|
Özgürlük ve barış temel sorunları çözmeye bağlı
|
2014-12-17 00:05
|
Kemal Burkay
|
|
Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı, Samanyolu Televizyonu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca ile bir grup medya çalışanı ve senaryo yazarına yönelik olarak 14 Aralık günü gerçekleşen gözaltına alma operasyonu basın özgürlüğüne önem veren iç ve dış çevrelerde haklı olarak endişe ve kaygı yarattı.
Gözaltına alınanlar arasında eğer haklarında suç işlediklerine dair ciddi kanıtlar olanlar varsa, bunun yargı tarafından soruşturulması elbet doğaldır. Örneğin bunlardan üç polisin bazı kişilerin evlerine bizzat bomba yerleştirip onların tutuklanmasına ve uzun süre cezaevinde kalmalarına yol açtıkları iddia edilmektedir. Bazı yayın organlarının ise yaptıkları yayınlarla bu tezgaha bilerek ortam hazırladıkları, katkıda bulundukları ileri sürülmektedir. Böyle bir iddianın yargı tarafından araştırılması anlaşılır bir şeydir.
Öte yandan, yaptıkları iş haber ya da yorum yapmak olan basın mensuplarını susturmaya, sindirmeye yönelik operasyonlar elbette onaylanamaz. Böylesi çabalar ülkede güven ortamını zayıflatır, gerilimi büyütür.
Son yıl içinde, Hükümet ve Gülen Cemaati arasında yaşanan sürtüşme ve gerginlik, özellikle geçen yıl tam da bu zamanlar yaşanan 17 ve 25 Aralık operasyonlarının ardından, son 14 Aralık operasyonu da hükümetin yönlendirdiği bir öç alma eylemi olarak yansıyor. En azından muhalefet böyle yorumluyor ve iç-dış kamuoyunda böylesi bir algı oluştu.
Son operasyon nedeniyle ortaya çıkan durumla ilgili benim kişisel temennim, işlerin hukuka uygun cereyan etmesi, soruşturmanın adil biçimde yürütülmesidir.
Ancak sorunun temel çözümü, temenni ve dileklerin, niyetlerin ötesinde, bugünkü gerginliği ve benzerlerini yaratan toplumsal fay hatlarını ortadan kaldırmakla mümkündür. Toplumsal barışı sağlamak da buna bağlı.
Bu ülkede geçmişten bu yana siyasi iktidarların muhalif basını susturmaya, hizaya getirmeye yönelik uygulamaları çok görüldü. Bu bazen siyasetin yönlendirdiği yargı yoluyla, bazen başka yöntemlerle, örneğin ekonomik baskı araçlarıyla sağlandı. Yargı da geçmişte bu alanda iyi bir sınav vermedi. Ülkenin hukuk tarihi bu türden skandal oluşturan örneklerle doludur.
Bu nedenle düşünce ve basın özgürlüğü hep ülkenin gündeminde oldu.
Ben de kendi hayatımda bunu birçok kez yaşadım. Örneğin 1966 yılında yazdığım bir makale yüzünden tutuklandım. Soruşturmaya bakan ilk yargıç tutuklama istemini reddettiği halde, dosya aynı gün ve delil durumunda hiçbir değişiklik olmadan ikinci bir yargıcın önüne götürülerek, yani yasa çiğnenerek sağlanmıştı.
Öte yandan bu ülkede medyanın da geçmişten bu yana iyi bir sınav verdiği söylenemez. Medya çoğu zaman siyasi iktidarların, hatta doğrudan istihbarat örgütlerinin yönlendirmesine uygun olarak ya kamuoyundan gerçekleri gizledi, ya da gerçek olmayan haberlerle yönlendirdi. Birçok kez de bu tür sansür, çarpıtma, haksız suçlama, itibarsızlaştırma kampanyalarını, sistemin ezberlerine uygun biçimde gönüllü olarak yaptı.
Ben bu tür uygulamalara da zaman zaman bizzat hedef oldum. Örneğin bu ülkenin medyası, özellikle 12 Eylül döneminde, şu son yıllara kadar benimle ve başında bulunduğum örgütle ilgili haberlere ya sansür koydu ya da onları çarpıtarak verdi. Kürt sorunuyla ilgili haberler uzunca bir dönem MİT’in süzgecinden geçerek, ya da onun servis ettiği biçimde verildi.
Şu son yerel seçimler sırasında bile HAK-PAR’a ve bu arada bana uygulanan ambargo da bu türdendi. Türkiye medyası “yandaşı-muhalifi” ve “merkez medya” deneni ile bir tüm olarak, seçimlerden altı ay önce bize karşı başlattığı ambargoyu seçim sonuna kadar sürdürdü. Bizi görmezden geldi. Bu görmezlik hala da pek kırılmış değil.
Kısacası bu ülkede hiçbir dönemde gerçek bir basın özgürlüğü olmadı. Bu ülkede hiçbir dönemde yargı, özellikle de siyasi davalarda güven vermedi.
Kuşkusuz Türkiye bu konuda tek örnek değil. Türkiye bu alanda belki bazı ülkelerden daha iyi durumda, bazı ülkelerden ise geridedir. Ama görece olarak düşünce ve basın özgürlüğü bakımından daha iyi durumda olsalar bile, Batı ve Kuzey Avrupa ülkeleri ve ABD bile bu alanda sütten çıkmış kaşık değiller. CİA’nın geçmişte kimi kirli operasyonlarını gizleme ve kamuoyunu yönlendirme amacıyla, çeşitli ülkelerdeki partner istihbarat örgütleriyle birlikte medyayı nasıl yönlendirmeye çalıştığı sır değil. Papa ve Palme suikastları sırasında yaşananlar bunun örneği. İlginçtir, Papa suikastıyla ilgili olarak Sovyetler’in ve Bulgaristan’ın suçlanmasının yanı sıra, benim ve Teslim Töre’nin adı da olaya karıştırılmak istendi. (Bu konuda anılarımın 2. Cildinde, sayfa 276’da, “Adımı Papa Suikastına Karıştıran İlginç Bir Senaryo” başlıklı bölüme bakılabilir.)
Tüm bu nedenlerle, bir bütün olarak demokrasi mücadelesi, özel olarak da düşünce ve basın özgürlüğü, en gelişkin demokrasiler dahil, tüm ülkelerin gündemindedir.
Kuşkusuz Türkiye’nin demokrasi yönünde, çağdaş ve ileri standartları yakalamak bakımından bile alması gereken daha çok yol var. Avrupa Birliği standartları bu bakımdan önemlidir ve Türkiye yönünü ve yolunu Avrupa’dan ayırırsa büyük yanlış yapar. Böyle bir şey onu zeten olumsuz etkilerini bir ölçüde yaşamakta olduğu Ortadoğu batağına daha da hızla sürükleyebilir.
Demokrasi ve insan hakları alanında çağdaş ileri standartları yakalamak içinse ülke, Kürt sorunu başta olmak üzere yüz yüze olduğu önemli sorunlarını çözmeli. Devlet şeffaflaşmalı. Bu olmadıkça toplumun tamamı gibi, onu yönetenler de huzur bulamazlar. Bu olmadıkça baskıyı, şiddeti, yolsuzluğu, devlet içi ve dışı çeteleşmeyi, kıyasıya toplumsal çekişme ve çatışmaları; kısacası bugün yaşadığımız türden pek çok çalkantıyı toplum yaşamından çıkarmak mümkün değil.
Bir başka deyişle, bu ülkede basının özgür ve hukukun hukuk olması, ancak demokrasi yönündeki büyük açıkları kapamak, gerekli değişim ve dönüşümleri yapmakla mümkündür. İktidar ve muhalefet yönünü buna çevirmeli. Ülkenin aydınları dikkatleri temel sorunların çözümüne yöneltmeli. Bunu başarmadıkça bugün yaşadığımız türden gerginlikleri, operasyonları, karşılıklı suçlamaları, bir tür sağırlar diyalogunu, daha çok yaşarız
17 Aralık 2014
|
|
|
|