|
Tuzağa düşüp düşmemek Ve Statüko Cephesinin B Planı
|
2012-09-04 09:19
|
Kemal Burkay
|
|
Başbakan Erdoğan, Beytüşşebap’ta yaşanan son çatışmadan sonra “tuzağa düşmeyeceğiz” dedi.
Ortada bir tuzak olduğu doğru. Ben de şu anda Dengê Kurdistan ve Dengê Azad sitelerinde ve “fan page” sayfamda yer alan “Bunu Anlamayan, Anladığı Zaman Geç Olur” başlıklı yazımda tam da buna değiniyorum. (Bir ön notla yeniden yayınladığım bu yazı geçen yıl Haziran ayında, seçimlerden hemen sonra yayınlanmıştı ve “Kaos Ortamını Kim İster” başlıklı idi.
Sayın Başbakan’ın sözünü ettiği tuzak yeni değil. O hem AK Parti’ye karşı, hem de çok daha geniş kapsamda ülkenin barış ve demokrasi güçlerine karşı.
28 Şubat süreciyle Erbakan başkanlığındaki koalisyon hükümetini deviren Militarist-Kemalist çevreler, onu izleyen AK Parti’nin seçim başarısını önlemek için de elden geleni yaptılar, ama başaramadılar. AK Parti 2002 seçimlerinin ardından tek başına hükümet oldu. Bu kez ona karşı darbe hazırlıkları başladı.
Söz konusu darbe girişimlerine 2004 yılından itibaren canlanan PKK eylemleri eşlik eder oldu. Oysa PKK, Öcalan yakalandıktan sonra silahları susturmuş, hatta gerillaları tümden silahsızlandırmayı önermiş, ama bu kabul görmeyince -ordu ile anlaşmalı biçimde- onları sınır ötesine, Güney Kürdistan’a çekmişti. PKK 1999-2004 arasında tek kurşun sıkmadı, üstelik adını, programını bile terk etti.
Peki 2004’ten itibaren ne oldu da yeniden şahinleşti, adını geri aldı ve “Görülmüştür” damgalı savaş kararları serbest biçimde İmralı’dan Kandil’e ulaştı?
Bunun öyküsünü –Osman Öcalan ve Nizamettin Taş dahil- bizzat PKK’dan ayrılan komutanlar yazdılar, söylediler. Ben de birçok kez değindim.
PKK’nın şahinleşmesi, o dönemde ordu içinde hakim konumda olan darbeci-Ergenekoncu kesimin tercihinin bir sonucu idi. Generaller, 12 Mart ve 12 Eylül öncesinde olduğu gibi, darbe koşullarını olgunlaştırmak, kamuoyunu hazırlamak için buna gerek duydular. Ortalık karışmalı, “vatanın ve milletin birliği” bir kez daha “tehlikede” gibi görünmeli ve kahramanlarımız onu bir kez daha, sivillerin işine son vererek “kurtarmalı” idiler…
Bu olmadı. Çünkü ABD ve NATO bu kez darbeye yeşil ışık yakmadılar. Ayrıca hem halkın hükümete desteği yüksekti hem de Erdoğan ve arkadaşları şapkalarını alıp gitmediler, dik durdular. Bu kez avcılar av oldular ve Silivri’yi boyladılar…
Ama bununla darbeci-Ergenekoncu güçler tükenmedi, tümüyle havlu atmadı ve umutlar bitmedi.
CHP’si, “anti Amerikancılık ve anti AKP’lilik” şablonuyla malul ve çarpıtılmış solu, Kürt ve demokrasi düşmanı cümle faşist odakları ile “Ulusalcı Cephe” can havliyle kavgaya devam etti ve ediyor.
Bu cephenin 12 Haziran 2011 seçimleri öncesi A Planı, AK Parti’ye karşı bir seçim bloku yaratmak ve çoğunluğu onun elinden almaktı. CHP ve MHP’nin yanı sıra, AK Partiyi bir nolu düşman, hatta başlıca ve tek düşman sayan PKK-BDP kesimi de bu cepheye dahildi… Eğer bunu başarabilseler, gidiş tersine dönecek, Silivri boşalacak, suyun başına Militarist-Kemalist kesim geçecek ve –kuşku yok- Kürt sorununda tümüyle eskiye dönülecek, Kürt yurtseverleri ve demokrat insanlar, hatta büyük ihtimalle şu “şeriatçı canavarlar” bir kez daha kodesi boylayacaklardı…
A Planı tutmadı ve ardından B Planı devreye girdi. B Planı’nın belkemiği PKK’nın yeniden hareketlenmesi idi ve Duran Kalkan daha seçim öncesi 2011 Mayısı’nda yayınlanan makalesinde, “halk savaşı” başlatacaklarını açıklamış ve bu savaşta dost düşman tasnifi yaparken, “generalleri Silivri’ye konduğu için hükümete diş bileyen ordu”yu, bunun yanı sıra Türkiye ile ciddi sorunlar yaşamakta olan Suriye ve İran’ı, arka planda ise onlara destek veren Rusya ve Çin’i “dost güçler” arasında saymıştı. Yani “zafer” için tüm koşullar uygundu!
İşte bu nedenledir ki Oslo’daki görüşme masası devrildi ve “savaşa gerek yok, devletle anlaştık” diyen Öcalan baypas edildi. Silvan’la başlayan zincirleme eylemler devreye girdi.
Bu bir tuzaktı ve yalnızca AK Parti’ye değil, bundan da öte Kürt sorununun çözümüne, barış ve demokratikleşme sürecine… Bir başka deyişle hem Kürt halkına, hem Türk halkına bir tuzaktı.
Bu tuzak ne yazık ki, son dönemde tırmanan şiddet ve çatışma ortamıyla devam ediyor. Suriye’deki iç savaşın kıvılcımları ise bu tarafa sıçramakta ve yangını büyütmekte.
Bu tuzağa düşmemek, onu boşa çıkarmak için yapılması gereken ne?
Öncelikle tuzağı görmek ve deşifre etmek, kamuoyunu aydınlatmak.
Peki hükümet bu tuzağı başından beri görebildi mi? Kanımca gördü, görmemesi eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Peki teşhir edebildi mi? Ne yazık ki hayır.
Hatta tuzağa düşmemek için gerekli uyanıklığı göstermek şurda kalsın, kanımca tuzağa düştü de.
Tuzağı boşa çıkarmak için yapılması gereken işlerden biri, başlıcası, Kürt sorununun çözümü, barış ve demokratikleşme doğrultusunda kararlı biçimde devam etmekti.
Ne yazık ki hükümet bunu yapamadı. Öncelikle çözüm ve demokratikleşme çabalarına gelen tepkiler nedeniyle durakladı. Ardından PKK’nın eylemlerini gerekçe göstererek geriledi, yeniden “Kürt sorunu yoktur” ezberine sarıldı ve sorunu “terörle mücadeleye” indirgedi. Bu tam da söz konusu tuzağı kuranların ve AK Parti’yi köşeye sıkıştırmak isteyenlerin istediği şeydi.
Hükümet diğer alanlarda da genel olarak demokratikleşme ve değişim perspektifini yitirdi. Örneğin Alevi kitlesinin taleplerini karşılamaktan kaçındı. “Kürtler Türk okuluna” derken “Aleviler de camiye” dedi. Zorunlu din dersini bile okullardan kaldırmaya yanaşmadı. Kürtaj, Çamlıca’ya cami, dindar gençlik yetiştirme gibi takıntılara yöneldi.
AK Parti bir bakıma, artık darbe teşebbüslerini savuşturarak yerini sağlamlaştırdığı zehabına kapıldı, askeri ve sivil bürokrasiyle uzlaşmaya yöneldi. Eğer Roboski katliamının sorumluları üstüne gidilmediyse nedeni budur.
Şimdi, Sayın Başbakan, “tuzağa düşmeyeceğiz” derken böylesine geniş bir perspektiften mi bakıyor? Ne yazık ki hayır. Şemdinli, Beytüşşebap ve benzeri eylemlerle hükümetinin, Suriye’deki gibi sivil halkla karşı karşıya getirilmek istendiğini söylüyor, bu tuzağa düşmeyeceğiz diyor.
Elbet o da bir tuzak ve düşülmemesi iyi olur. Ama asıl tuzak, Kürt sorununu yok saymak ve sorunun çözümü için gerekli köklü, cesur adımları atamamaktır. Ne yazık ki AK Parti şimdi bu dar köşeye doğru sürüklenmekte.
Böyle bir AK Parti’nin değişim ve demokratikleşme konusundaki işlevi biter ve o giderek tutuculaşır, kendisinden önceki hükümetlere benzer.
Türkiye’nin gerek duyduğu ise değişimdir. Değişim dalgası yalnız Suriye’nin ve diğer Ortadoğu ülkelerinin değil, Türkiye’nin de kapısına dayanmıştır. Çağdaş liderlik, ileri görüşlülük, bunu zamanında görüp gerekeni yapmaktır. Gereken ise değişimi engellemek için tedbir almak değil, tam tersine değişim yönünde topluma öncülük etme yeteneği ve becerisidir.
Bin Ali, Kaddafi, Mübarek ve Esat bunu yapamadılar.
Peki Türkiye’yi yönetenler bunu yapabildiler mi, ya da yapabilecekler mi? Ülkeye herkes için eşitliği, çağdaş bir demokrasiyi, özgürlükleri getirebilecekler mi?
Yoksa su çok renkli ülkeyi ve toplumu, Türk-İslam sentezinin haki ve dar elbisesi içinde tutmaya devam mı edecekler?
4 Eylül 2012
|
|
|
|