|
Başkanlık sistemi çok mu gerekli?
|
2015-02-09 23:14
|
Kemal Burkay
|
|
Türkiye’de birhayli zamandır başkanlık sisteminin gerekip gerekmediği tartışılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti içinde Anayasa profesörü Burhan Kuzu gibi bazıları bunu hararetle istiyorlar ve anayasa değişikliğinde bu noktaya odaklanmışlar. Muhalefet ise, parlamentoda olanı ve olmayanı ile buna karşı, hatta bu çabadan tedirgin.
Bu konuda kişisel görüşümü daha önce zaman zaman dile getirdim. Ben Türkiye için başkanlık sisteminin gerekli olduğu kanısında değilim, hatta yararlı olacağını düşünmüyorum. Başkanlık ve yarı başkanlık denen sistemler ABD, Fransa gibi bazı ülkelerde var ve normal bir işleyişe sahipler. Buna karşılık böyle bir sistemin demokrasi açısından ve tüm ülkeler için çok gerekli ve yararlı olacağı söylenemez. Hele hele demokratik geleneklerin yeterince güçlü olmadığı ülkelerde bu tür sistemler, kolaylıkla tek adam rejimine, diktatörlüğe dönüşebilir.
Latin Amerika ülkelerinde bunun örnekleri görüldü. Kolombiyalı ünlü yazar Gabriel Garcia Marques’in “Başkan Babamızın Sonbaharı” adlı eseri bu türden, tüm yetkileri kendi avucunda toplamış, kendisini olağanüstü bir konuma yükseltmiş bir “Başkan Baba”yı anlatır.
Demokrasi konusunda çoğu daha emekleme aşamasında olan, bir bölümü ortaçağ düzenlerini sürdüren Ortadoğu ülkelerinde ise başkanların kolayca Şah, Padişah, Sultan türünden bir “başkan baba”ya dönüşmesi hiç şaşırtıcı olmaz. Irak, Suriye, Mısır, Libya bunun somut örnekleri. Bu ülkeler sözde cumhuriyet idiler ve birer parlamentoları vardı.
Türkiye’ye gelince, coğrafi konumu gibi demokratik birikimi, gelenekleri bakımından da Ortadoğu ile Avrupa arasında bir yerde yer alan bu ülkede durum pek parlak sayılmaz. Cumhuriyet kendisiyle birlikte hemencecik “halk idaresini” getirmedi. Ülke 1923’ten 1950’lere kadar tek parti ve “Ebedi Şef” ile “Milli Şef” tarafından yönetildi. 1946’da sözde çok partili hayata geçildikten ve 1950’de iktidar seçim yoluyla el değiştirdikten sonra da demokrasi serüveninin nasıl korku filmlerini andıran maceralı bir yol izlediğini, askeri darbelerle, faşizan dönemlerle kesintiye uğradığını biliyoruz.
Türkiye, daha Osmanlı döneminden, 1830’lardan başlayarak yüzünü Avrupa’ya dönse ve bazı reformlarla insan hak ve özgürlükleri alanında bazı mesafeler sağlamış olsa bile, kökleri ve gövdesi asıl olarak Ortadoğu’da olmayı sürdürdü. “Padişah efendimiz”in işlevini, kutsallığını başa gelen birileri sürdürdü. Yurttaşların ise kulluktan özgür yurttaşlığa geçebilme serüvenleri tamamlanmış değil. Öyle ki, bunu salt köylülükte, muhafazakâr kesimlerde değil, kendisini sosyalist ve devrimci sanan kesimlerde bile görmek mümkün.
Yüzyılların patriyarkal ilişkileri içinde kullaşmış kişinin özgür kişiye dönüşmesi kolayca gerçekleşmiyor. Demokrasi, hatta sosyalizm geri kalmış toplumların yaşamında ve örgütsel yaşamda çarpık ve iğreti biçimler kazanıyor. Bakıyorsunuz devrimci geçinen biri baş olduğunda, güce kavuştuğunda kendisinde olağanüstü güçler vehmedip dediği dedik bir “diktatöre”, ülkenin halkı ise çeşitli araçlarla, daha çok da zor ve ideolojik propaganda ile, bir kullar yığınına dönüşebiliyor. Baş eğmeyen eziliyor, baş eğenler ise güdülüyor…
Demokrasinin bir ölçüsü insan hak ve özgürlüklerinin, bir başka deyişle siyasi ve sosyal hakların düzeyidir. Buna bakınca, ilginçtir, bu alanda en gelişkin olan ülkelerin bir bölümü, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, İngiltere, İspanya krallıkla yönetiliyorlar. Ne var ki bu krallıklar semboliktir. Yasaları parlamento yapıyor, hükümet yönetiyor ve yargı denetliyor. Demokrasinin bu üç temel bileşeni bu ülkelerde dengeli bir varlığa sahipler.
Öte yandan Finlandiya, Almanya, Avusturya, İsviçre, İtalya gibi demokrasi bakımından istikrarlı diğer Avrupa ülkeleri ise birer cumhuriyetler, ama bunlarda da başkanlık sistemi yok.
Bu örneklere ve daha başkalarına, örneğin Kanada’ya, Avustralya’ya bakarak şunu diyebiliriz: Demokratik ülkelerin tümü, tornadan çıkmış gibi tek biçimde değiller, her birinin siyasal yapısı, devlet biçimi kendi tarihsel yolculuğu içinde, koşullara bağlı olarak şekillenmiş. Kimi krallık, kimi cumhuriyet; kiminde başkanlık sistemi, kiminde parlamenter sistem geçerli; ülkenin etnik yapısına bağlı olarak birçoğu federal, bazısı değil.
Bu tespitten şu sonuca varabiliriz: Bir ülkenin demokratik olması için ille de başkanlık sistemi ile yönetilmesi gerekmiyor.
Konumuzun başına dönersek, bugün başkanlık sistemini isteyenler, ne için istiyorlar? Daha fazla hak ve özgürlük için mi? Ülkenin yüz yüze olduğu sorunları daha kolay çözmek için mi?
Eğer bunun içinse, başkanlık sistemine gerek yok, daha geniş, ileri bir demokrasiye gerek var. Böyle bir demokrasi parlamenter sistemle de pekala olur. Bunun için yapılması gereken ise çağdaş, gelişkin demokrasileri örnek alarak reformlar yapmaktır.
Bazıları, başkanlık sisteminin ülkeye federalizmi getireceğini söylüyorlar. Özellikle MHP bu alanda tehlike çanları çalarak şovenizmi gıdıklıyor ve böylece başkanlık sistemine karşı kitleleri etkilemeye çalışıyor.
Eğer başkanlık sistemi otomatik olarak ülkeye federalizmi getirecekse ne iyi! Bu Kürt sorununun çözümü olur.
Ama hem başkanlık sisteminin böylesi otomatik bir sonucu yok, hem de federal yapı için başkanlık sistemi şart değil. Yukarda saydığımız birçok ülke (Belçika, İsviçre, Kanada, Almanya, İspanya) federaller, ama bu ülkelerde başkanlık sistemi yok. Fransa’da ise yarı başkanlık sistemi var, ama bu ülke federal değil.
Kaldı ki bizzat Erdoğan ve onun gibi düşünenler, başkanlık sistemini bunun için istiyor değiller. Onlar Türkiye için federal yapıya karşılar, ısrarla üniter yapıyı savunuyor ve bunu her vesileyle dile getiriyorlar; “tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek resmi dil” vurgusu dillerinden düşmüyor. Hatta Türkiye şurda kalsın, Irak’ın federal yapısından ve Kürtlerin Suriye’de özerk bölgelere sahip olması gibi bir ihtimalden bile rahatsızlar.
Bütün bunlara bakarak şu sonuca varabiliriz: Sayın Erdoğan’ın ve başkanlık sistemini isteyenlerin hedefi hiç de bununla ülkeye geniş bir demokrasi getirme, Kürt sorununu ve ülkenin yüz yüze olduğu diğer sorunları çözme değildir. Eğer öyle olsa bunu açıkça söyler, demokrasi ve sorunların çözümü konusunda ne düşündüklerini, ne yapmak istediklerini açık biçimde bir bir sayar ve bu amaçla, parlamentoda anayasayı değiştirecek bir çoğunluğu elde etmek için halktan destek isterlerdi.
Örneğin devletin siyasi yapısını ademi merkeziyetçi bir şekilde değiştirip Kürt halkına federal veya otonom bir statü tanımak için mi?
Türkçeden başka dillerde eğitimi yasaklayan Anayasa maddesini değiştirmek, böylece Kürtçenin yanı sıra, ülkede var olan, konuşulan Arapça, Lazca ve diğer dillerde eğitimin önünü açmak için mi?
Diyanet İşleri Teşkilatını resmi bir kurum olmaktan çıkarıp, bir vakfa dönüştürmek için mi? (Bu yapılmadan ve din dersi zorunlu olmaktan çıkarılmadan laiklikten, diğer bir deyişle inanç alanında gerçek bir demokratikleşmeden söz edilemez. Oysa AK Parti hükümetinin böyle bir niyeti yok. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve bizzat Danıştay’ın kararlarına rağmen, din dersini zorunlu olmaktan çıkarmadı. Aksine, açık açık “dindar bir gençlik yetiştireceğiz” deyip belli bir inanca dayalı eğitim sistemini kurup pekiştirme hedefleniyor).
Türkiye’nin gerçekten de bütün bu köklü değişiklikleri içerecek yeni bir anayasaya ihtiyacı var. Bugünkü darbe anayasasının yerine bir an önce yeni, çağdaş, demokratik bir anayasa yapılmalı. Hükümet ve muhalefet, eğer ülkenin ve halkın iyiliğini istiyorlarsa bunu yapmaları gerek.
Oysa böyle bir durum yok. Sayın Erdoğan böylece, daha geniş başkanlık yetkileriyle ülkeyi daha kolay yönetebileceğini düşünüyor. Bu sistemde bugünkü Başbakanlık kurumu ya tümüyle devreden çıkacak, ya da etkisizleşip bakanlarla birlikte doğrudan Başkan’a bağlanacaktır. Bunun yanı sıra kararnameler yoluyla istenen yasal düzenlemelerin yapılması, atamalar yoluyla ise yargıya istenen biçimin verilmesi, onun başkanın denetimine alınması amaçlanmaktadır.
Bu ise özgürlük alanının genişlemesine, ülkenin demokratikleşmesine ve sorunların çözümüne hizmet etmez. Böylesine bir başkanlık sistemi, başta da belirttiğim gibi, Türkiye gibi demokratik geleneklerin zayıf olduğu bir ülkede tek adam rejimine yol açar, ortaya “Başkan Baba”lar çıkarır.
9 Şubat 2015
|
|
|
|