’ın
ve Enerji Bakanı Ersümer’in gidişleri de tazedir.
Peki, herkesin topa tuttuğu, inatçılığıyla, köylülüğüyle
alay ettiği gariban Öksüz, gücünü nerden alıyor?
Öksüz’ün bir yerlerden güç aldığına kuşku
yok. Üstelik basın da, politik çevreler de bunu gayet
iyi biliyor. Ama kimse doğruyu söylemiyor, söyleyemiyor.
Çünkü işin o yanı tabu!
Öksüz bu işi Bahçeli’den, bir bütün olarak kendi partisinden habersiz yapmıyor.
MHP böyle yaparak Telekom gibi yağlı bir pastayı
sömürüyor, oraya yandaşlarını dolduruyor. Sağlık
Bakanlığı gibi orası da MHP’nin kadrolaşmasına
hizmet eden önemli merkezlerden biri. Ama Telekom olayındaki
direniş MHP’nin de gücünü aşıyor..
Lafı uzatmadan söyleyelim: Bu işin ardında ordu var. Ordu başından
beri Telekom’un özelleştirilmesine karşı. Buna
neden olarak ise Telekom’un ülkenin güvenliği bakımından
stratejik bir kurum olduğu ileri sürülüyor. Yabancı
sermaye bu kurumu denetlerse ülkenin güvenliği tehlikeye
girermiş, savunmayla ilgili sırlar yabancıların
eline geçermiş.. İddia bu.
Bu ülkede ordu bir işe ayak koydu mu, kim aksini yapmaya
cesaret edebilir? Ülkenin gerçek efendisi, sahibi, hükümeti
Ordu değil mi? Ama ordu, çok zorunlu olmadıkça ortada
görünmemeyi tercih ediyor. Bir keresinde bu zorunlu oldu.
İşler çatallaşınca Genelkurmay İkinci
Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt Başbakanlığı
ziyaret edip hükümeti uyardı ve hükümet oracıkta
durdu! Ecevit, “ordunun kaygılarını haklı
buluyorum!” tarzında demeçler verdi ve iş yine uzadı.
Son olarak, Telekom yönetimi belirlenirken, Derviş’in kontenjanından
seçilen iki kişinin emekli subay, Ecevit’in seçtiğinin
ise OYAK elemanı olması herşeyi yeterince gözler
önüne sermiyor mu?. Demek ki güdümlü olan salt Öksüz değil,
bu garibana fazla haksızlık yapılıyor!
Derviş’in direnişi, profesyonellik kaygısı
filan da palavra. Sonuçta herkes ordunun dediğini yapıyor.
Derviş’i de çabuk benzettiler. Adam Genelkurmay’ı ziyaret ettikten
sonra boşuna, “Ordu herkesten vatansever!” demedi..
Ordunun güvenlike ilgili tezi ve Telekom’a ilişkin bu tutumu MHP’nin de
işine geliyor. Böylece o da hem watanperverlik gösterisi
yapıyor, hem de bu yağlı pastayı kemirmeye
devam ediyor. Enis Öksüz ise salt bir paratöner rolü oynuyor..
Evet, politikacılar, basın, herkes bunu biliyor; ama bilmezlikten
geliyor. Bu konu tabu. Kimse tanrıları öfkelendirmek
istemiyor. Enis Öksüz’e saldırmak ise kolay. Eşeğini
dövemiyen semerini dövüyor. Türkiye işte böyle bir ülke!
Türk ordusunun milli güvenliğe ilişkin kaygıları anlaşılırdır.
Her ne kadar şimdi uluslararası teknik, Türk Telekom’u
özelleşmese bile, onun kanalıyla yürütülen hertürlü
istihbarata ulaşabilecek kadar gelişmişse de
–gazeteler yazdı, Amerika Almanya’yı bile izliyor-
Türk generallerinin böyle düşünmesi olağandır.
Onlar esen rüzgardan hile sezerler.. Onlar ördek Hasan soyundandır..
Ne var ki sorun yalnızca güvenlik sorunu değil.
Bir de işin ekonomik boyutu var ve ordunun direnişine
yol açan asıl neden de budur.
Evet, bu da bir başka tabudur. Türk ordusu bir ekonomik imparatorluk kurmuştur.
Başta OYAK olmak üzere, holdingler, vakıflar, onlarca
şirket… Bunlar Türkiye’nin en büyük şirketleri arasındadır.
24 şirkete sahip Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK),
otomotif (örneğin Reno’nun yüzde 47’si), inşaat,
tarım ve finans alanlarında önemli yatırımlara
sahip ve 30 bin kişi çalıştırıyor.
Bir bankaya, bir süpermarket zincirine (ordu parazarları)
sahip ve Türkiye çimento üretiminin yüzde 10’unu elinde tutuyor.
Sabancı, Koç gibi yerli büyüklerle ve Goodyeer, Dupont
gibi yabancı şirketlerle ortak. Subay, yedek subay
ve assubayların maaşlarından bu kuruma önemli
bir yüzde kesiliyor. Ayrıca hazineden finanse ediliyor.
Bu şirketler vergi ödemiyorlar, yasal olarak bundan muaflar!
Kazançları ise askere gidiyor.
Kamuoyu bütün bunlardan habersizdir. Kimse bu konuları gündeme getiremez.
Bunlar yazılmaz, tartışılmaz. Kimse elini
arı kovanına sokmak istemiyor..
Ordunun elinde ayrıca “Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı”,
“Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı” ve benzeri birçok
vakıf var. Bunlara, gönüllü veya zorunlu biçimde, yurttaşlardan
büyük paralar kesiliyor. Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme
Vakfı uçak, füze, top dahil, çeşitli silah yapımında
ve telekomünikasyon alanında üretimde bulunan 30 kadar
şirketle bağlantılı ve 20 bin kişi
çalıştırıyor. Bunlara ilişkin bilgiler
de sır. Bunlar normal bütçe ve parlamento denetimine
tabi değiller. Bunların son on yılda 100 milyar
doları aşkın bir harcama yaptıkları
basına yansıdı.
Bu kurumlarla ilgili bilgiler bazan satır arasında basına sızıyor.
Zaman zaman ise yabancı basına yansıyor. (Örneğin
Douglas Frantz imzasıyla 14 Ocak 2001 tarihli The
New York Times’te çıkan yazı.)
Orduya bağlı bu şirketler devlet ihalelerinden önemli pay alıyorlar
ve çoğu zaman da rakipsizler. Özel şirketler onlara
rağmen ihaleye girmeyi göze alamıyor, ya da ancak
ortak olarak alabiliyorlar.. Elbet, ordu Alaattin Çakıcı’dan
daha güçlüdür! Bu rekabet, bazan “güvenlik” gerekçesiyle engelleniyor.
Örneğin ordunun elektronik alanında kurduğu
şirketler Telekom'dan yüzmilyonlarca dolara ulaşan
yağlı ihaleleler alıyorlar. Proje bedelleri
ise onların gönlüne göre düzenleniyor. Telekom’un özelleştirilmesine
karşı ordudan gelen tepkinin asıl önemli nedeni
de budur.
Sözkonusu holdingler, şirketler aynı zamanda emekli subaylar için
birer bol maaşlı arpalık. Türk ordusu 1930’ların,
1960’ların ordusu değil. O artık, darbelere
de gerek kalmadan ülkeyi yönetmekle, tüm temel politikalara
yön vermekle kalmıyor, aynı zamanda büyük sermaye
ile bütünleşmiştir; tüccar, bankacı, yatırımcı
olmuştur. 12 Eylül dönemi ve kirli savaş ise bu
orduyu, aynen polis ve mülki erkan gibi daha da kirletti;
yıllık 100 milyar dolara ulaşan uyuşturucu,
kara para ve haraç ağının içine soktu. O, legal
ve illegal biçimde önemli rant kaynaklarına el koyuyor.
Ordunun saflarından da çok sayıda kişi köşeyi
dönmüş, zengin olmuş, konforlu bir yaşam sürmektedir.
Generaller Ankara’nın, İstanbul’un göbeğinde,
deniz kıyılarında malikaneler dikiyorlar. Üstelik
kimse onlardan servetlerinin kaynağını da soramıyor.
Onlar dokunulmaz!
Görüldüğü gibi, durmadan “vatan-millet kurtaran” bu aslanlar, aslında
vatanı-milleti batırırken kendilerini kurtardılar.
Tam anlamıyla tapınak şövalyesi oldular! Türk
ordusu eskiden başkasının mülkünü korumak için
savaşırdı, şimdi kendi mülkünü korumak
için savaşıyor..
Bırakın servetlerinin hesabını sormak, mahkemelerin mahkum
ettiklerine bile dokunulamıyor. Örneğin Yüksekova
Çetesi’nin başı Binbaşı Mehmet Emin Yurdakul
çete kurma, adam kaçırma, gasp suçlarından 27 yıla
mahkum oldu. Ama bu kişi yakalanmadı bile ve arandığı
dönemde emekli edildi. Aranması ise sözde devam ediyor!
“Her ülke kendi ordusunun işgali altındadır!” Bu söz 19. Yüzyılda
bir batılı devlet adamı tarafından söylenmişti.
Şimdi, insan hakları ve demokrasi alanında
büyük mesafeler almış ve ordunun sivil yaşama
müdahalesini nerdeyse sıfıra indirmiş birçok
Batı ve Kuzey Avrupa ülkesine artık uymasa da Türkiye’ye,
Pakistan’a, Irak’a, Endonezya’ya ve dünyanın daha birçok
ülkesine tam anlamıyla uyuyor, dek oturuyor.
Türkiye kendi ordusunun işgali altındadır ve bu işgal, kendilerini
demokrasinin bir ürünü ve parçası gibi gören sivil politikacıların,
bu korkak, ikiyüzlü ve sahtekar zümrenin sayesinde olmuştur.
Ordu bu ülkede gerçek ve tek yöneticidir. Barış
ve demokrasi çabalarının önündeki en büyük engeldir.
Şimdi, ülkenin bir kez daha batağa saplandığı, yönetilemez
duruma düştüğü şu koşullarda, ara rajim
hevesleri yeniden canlanıyor, kimi geri zekalılar,
bir kez daha teknokratlar hükümeti çağrısında
bulunuyorlar. Oysa ülkeyi bu duruma düşüren, değişimi
engelleyen asıl olarak da sözkonusu ara ve kara rejim
hükümetleri oldu. Askeri müdahaleler her keresinde kabaran
değişim dalgasını ezerek, baskı çarkını
pekiştirerek çürümüş rejimin ömrünü uzattılar.
Gerekli olan bir kez daha ara rejim değil, demokratik bir doğrultuda
değişimdir, yeni politikalardır.
Türkiye çağdaş bir ülke olacaksa, herşeyden önce ordunun işgaline
son verilmeli, ordu gerçekten kışlasına çekilmeli.
Sivil yaşam ordunun bir karabasan biçimindeki vesayetinden
kurtarılmalı, adına demokrasi denen bugünkü
maskaralığın yerine gerçek bir demokrasi geçmeli.
Politikacılar da adam gibi politikacı olmalı.
Bunu kim yapar? Bunu ordu yapmaz, ara rejim hükümetleri yapmaz, yapamaz. Bunun
için demokrasinin önündeki engellerin kaldırılması
gerekir. Demokratik ve değişimci güçlerin dikkatlerini
bu noktaya yoğunlaştırması gerekir.
Bu olmazsa, yalnızca politikanın ve kültürün değil, ekonominin
de ordu ve polisin tercihlerine göre belirlendiği bir
ülkede, böyle bir çağda ekenomik ve sosyal gelişme
beklenemez. Çöküntü ise kaçınılmazdır. Türkiye’nin
en büyük derdi budur.
Ordu tekelci sermayenin bir parçası, hem de vergi ödemeyen bir holdingci
olmaktan çıkarılmalı, imtiyazlarına son
verilmeli. Asıl OYAK ve benzeri kurumlar, şirketler
özelleşmeli. Fonlar kamu denetimi altına alınmalı.
Fon adı altında soyguna son verilmeli. İşçilerden
“zorunlu tasarruf” adı altında kesilen paralarla
işçiler hesabına böylesine holdingcilik yapılıyor
mu? Subaylara bu olağanüstü imtiyazlar, rantlar neden?
Böyle olduğu içindir ki ordu değişime direniyor. Ekonomik reformlara,
siyasal reformlara direniyor, AB ile bütünleşmeye karşı
çıkıyor.
Ve Türkiye’de, bu tabular sürdükçe yalan söylemek kaçınılmazdır.
Bu ülkede politikacılar yalan söylüyor, generaller yalan
söylüyor, profesörler yalan söylüyor, basın yalan söylüyor.
Ülke tabulardan kurtulmalı. Türkiye’nin yalnızca çağdaş
ekonomik ve siyasal reformlara değil, aynı zamanda
bir zihniyet reformuna ihtiyacı var.
Türkiye çağdaş ve uygar bir ülke olmak istiyorsa, kendi zincirlerini
çözmeli ve en başta kendi ordusunun işgalinden kurtulmalı.
|