PSK PSK Bulten KOMKAR Roja Nû Weşan / Yayın Link Arşiv
Dengê Kurdistan
PSK
PSK Bulten
KOMKAR
Roja Nû
Weşan/Yayın
Arşiv
Link
Pirs û Bersiv
Soru - Cevap
Webmaster
psk@kurdistan.nu
 
 

Yunanlı Dostlarımız ve Sokrates..

Cemil BARAN

Öcalan’ın yakalanmasından bu yana yalnızca PKK’nın Yunanistan’a ilişkin politikası değişmedi, Yunanistan’ın Kürt sorununa yönelik politikası da değişti.

PKK’nın durumu malum. 180 derece değişen temel politikalarla birlikte dost ve düşman ayrımı da değişti. Apo’yu ülkelerine kabul etmeyen Yunanlılar, Ruslar, cümle Avrupalılar birdenbire düşman haline dönüşürken,  TC de yetmiş yıllık dosta, bir “demokratik cumhuriyete” dönüştü veya, az bir rötuşla, “dönüşebilir” oldu.

Türk devletine rehin Öcalan ve Öcalan’a rehin PKK açısından bu anlaşılır bir şey. PKK’nın esen rüzgara göre, akşamdan sabaha politika değiştirmesinin, dostu düşman, düşmanı dost yapmasının ilk örneği değil bu.

Ya Yunanlılar? Onların da üç yıldır ki Türkiye ile aralarından su sızmıyor. En azından görünüşte böyle. Yunanistan Dışişleri Bakanı Papandreu ile daha üç ay evelsine kadar Türk Dışişleri Bakanı olan İsmail Cem’in kırk yıllık dost gibi el sıkışmaları ve ortaklaşa dağıttıkları gülücükler, bunun yanı sıra iki tarafın öteki devlet adamlarının dostluk mesajları, karşılıklı jestleri malum..

Son olarak Yunanistan liderleri Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini desteklediklerini açıkladılar. Papandreu AB’nin önümüzdeki Kopenhag zirvesinde Türkiye’ye mutlaka bir müzakere tarihi vermesi için ısrar edeceklerini söylüyor..

Doğrusu, barış ve iyi komşuluk adına göz yaşartıcı bir durum!

Peki Türkiye bunu hak etmiş mi? Yani Yunanlı yöneticiler ve aydınlar, Türkiye’de artık bir Kürt sorunu ve insan hakları sorunu olmadığı kanısındalar mı?

Hayır, sadece bu onların sorunu değil! Öyle ki, bir AB ülkesi olarak,  Kopenhag Kriterleri yerine getirilmiş mi, getirilmemiş mi, bu bile umurlarında değil. Bakın Kathimerini gazetesinden Kostas İordanos AB ülkelerine nasıl yol gösteriyor:

“AB Türkiye’nin farklı durumunu göz önüne almalı. Demokratik ilkelerin kayıtsız şartsız uygulanması Türkiye’yi parçalar!..”

Görüldüğü gibi, Türkiye nasıl Irak’ın toprak bütünlüğü üstüne titriyorsa, bu bay da Türkiye’nin birliği üzerine aynı duyguları seslendiriyor..

Dilin söyledikleri yürekten mi, değil mi, o ayrı mesele!..

Başka bir deyişle Yunanlı dostlar, bizim kesemizden Türkiye’ye iyilik yapıyorlar! Söyledikleri şu: “Ne Türkiye’de insan hakları, ne de Kürtlerin durumu umurumuzda! Kıbrıs ve Ege sorunlarında adım atın, taviz verin, biz de size destek olalım..”

Evet, oldukça pragmatikler. Eh, bu dünya böyledir. Özellikle uluslararası ilişkilerde dostluklar da düşmanlıklar da çıkarlar üstüne kurulur.

Hem de eski Yunandan Sokrates’in ünlü sözüdür:

“Dostlarım, dünyada dost yoktur!”

Mesut Yılmaz’dan İnciler..

Mesut Yılmaz, Demokrasi ve Kürt sorunu konusunda kulağa hoş gelen sözler etmekle, sonra da bunları hızla unutmakla ünlüdür..

“Sorun sadece askeri yöntemlerle çözülmez, siyasi yönü de vardır” gibi..

“AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” gibi..

Ama her keresinde bu sözlere karşı esen şoven frtınalar karşısında direnmez, yelkeni indiriverir. Hatta bazan o da kendisini şoven dalgaya bırakır. Ne de olsa Türkiye’nin siyaset dünyası bu, oportünizm egemen; kim ilkelere aldırır ki..

“Kuzey Irak’ta kurulmakta olan Kürt devletine” ilişkin olarak estirilen son fırtına sırasında Yılmaz da modaya uyarak şöyle dedi:

“Etnik devlete karşıyız!”

Sonra şöyle devam etti:

“Türkiye’nin bağımsız bir Kürt devletine karşı çıkmasının nedeni, etnik esaslı yeni bir devletin oluşmasına yol açmasıdır…”

İlahi Yılmaz! Yani şimdi “etnik” olmayan “bağımsız Kürt devleti”ni sana nerden bulalım. Bir Kürt devleti tabii ki etnik olacak!

Kuzey Kıbrıs’ta kurduğunuz uyduruk Türk devleti etnik değil mi?

Çeçenistan’da, mevcuduyla da yetinmeyip, sizin de desteğinizle kurulmaya çalışılan şeriatçı devlet etnik değil mi?

Daha üç-beş yıl öncesi Slovenya, Hırvatistan, Bosna, Makedonya ve Kosova’da ortaya çıkanlar etnik değil mi?

Bizzat Türk devleti etnik değil mi,  Türk etnik grubuna dayanmıyor mu? Eğer öyle değilse, neden Lazı’ın, Çerkez’in, Arab’ın ve 20 milyon Kürdün varlığına rağmen resmi dil Türkçe, ve federasyon lafı bu kadar ürkütücü?.

Ne yaparsınız, Türkiye’de Kürt sorununa karşı oluşan önyargılar ve boğucu şovenizm deryası, Yılmaz gibi az çok ciddi ve çağdaş bilinen bir politikacıya bile böylesine inciler söyletiyor işte!

(Not: Bu yazı 3 Kasım seçimlerinden önce yazılmıştı. Baraja takılan Ecevit, Çiller ve Bahçeli için “oh olsun!” desek de Yılmaz’a geçmiş olsun!.”

Ne halt etmiş..

Taha Akyol’un,  Türkiye’nin şu anda içinde debelenmekte olduğu ve bir türlü çıkış yolu bulamadığı ekonomik ve politik krizin nedenlerini tartıştığı bir yazısının başlığı şöyle :

“Ne halt ettik!”

Ne demeli?..

Çok halt ettiniz Bay Akyol, çook! Daha da etmektesiniz..

En başta da ülkenin gerçeklerini yok saymak ve bunun üstüne ısrarla çağdışı politikalar kurmak.. Bu politikaları tank gücüyle yürütmek.. Bunu “ulusal çıkarlar” adına yapmak ve akıllıca devlet adamlığı saymak.. Ülkenin bir yazarı olarak hem aydın geçinmek hem de bu ilkel politikalara destek vermek, minareye kılıf uydurmayı bir sanat haline getirmek..

Bu buz üzerine ev inşa etmeye benziyor. Kutupta olsa neyse, ama Türkiye gibi sıcak bir ülkede hiç olmaz..

AB Tarih vermezse?

 Şu günlerde Türk basınında pek moda olan bir başlık:

“AB tarih vermezse Türkiye sertleşecek!”

Aklımıza şu ünlü asker hikayesi geldi. Komutan askerlerinin adını soruyormuş. Birisi, “adım Mülayim!” demiş. Komutan öfkelenmiş:

“Ulan sert olsan ne yazar yani!”

Türkiye sertleşince ne yapar acaba? AB’ye askeri operasyon mu düzenler, yoksa AB’ye yaptığı yardımlar, verdiği kredileri var da onları mı askıya alır?.

Belki de bir dönem İtalya ve Fransa’ya gösterilen öfkeli tepkilere benzer şeyler yaparlar. Kravat makaslar, portakal çiğner, eski buz dolaplarını, çöpe atılacak külüstür otomobilleri tekmelerler… Kim bilir?..

Hızla parlayan ve sönen yıldız..

Derviş Türk siyaset yaşamına ansızın girdi, hızla parladı.

Aslında girişi pek o kadar da ansızın değil. On yıl kadar önce, kendisi gibi hızla parlayan -aynı hızla da sönen-  Cem Boyner’in liderliğini yaptığı Yeni Demokrasi Partisi’nin de saflarındaymış meğer.. Ama o zaman adı bile duyulmamıştı.

Galiba 68 Kuşağı’nın içinde de varmış..

Derviş’in 2001 yılının başlarında ansızın parlaması, bir yandan krizin, bir yandan da krizi söndürmeye çalışan IMF ve Dünya Bankası’nın ürünü idi. Derviş söz konusu uluslararası para kuruluşlarının adamı olarak geldi, dayısı güçlüydü!

Bu nedenle, medyanın da spot ışıkları altında, sahneye bir kurtarıcı gibi düştü. Yoksulu zengini umutlarını ona bağladı.

IMF ve Dünya Bankası’nın güvenilir adamı olarak Türkiye’de ekonominin dümeni ona teslim edildi ve Türkiye’ye taze para akması böylece mümkün oldu.

Değişim yönünde kendisinden beklenen rol ise gerçekleşmedi. Hele ekonominin dümeninden ayrılıp politik hayata adım attığı zaman, politika değirmeni onu pek hızlı eskitti ve mevcutlara benzetti.. CHP içinde parlamentoya taşınsa bile, kuşku olmasın, bu onun silikleşmesini önleyemeyecektir.. Birkaç gün önce Neşe Düzel’in sorularına verdiği yanıtlar, demokrasi ve değişim yönünden ürkütücü idi. Derviş orducu kesilmişti, askeri darbeleri savunuyordu!

Daha 1,5 yıl öncesi, Derviş ününün doğruğunda ve çoğu kişi için bir “umut” iken, Dema Nu’nun 15 Mayıs tarihli 5. Sayısında çıkan “Derviş’in Rolü” başlıklı yazıda şöyle deniyordu:

Kemal Derviş’in rolü ya da, başka bir deyişle görevi son günlerde daha da netleşiyor. Bu rol, biri hükümet, biri de iç ve dış büyük sermaye çevreleri bakımından olmak üzere ikilidir.

Ülkeyi kriz batağına sokan, toplumun güvenini tümüyle yitiren ve salt “mecburiyetten” hala iş başında kalan hükümet bakımından Derviş’in rolü, kitlelere vereceği umutla paniği önlemek, ekonomik dengelerin yeniden kurulmasını sağlamak, diğer bir deyişle hükümeti kurtarmaktır. Bu halk, sorunlarının çözümünü kendi dışında kurtarıcılara havale etmeye, bu tür kişilere olağanüstü güçler atfetmeye, onlardan mucizeler beklemeye alışık olduğu için bu doğaldır, toplum psikolojisine uygundur. “Kurtar bizi Baba!” diye haykırıp yıllar yılı Demirel’e sarılan, Ecevit’i “umut” ve “Karaoğlan” yapan, “En büyük Özal!” diyen, Necmettin Efendi’de kerametler vehmeden, Çiller’i erotizmle karışık bir “analık”a yükselten bu halktır.. Belli ki bir süre de Derviş’le oyalanacaktır. O, çığ gibi büyüyen umutsuzluğa, öfkeye karşı bir tür müsekkin..

İç ve dış büyük sermaye çevreleri bakımından Derviş’in rolü ise, bu kesimin çıkarına uygun düşen serbest piyasa ekonomisini tüm kurallarıyla uygulamaktır. Yani tam bir özelleştirme ile mevcut kamu mülkünü (daha doğrusu devlet mülkünü, ya da iktidar partilerinin arpalığını) satmak, bankaların esnafa ve çiftçiye sunduğu ucuz kredileri keserek “görev zararı” denen yükü kaldırmak, fedakarlık deyip yine işçinin, memurun, emeklinin payından kesmek, yani krizin faturasını bir kez daha onlara yüklemektir. (Bak: Dema Nu sayı 5, Kemal Burkay imzalı yazı).

Aynı yazıda Derviş’e yönelik kimi beklentilerle ilgili olarak da şöyle deniyordu:

“Mevcut siyasi partilerin ve liderlerinin itibarının nerdeyse sıfıra yaklaştığı ve kitlelerin bir kurtarıcı aradıkları bu ortamda değişimin liderliğine soyunabilirdi. Bu kendisi için de ülke için de bir fırsattı.

“Ama görünen o ki Derviş –ne yazık ki- bu rolü oynamaya hazır ve istekli değil. Bunun bilincinde de değil.

“Derviş’in çok hızlı parlayan yıldızı aynı hızla da söneceğe benzer. Hak edilmeyen ünler yel gibidir. Haydan gelen huya gider, selden gelen suya gider.”

Galiba şu günlerde Derviş açısından olup biten budur.

 
PSK Bulten © 2002