“Yüksek
mahkemelerin” alçak işleri..
Bültenimizin geçen haziran sayısında
“Adalet mi Rezalet mi?” başlığı altında
Türk yargı sisteminin acınası, belki de gülünesi
durumundan örnekler sergilemiştik. İşkence
yapılan çocuklar ceza alırken işkenceciler
beraat ediyordu. Karakolda ırza geçen polisler hakkında
dava bile açılmazken bundan şikayet eden kadınlar
hakkında ağır ceza istemiyle dava açılıyordu.
Bu durum yeni örneklerle zenginleşiyor.
Sılopi’de yedi ay önce jandarma karakoluna
götürülen iki Kürt politikacıdan, HADEP ilçe Başkanı
Serdar Tanış ile arkadaşı Ebubekir
Deniz’den hala haber yok. Adamlar herkesin gözü önünde
karakola girdiler ve bir daha çıkmadılar. Jandarma
altı gün boyunca onların gelişini inkar etti,
sonra da “geldiler, ama aynı gün çıktılar”
yalanını uydurdu!
Herşey açık, göz önünde. Serdar Tanış,
daha önce bölge Jandarma Alay Komutanı Albay
tarafından ölümle tedhit edilmişti.
Adam dediğini yaptı da. Göz göre göre, tüm Sılopi’nin,
tüm ülkenin ve dünyanın gözü önünde iki insanı katletti.
Ama kimse bunun hesabını soramıyor, sormuyor.
Ordu, kendi mensubunun işlediği bu
cinayetin hesabını sormuyor.
Sivil savcı sormuyor.
Hükümet ve “dürüst” geçinen başı
sormuyor.
İktidar olsun muhalefet olsun, siyasi
parti liderleri sormuyor.
Tüm ilgililer, görevliler suskun, kıpırtısız…
Çünkü öldürülenler iki Kürt ve öldürenler Türk
ordusunun mensupları.. Kurbanlar önemsiz, hatta “iç düşman”
ve katiller dokunulmaz!
Yıllardır bu iş böyle gidiyor.
İşin garibi –aslında bu ülkede
hiç garip değil- basın da suskun. Basında bu
konunun üstüne gitmeyi göze alan birkaç demokrat, onurlu insan
ise hemen düzenin oklarına hedef oluyor. Son örneği
Sabah gazetesi yazarlarından Gülay Göktürk. Serdar
Tanış’la, Ebubekir Deniz’in akıbetini sordu
diye “orduya hakaretten” hakkında dava açıldı!
Gülay Hanım şimdi haklı olarak
buna isyan ediyor. Son yazılarından birinde bu konuya
değiniyor ve böyle adalet, böyle basın özgürlüğü
olur mu, diyor.
Olmaz elbet. Bu ülkede adalet adına yapılan
maskaralıklar karşısında bir yabancı
küçük dilini yutabilir.
Bu rezalet örneklerinin büyük bir bölümü de
adına “yüksek mahkeme” denenlerin, Yargıtay’ın,
Danıştay’ın ve Anayasa Mahkemesi’nin eseri.
Yazar-çizerlere ve siyaset adamlarına
yazı ve konuşmalarından, çocuk ve gençlere
duvarlara slogan yazma gibi masum bir eylemden dolayı
verilen cezaları gönül rahatlığıyla onaylarken,
aynı çocuklara işkence ettikleri bin defa sabit
olan polisleri aklayan Yargıtay’dır!
“Vatanın ve milletin birliğini koruma”
adına tarihi adları bile yasaklayan, sokaklara Munzur
ve Fırat gibi ülke ırmaklarının adını
bile vermeyi sakıncalı bulan Danıştay’dır!
Fazilet Partisi’ni dini siyasete alet etmenin
odağı olarak gösterirken bunu Nazlı Ilıcak
gibi çağdaş, aynı zamanda da tabuların
üstüne gidecek kadar yürekli bir bayanın eylemlerine
bağlayan Anayasa Mahkemesi’dir!
Anayasa Mahkemesi’nin, son şartla salıverme,
ya da af yasasıyla ilgili olarak verdiği karar da,
hukukla ilgisiz, tam bir “siyaset” örneği.. Eşitliğe
aykırı deyip kimi suçları affın kapsamına
aldı, kimini ise “kamu vicdanını incitmemek
için” almadı..
Peki kamu vicdanı nedir? Kamu vicdanı,
Haluk Kırcı, Mehmet Ali Agca gibi katillerin,
hırsız uğursuzların içerde kalmasına
tahammül edemiyor da yazar çizerlerin, duvarlara slogan yazmış
çocukların mı zindanlarda çürümesini istiyor?
Evet, bu “yüksek mahkeme” de “devlete karşı
suçlara” dokunmadı. Devlet vatandaşa karşı
işlenen suçları, vatandaşı öldüreni, malını
çalanı affetti; ama kendisini eleştireni, siyasetinde
kusur bulanı, adalet ve özgürlük isteyeni affetmedi.
Peki bu ülkede devlet kimdir? O, da iktidarı
ele geçirmiş hırsız-uğursuz takımından
başkası mıdır?
Besbelli değil. Devletin başındaki
hırsız ve zalim, kendisine laf söyleyeni affetmedi,
etmez! Bu, eşyanın tabiatına uygundur.
Adına “Anayasa mahkemesi” denen bu “yüksek
mahkeme”nin çapı da işte budur. O da zavallı,
düzene koşullanmış, “kanun adamı” diye
bu köhne, çürük, iğreti düzeni korumaya çalışan
hukuk bekçilerinden oluşuyor. Kendilerinin dünya görüşü,
içine gömüldükleri kara kaplı dosyaların ve kanun
kitaplarının sınırını aşmaz.
Yaptıkları kendilerine çok görülmez..
“Bağımsız yargı” masalı..
En çok da şu günlerde, siyasetin yargıya
müdahalesinden yakınılıyor. Sanki daha önceleri
edilmiyordu.. Aslında, bu ülkede yargı ne zaman
bağımsız oldu ki?
Çoktan beridir ki yalnız siyaset değil,
Ordu da yargıya müdahale ediyor.
Üstelik ordu hem siyasete, hem yargıya,
hem kültüre, hem ekonomiye müdahale ediyor! Ordunun burnunu
sokmadığı iş yok.
Yargıya gelince, o da bu toplumun bir
ürünü, aynı bezin bir parçası.. Başkasının
müdahalesine hiç gerek yok, bu yargı zaten siyasileşmiş,
rejim kadar, hatta ondan da fazla tutuculaşmış.
O, ırkçı, şoven, antidemokratik yapının
sacayaklarından biri.
Siz Sayın Sami Selçuk’a bakmayın,
o bir istisna. Nasıl olmuşsa çelmelenmeden, harcanmadan
oraya kadar yükselmiş. Onun gibi aydın yargıç
ve savcılar vardır, ama ne yazık ki azdır.
Sayın Sezer’in Anayasa Mahkemesi Başkanı
iken ve cumhurbaşkanlığının ilk aylarında
söylediği bazı olumlu sözleri de bu kurumların
genel görüşü saymak yanlış olur. Kaldı
ki Sayın Sezer’i de işte bakın denetime alıyorlar,
sınır bölgelerine götürüp şehit edebiyatı
yaptırıyorlar..
Bu kara, boğucu düzenin siyaseti de, hukuku
da çürümüş. Tüm kurumları çürümüş. O, bir parça
farklı ve iyi olan kişiyi de saflarına alınca
çürütüyor.
Peki çaresi ne? Rejim açısından yok.
Bu rejim iflah olmaz. Yıkılır giderse yerine
yenisi yapılır. Çare budur.
Sorunlara çare arayan, onun bir an önce yıkılmasına
yardımcı olmalı.
|