DEMOKRASİYİ BENZETENLER..
Kemal Burkay
Türk demokrasisi Nasrettin
Hoca’nın leyleği gibi. Fıkrayı herkes bilir:
Hoca eline geçirdiği bir leyleğin gagasını,
ayaklarını, kanatlarını çok uzun bulmuş,
üçünü de makaslamış. Görenler hayret edip sormuşlar:
“Heyy, ne yapıyorsun
Hoca?!.”
Nasrettin Hoca kendinden
emin:
“Şimdi işte kuşa
benzedi!” demiş..
Türkiye’nin demokrasisini
ise eski adıyla “paşalar”, yeni adıyla generaller
benzetiyorlar..
Kürtlerin varlığı
bu ülkeyi yönetenler için başından beri fazlalık.
Sol hareket de öyle.
Bu yüzden paşalarımız, daha Kurtuluş Savaşı
döneminden başlayarak Kürt ulusal hareketine ve sola ait olan
her türlü görüşü ve örgütlenme çabasını makasladılar.
Paşalarımız
topluma tek renk, tek biçim vermeye çalıştılar: Tek
ulus, tek sınır, tek bayrak, tek hükümet, tek parlamento,
tek parti, tek kılık ve kıyafet, tek dil, hatta nerdeyse
tek din, tek mezhep ve de tek görüş... Yani Kemalizm!.. Kışlalarda
böyledir..
Ne var ki dünyada böyle
değildir. Doğa ve toplumsal hayat da çok yönlü, çok renklidir.
Ayrıca, hayatın gerçekleri ona karşı direnenlerin kurallarından,
saplantılarından çok daha güçlüdür.
Bu yüzden Türkiye 1946’larda,
hem de bizzat tek partinin ve “Milli Şef“in eliyle çok partili
yaşama geçmek zorunda kaldı. Zamanla çeşitler çoğaldı;
hatta sol ve Kürt hareketi de canlandı, örgütlenmeye çalıştı.
Ama paşalar da
makaslarını hep çalıştırdılar, arada
bir darbe yaparak her şeyi biçtiler. Üstelik makas kullanmaya
askerlerin yanı sıra siviller de alıştı.
İktidardakiler solu ve Kürt hareketini biçmek için, ordu ve
polisin yanı sıra ırkçıları ve dincileri
de kullandılar, beslediler, büyüttüler. Ortaya “Türk-İslam
sentezleri” çıktı...
Ama söz konusu yedek
güçler her uzadıkça, boy verdikçe paşalar yine makasa
davrandılar: İrtica tehlikesi vardı.. Vatanın
ve milletin, o olmazsa laikliğin, yeniden ve yeniden kurtarılması
gerekiyordu!..
Oyun bugün de devam
edip gidiyor..
Bu oyunu oynayan yalnızca
Türkiye’deki egemen güçler değil. Dünya çapında daha büyükler
de oynuyor onu. ABD ve öteki batılı yandaşları
bir dönem sosyalizme karşı askeri-faşist diktatörlüklere
ve İslama yatırım yaptılar. Yunanistan ve Şili
Cuntaları, Türkiye’de 12 Mart ve 12 Eylül rejimleri bunun ürünüydü.
Fas’tan Pakistan’a, Endonezya’ya “yeşil kuşak” politikası
bunun ürünüydü. Bu politika İran’da Şahlığı
kurtarmaya yetmedi, ama bir “İslami devrime”, Humeyni rejimine
kaldırım taşlarını döşedi. Bu politika
Talibanları, El Kaideleri ve benzerlerini yarattı.
Ne var ki, sosyalist
“tehlike” devreden çıkınca, yeşil kuşak politikasının
bu ürünleri, bu kez de, doğalarına uygun olarak, batı
türü yaşama tarzını, “laikliği” ve öteki batı
değerlerini tehdit etmeye başladılar. Bu yüzden ABD
şimdi eline eline makas almış, dörtbir yanı
saran bu zararlı otları biçmekle meşgul.
Ama onları kendisinin
ektiğini hiç düşünmeden...
İnsanoğlunun
evrim sürecini, toplumsal değişimleri uzun bir perspektif
içinde göremeyenler ve her şeyi kendi güncel çıkarlarına
göre biçimlendirmek isteyenler, değişime karşı
direnenler, işte böylesine iğreti biçimler yaratırlar.
Türkiye de yönetim,
eğer başından itibaren toplumsal renkliliği
kabullenebilse, farklara hoşgörü gösterse, onların yan
yana barış içinde bir arada yaşamasına uygun
politikalar geliştirse, belki de Türkiye, daha geçtiğimiz
yüzyılın ortalarında demokratik, gelişkin bir
ülke olur, Avrupa Birliği içindeki yerini de kolayca alırdı.
Bugünkü kavga dövüş de yaşanmazdı.
Ama ülkenin gerçeklerini
bir yana itip her şeyi tek renge boyamaya, tek biçime dökmeye
kalkışan kışla anlayışı ile,
asker kafasıyla topluma biçim vermeye kalkınca işte
böyle oldu.
Ya Amerika ve yandaşı
kapitalist dünya? Onlar da SSCB ve öteki sosyalist ülkelerle barış
içinde bir arada yaşama politikasını seçseler, sosyalist
sistemi yıkmayı, yok etmeyi bir tutku haline getirmeseler
belki her şey şimdi çok değişik olurdu. Uluslararası
ortam yumuşar, varolan sorunların çözümü kolaylaşır;
barış, demokrasi, insan hakları yönünde ortak bir
tavır gelişebilirdi. Afganistan’da Taliban yönetimi, dünyada
El Kaide terörü benzeri durumlar yaşanmayabilirdi. Ne Çeçen
Savaşı olur, ne Yugoslavya’daki bağnaz etnik ve dini
boğazlaşmalar. İslam dünyası yüzünü gerilere
çevirmez, radikal İslam kitleler için bir umuda dönüşmezdi.
Ortaya Saddam ve benzerleri de çıkmazdı. Sosyalizm ve
kapitalizm arasındaki yarış ise, büyük ihtimalle,
barışçı biçimlerde zamanın çözümüne kalır,
değişim evrimci şekilde gerçekleşebilirdi.
Ama karşıdakine
tahammülsüzlük ve onu yok etme, her şeyi kendine benzetme tutkusu
dünyamızda da bugünkü çarpık durumun temel nedeni.
Buna yol açanlar kendi
yaptıklarının acaba farkındalar mı? Hiç
sanmam. Ne Türkiye’nin haki tutkunu paşaları ve onları
uygun adım izleyen sivilleri, ne ABD’yi yöneten para babaları,
güçlüler...
* * *
Evet, Türkiye’de eğer
İslamcı hareket zamanla büyüyüp Erbakan liderliğinde
önce hükümetin küçük ortağı, sonra da büyük ortağı
olabildiyse işte bu makaslamalar, toplum mühendislikleri yüzündendir.
Askeri-siviliyle, egemen güçler emekçi yığınlara,
Kürt halkına hak ve özgürlük tanımayı reddedip, demokrasiyi
sürekli budayıp, ülkenin demokrasi ve değişim güçlerini
ezip, demokratik kanalları tıkayıp sadece, sola ve
Kürt hareketine karşı bir panzehir olarak gördükleri ırkçılığa
ve İslami harekete meydanı açtılar. Irkçıların
silahlı kamp kurup örgütlenmesine göz yumdular, hatta bu işi
kendi elleriyle örgütlediler. Kendi elleriyle ülkeyi Kuran kursları,
imamhatip okulları, ilahiyat fakülteleri ile donattılar.
Okullara zorunlu din dersleri koydular. Toplum da bu kanallara yöneldi
işte.
Sonucun başka türlü
olması mümkün müydü?
Asker-sivil egemenler,
Refah Partisi döneminde gücünün doruklarına çıkan İslami
hareketi de budadılar, RP’yi kapadılar, Erbakan’ı
ve bir bölüm arkadaşını siyasi yasaklı hale
getirdiler. Ama sonuç?
Şimdi de aynı
gelenekten süren AKP, nicelik olarak çok daha güçü biçimde, tek
parti olarak hükümet! Seçim öncesi gibi, seçim sonucunda da aylardır
bu çelişki yaşanıyor. Laikçi, kışlacı
Kemalistlerle İslamcılar arasındaki iktidar kavgası...
Erbakan da döndü dolaştı yine, sekseninden sonra, uzaktan
kumandalı partisine başkan oldu!
Bu kavga Türnkiye’yi nereye
götürebilir? Öncelikle, şu anda AKP yoluyla -iktidara gelen
diyemiyorum- hükümet olan İslamcılar Türkiye’nin sorunlarına
çözüm bulabilecekler mi?
Aylar önce, 3 Kasım
Seçimleri sonrası dile getirdiğim görüşlerde bir
değişiklik yok. Bu konuda iyimser değilim. Hem İslamcı
hareket, son yıllarda olup bitenlerden etkilenmiş, kimi
deneyimlerden dersler almış ve bir parça değişmiş
olsa bile, geçmişi, düşünce yapısı, birikimi
ile, Türkiye’nin gerek duyduğu köklü değişimlere
öncülük etmeye uygun değil, hem de, başta asker-sivil
bürokrasi olmak üzere, Kemalist kanat ve ülkenin öteki şoven
ve tutucu güçleri, kendi çıkar ve ihtiyaçlarına da uygun
düştüğü için AKP’nin girişebileceği bazı
sınırlı, en masum değişim çabalarına
bile kolay kolay izin vermeyecekler.
Öte yandan, İslamcı
hareketin belki en ılımlı, en çağa açık
gibi görünün AKP kanadının da bir yüzü geriye dönüktür.
O tüm ideolojik saplantılarından kurtulmuş değil,
bu kolay da değil. Türban konusuna verdikleri önem bunun örneği.
Kişi olarak, türbanı,
çarşafı, peçeyi onaylayanlardan değilim. Bu giyim
tarzını kadın özgürlüğüne bir engel olarak görüyorum.
Bu konudaki dini değerleri de, elbet paylaşmıyorum.
Erkeğin saçı ile kadının saçı, erkeğin
topuğu, ya da kolu ile kadınınki arasında bir
fark yoktur. Erkeğinki görünüyorsa, kadınınki niye
görünmesin? Din, ahlak, ya da gelenek adına kadını
bu tür örtüler artında gizleme çabası, onu bir mal olarak
gören erkek egemen anlayışın bir ürünü.
Öte yandan, kadınların
da bir kısmı çeşitli nedenlerle bu değerleri
ve bu tür giyim tarzını bir din ve ahlak kuralı gibi
benimsemiştir. Öyle olunca da giyimlerine zorla müdahale edilmesine
karşıyım. Bir kadını zorla çarşafa
sokmak, türban giymeye zorlamak nasıl yanlışsa, bu
giyimi zorla değiştirme, okullarda ve toplumsal hayatın
başka değişik alanlarında engelle çabası
da o kadar yanlış ve haksızdır. Değişim
gönüllü olarak gerçekleşmelidir; bir yasa ya da “devrim”le
değil.
Ben günümüzde bu değişimin
kendiliğinden olabileceği, olduğu ve bunun çok daha
sorunsuz ve doğal biçimde gerçekleştiği kanısındayım.
Nitekim Malezya’da, Mısır’da, Lübnan’da ve daha bir dizi
müslüman ülkede kadınların küçümsenmiyecek bir bölümü
pekala modern giyiniyor ve bu hiç de bir devrim yasası ve baskı
sonucu olmadı. Güney Kürdistan’da da bugün öyledir; başörtüsü
ya da türban takan kadınlarla, başaçık olanlar sokakta,
okulda yan yana ve birbirlerine karşı toleranslı.
Burada da modernlik giderek ağır basıyor; genç kız
ve kadınların çoğu, bazı bölgelerde nerdeyse
tamamı başaçık.
Dolayısiyle, Türkiye’de,
bazı çevrelerin çağdaşlık ya da laiklik adına
türban üzerinde kopardıkları bu kuru gürültüyü saçma buluyorum.
Ama bu gürültüyü koparanların kaygısı, ağızlarına
pelesenk yaptıkları gibi, salt “laik rejimin” tehlikede
olması filan değil. Onlar bunu, asıl olarak da kendi
“tek”li yaşam tarzlarının, egemenliklerinin sarsılması
olarak görüyorlar.
Diğer yandan türbanı
savunan AKP’nin, özellikle de AKP’li erkeklerin tavrını
da çağdaş bulmuyorum. Bu partinin önde gelen yöneticilerinden
bazısının eşlerinin bile evlendikten sonra türban
takar olduklarını, bir bakıma buna zorlandıklarını
biliyoruz. Eşinin saçının görünmesini istemeyen bir
erkek ne kadar kadın haklarından yana olabilir, ne kadar
öteki insan hak ve özgürlüklerinden yana olabilir, ne kadar değişimci
olabilir?.
Türbana ilişkin anlayış
basit gibi görünse de, kişinin dünya görüşünün bir göstergesidir.
Elbet AKP bakımından tek sorun türban da değil.
Bu partinin, toplum yaşamının İslami kurallara
göre düzenlenmesine ilişkin öteki özlem ve istekleri bir yana,
yönetim ve taban olarak onu oluşturan kadroların geçmişteki
siyasal olaylarda oynadığı rolü unutmamalı.
Şimdi yönetime gelenlerin birçoğu geçmişte, Türk-İslam
sentezi içinde ırkçılarla omuz omuza sola ve Kürt yurtseverlerine
karşı savaştılar. Cuma namazlarının
ardından “komünistlere ölüm” sloganları eşliğinde
pogromlar düzenlediler. Erzurum’da, Maraş’ta, Malatya’da, Çorum’da
olanlar hatırlardadır. Sivas’ta tekbir eşliğinde
yakılanlar ise tazedir. Bunu yapanların bir bölümü RP
saflarında parlamentoya taşındılar, saldırganların
avukatlığını yaptılar.
Acaba bu insanların
düşünce ve duyguları dünden bugüne ne kadar değişti?
Ve değiştiyse geçmişin ciddi bir özeleştirisini
yaptılar mı? Dün demokrasiye karşı savaşmış
olanların, bugün, ülkenin gerek duyduğu köklü bir değişikliğe
ve demokratikleşemeye öncülük edebileceklerini ummak fazla
iyimserlik olmaz mı?.
Öte yandan, AKP ülkenin
gerek duyduğu değişimci, dönüşümcü politik güç
olmasa bile –ki bize göre değil- laiklik adına onu büyük
tehlike gösteren, engellemek için her türlü çabayı harcayan
ve alaşağı atmek için fırsat kollayan Kemalist
kesimin, asker-sivil bürokrasinin ve madyadaki kollarının
yaptıkları da onaylanamaz. Onlar ülkeyi bu duruma kendileri
getirdiler ve bugün de değişimin yolunu tıkayanlar
en başta onlardır.
Bu kesimin çağdaşlık
ve laiklik adına söyledikleri ise demagojiden ibaret. Yıllardır
Türkiye’nin çağa uyum sağlamasına, demokrasi yönündeki
en küçük adıma bile karşı çıkanlar onlar. AB
karşıtı kampanyayı açık-gizli yürüten onlar.
Laiklik ise bu ülkede hiçbir dönemde var olmadı. Hem Hıristiyanlar,
Yezidiler hem de geniş Alevi kitlesi üzerinde ağır
baskılar Cumhuriyet tarihi boyunca süregeldi. Tek mezhebe dayalı
geniş Diyanet İşleri Teşkilatı’nın
ve okullarda, belli bir inancı öğretmeye yönelik zorunlu
din derslerinin olduğu bir ülke nasıl laik sayılabilir?.
Tüm bu nedenlerle, ne yazık
ki Türkiye’de yakın bir zamanda köklü bir değişim
beklenemez. Belli ki ülke daha bir süre, sözde laiklerle islamcılar
arasındaki bu boğuşmaları yaşıyacak,
yerinde sayacak, sorunlar çözülmeden kalacak ve gitgide ağırlaşacak.
Bu iki kesim, bir çıkmaz gibi, birbirini üretiyor.
Böylesi bir yorum karamsar
görünebilir. Yakın dönem için bir bakıma öyle. Ama değişim
dalgasının anaforu Balkanların ardından şimdi
Ortadoğu’nun da kapısını çalmakta. Irak’taki
altüst oluşun ardından bölgede statükonun sürüp gitmesi
kolay olmayacak. Dalga ötekilerini de etkileyecek ve Türkiye bunun
dışında kalamaz. Kendi özgüçleriyle değişmeyi
başaramıyan toplumlar da bir gün değişmek zorunda
kalırlar; ama bu değişimin bedeli belki biraz fazla
olur, en başta da değişime karşı direnenler
için...
|