|
Siyaset ve Yalan
|
2015-02-03 21:41
|
Kemal Burkay
|
|
Geçen cumartesi günü Alternatif Düşünce Kuruluşu’nun (ADK) Ankara’da düzenlediği bir panelde idik. Panelin konusu “Toplumsal Travmaların Arka Planı-Siyaset ve Yalan” idi.
Panelin dört konuşmacısından üçü akademisyendi. Belki bundan, sunumları fazlaca akademikti, bir felsefe dersi gibi…
Oysa konu önemli ve ilginçti. Siyasetin ortaya çıkış süreci ile yalanın ona eşlik etmesi, egemenlerin sömürü ve baskı çarkının yalansız olmadığı, olamayacağı; bizzat bu ülkenin yakın geçmişinden ve bugününden zengin örneklerle anlatılabilirdi.
Halk arasında pek yaygın bir kanı vardır: Siyaset yalansız olmaz… Çoğu insan siyasetle yalanı bir tutar. Eh bunda pek de haksız sayılmazlar; onlara siyaset adına o kadar çok yalan söylenmiştir ki…
Oysa böyle bir genelleme yanlış olur. Yalanı her zaman kendileri bakımından adeta kaçınılmaz bir araç sayan egemenlerin siyaseti ile, onların yalan bombardımanına maruz kalan sömürülenlerin, ezilenlerin siyasal mücadelesini birbirinden ayırmak gerekir. Bu ikincilerin yalana değil, doğruya, doğru bilgiye ihtiyaçları vardır.
Yalan egemenlerin, sömürenlerin, zalimlerin elinde, kendi çarklarını sürdürmek için bir kılıf olmuştur hep. Devleti ellerinde tutanların bir aracı kendi yaptıkları kanunlarsa, yargı ve hapishane, polis ve jandarma ise, diğeri de yalandır. Yalan kılıca eşlik etmiştir hep.
Egemenlerin siyaseti yalan üzerine kurulmuştur dersek yalan olmaz.
Örneğin bu ülkenin yüz yıldan fazladır yüz yüze olduğu şu Kürt sorununa bakın. Ülkeyi yönetenler, siyaset adamları bu sorunla ilgili olarak kendi halklarına ve dünyaya ne yalanlar söylemedi ki! Kürtlerin varlığı, dili bile şu son yıllara kadar inkâr edildi, “Kürtler Türk’tür, Kürtçe dedikleri dağ Türkçesidir,” dendi...
Neden sonra bu zırvalar artık dikiş tutmayınca Kürtlerin varlığı sözde kabul edildi, “kardeş” diye sırtları okşandı. Ama onların hak taleplerine sıra gelince, “Kürtler ne istiyorlar, hangi hakları eksik ki?!” biçiminde yalan ve saçmalama furyası devam etmekte.
Ya 1930’lu yıllarda devreye konan, dünyanın bütün dillerini Türkçeden doğmuş gösteren şu “Güneş Dil Teorisi” ile tüm milletlerin kökenini Türklere dayandıran “Türk Tarih Teorisi?..” Etileri, Sümerleri, Kızılderilileri, Mayaları bile Türk gösteren zırvalar?..
Ya bir “karşılıklı vuruşma” gibi gösterilmek istenen 1915 Ermeni Soykırımı?..
Ya Turan hayali, macera tutkusuyla ve akıl almaz bir tedbirsizlikle Sarıkamış’ın karlı, dondurucu soğuğunda topluca yok edilen, ama bugün, acılı öyküleri bir kahramanlık menkıbesi gibi halka yutturulmak istenen 90 bin genç insanımız?.. (ADK Başkanı Fazilet Çulha açış konuşmasında bu örneği verdi.)
Yalan üstüne kurulmuş böyle tarih olur mu?
Dünya tarihi egemenler bakımından böylesine yalan üstüne oturmuştur, denebilir.
Firavunlar ve Nemrutlar ya güçlerini tanrılardan aldıkları, ya da doğrudan tanrı oldukları iddiasındaydılar.
Köleci dönemde efendiler için kölelere sahip olmak, onları satma ve öldürme de dahil, yasalardan doğan bir haktı…
Avrupalı sömürgeciler Amerika, Afrika ve Asya’yı işgal edip söz konusu halkları köleleştirirken, bu ülkelere medeniyet götürdükleri iddiasındaydılar…
Cezayir’deki egemenliklerini sürdürmek için savaşan Fransız sömürgecileri “Cezayir Fransa’dır” derken yalan söylüyorlardı; sonuç da öyle olmadığını gösterdi.
Alman sermaye sınıfının çıkarı için bir yayılma savaşına girişen Alman faşistlerinin büyük yalanlarından biri “Cermen ırkının üstünlüğü” idi.
Öte yandan, siyaset salt egemenlere özgü bir eylem değildir. Baskı altındakiler, ezilenler, sömürülenler de zulme ve sömürüye karşı mücadele ederken kendi taleplerini, kendi gerekçelerini, diğer bir deyişle kendi siyasetlerini ortaya koymuşlardır. Bu siyasete yalan denemez.
Spartaküs hak ve gerçek uğruna savaşıyordu. Sömürgeciliğe karşı direnen halklar da.
Marks’ın söyledikleri yalan değildi. O kapitalizmin baskıya, sömürüye, aynı zamanda yalana dayalı mekanizmasını gözler önüne serdi.
Özetle, siyasetin tümünü yalan saymak gibi bir kolaycılığa –ve elbet yanlışa- kaçmamak, onun bu iki biçimini birbirinden ayırmak gerekir.
Doğruyla yalanın savaşı her zaman bir arada var oldu ve bugün de vardır. Onurlu her insana düşen, bu savaşta yanlış tarafta, yalanın yanında durmamaktır.
“Çarin” (Rubailer) adlı şiir kitabımın önsözünde şiir ve siyaset ilişkisi üzerinde dururken şöyle diyorum:
Güncel siyaset çoğu zaman sabun köpüğü gibidir, uçup gider; ama şiir kalır, eğer şiirse tabi…
Siyasette de kalıcı olan yok mu, siyasetin her şeyi unutulmaya mahkum mu? Değil elbet. Eğer toplumun iyiliği ve insanlığın geleceği için iyi şeyler düşünmüş ve bunun kavgasını vermişseniz bunlar yitip gitmez. Siyasette de güzel vardır.
Ne var ki siyasette kalıcılık, ün, olumluya özgü değildir. Tarih böyle bir ayrım yapmaz. Tarihte ünlü haydutlar da az değildir; oysa zaman kötü şiiri eler.
2 Şubat 2015
|
|
|
|