|
36 yıl sonra
|
2011-11-07 01:03
|
Kemal Burkay
|
|
Kemal Burkay
Sevgili okurlar,
Sitemizdeki köşe yazımın üzerinden yine çokça zaman geçti. Ama bu arada olan bitenlerle ilgili görüşlerimi çok sayıdaki TV ve gazete röportajları ile kamuoyuna yansıtma olanağı buldum ve bunların bazıları, özellikle gazete röportajları sitemizde de yer aldılar.
Ne yazık ki sitemiz “kurdistan.nu”, tam da benim yurda döndüğüm günlerde İstanbul 11. Ağırceza Mahkemesi’nin kararıyla engellendi. Bu nedenle yurt içinde siteye ulaşmak zorlaştı. Yine de okurlar bunun bir yolunu buluyor, değişik linklerden ulaşıyorlar. Kürt sitelerinin bugün bile engellenmesi çabası ise bu ülkede değişim sürecinin ne denli kırılgan olduğunun, bir ileri iki geri gidildiğinin bir göstergesi. Demek ki sistem hâlâ düşünceden, sözden bile fena halde ürküyor, onun kimi kurumları, yüzyıllardır süren alışkanlıkla sopayı elden bırakmıyorlar…
Bu arada Dersim’deki köyüme de gidip geldim. Köye en son 1975 yılında uğramıştım. Yoğun siyasi çalışmalar nedeniyle sonraki beş yılda bir daha gidemedim. 1980 yılında ise zaten yurt dışına çıktım ve göçmenlik tam 31 yıl sürdü. Böylece aradan 36 yıl geçti. 27 Ekim sabahı iki arkadaşımla, Sabri Hoca ve Samet’le, başka da kimseye haber vermeden yola çıktık; uçakla Malatya’ya oradan da Nurettin adlı Malatyalı arkadaşımızın otomobiliyle tam da öğle vakti köye vardık. Böylece 36 yıldır görmediğim köyüme 6 saatte ulaştık.
Malatya"da Baraj Gölü kıyısında
Malatya çok değişmiş, büyümüş, batıya doğru Beyler Deresi’ni aşıp öte yana taşmıştı. Trafik kazalarıyla ünlü Beyler Deresi de bir viyadükle rahatça aşılıyordu artık. Baraj gölü nedeniyle Malatya-Elazığ yolu artık Eski Malatya’dan geçmiyor, daha güneyden dolaşıyordu.
Elazığ da batıya doğru büyümüş, Hankendi kasabasına ulaşmıştı. Çevre yoluyla şehri aşmak mümkünken, şehrin içinden geçmeyi önerdim. Ne var ki anacadde üzerindeki yol yapım çalışmaları yüzünden değişik istikametlere yöneldik ve bir anda kendimizi Fevzi Çakmak Mahallesi’nde bulduk. Elazığ yeni ve ağaçlandırılmış caddeleri, geniş meydanları, modern binaları ile öylesine değişmiş, büyümüştü ki, içinde uzun yıllar yaşadığım bu kenti tanımakta zorluk çektim, eski mekanları aradım… Fevzi Çakmak’tan doğuya ilerleyip, Sako Mahallesi’nden geçip geriye döndük. 50 yıl önce kaymakamlık stajı yaptığım gri renkli eski vilayet binası bile pembeye boyandığı için tanımakta zorluk çektim. Ama onu aşıp güneye doğru açılan caddeyi görünce kuşkum kalmadı: “İşte burası İstasyon Caddesi!” dedim. Oradan ilerleyip şimdi ilköğretim okuluna dönüştürülmüş olan eski Lise’nin önünden geçtik. İstasyon binası hiç değişmemişti. Oraya varmadan doğuya, Bingöl yoluna, Kovancılar’a yöneldik.
Kovancılar’da bize Sarıcan köyünden Zeki ve Ali de katıldılar. Oradan yeterince et, ekmek ve sebze aldıktan sonra Bingöl yolundan ayrılıp iki otomobil halinde Dersim tarafına, kuzeye yöneldik. Keban Baraj Gölü’nün ucundaki Seyitli Köprüsü’nden geçtikten sonra anayoldan ayrılıp tepelere doğru tırmanan köy yoluna girdik. Ben bu yolu çocukluğumda ve gençliğimde yaya gidip gelmiştim hep. Seyitli Köyü’nden, Mastan’dan geçer, Dırban’a ulaşırdık. Şimdi ise kuzeydeki köylere giden yan yana iki stabilize yol var. Yol ayrımındaki levhalara yol boyundaki köylerin adlarını yazmışlar; ama bunlar tümüyle tanımadığım, bilmediğim Türkçeleştirilmiş, garip garip yeni adlar, yani asimilasyon adları… Bildiğimiz adlar, yani köylerin gerçek adları sözde geri verilecekti, ama durum değişmemiş.
Bu yüzden önce yanlış bir yola girdik, ama çok geçmeden fark ettik ve geri dönüp öteki yola girdik. Yol boyundaki Sörek (levhada “Karabulut”) köyünden geçtik, Dırban’a, yani bizim köye vardık. Köyün girişindeki karakol binasının önünden, herhangi bir kontrolle karşılaşmadan geçip köyün batı semtindeki evimize doğru ilerledik.
Daha köye varmadan, arkadaşlar bana “evi çıkarabilir misin?” diye sormuşlardı. Gülerek, “gözü kapalı bile çıkarırım!” demiştim. Ne var ki nerdeyse tüm evler, köy içi yolları bile değişmişti. Bizim eve yaklaştığımızı düşündüğüm bir anda karşıma, sağdaki yamaçta yeni yapılmış, üç katlı, çatılı bir ev çıktı; kısa bir betonarme yol da oraya doğru ilerliyordu. “Devam edelim,” dedim. O evin altındaki yoldan geçip ilerledik, 100-150 metre kadar gittik ki dereye ulaştık ve ben ancak o zaman evimizi geçtiğimizi fark ettim, “dönelim” dedim. Evet, az önce önünden geçip gittiğimiz yamaçtaki ev bizimdi! Ama eski iki katlı, toprak damlı ev gitmiş, yerine bu ev yapılmış, oraya çıkan yol da değişmişti…
Bu arada, yeğenim Derya da haber almış, yola çıkmış, bizi karşılamaktaydı.
Değişen yalnızca ev değildi, bahçe de çok değişmişti. Anılarımın 1. Cildinde sözünü ettiğim, bahçenin silüetini oluşturan yedi dev ceviz ağacından hiçbiri yoktu. Komşuların cevizleri de yoktu. Onlar, dediklerine göre, hem çok yaşlanmış, kurumuş, hem de gövdelerine talip olan gözaçık tüccarlar tarafından ucuza kapatılıp, kökünden kesilip götürülmüştü. Oysa İstanbul için Ayasofya, Sultanahmet ve Süleymaniye camileri ne ise, bu bahçe ve köy için de cevizler oydu…
Yeğenim Derya ve ağabeyim Mustafa ile kucaklaştıktan ve oturup biraz soluk aldıktan sonra, arkadaşlarla birlikte çocukluğumun geçtiği bu bahçeye daldım. Bahçe, yok olan cevizlerin dışında da çok değişmişti. Elma, armut gibi bazı yaşlı ağaçlar, üst taraftaki karaerik ağaçları gitmiş, ötekilerse yaşlanıp, budanıp tanınmaz hale gelmiş, bahçe toprağı üzerinde yeni ağaçlar boy vermişti. Eski çeşme tümden kurumuş, bahçenin diğer bir yerinden su çıkarılmış ve evin bitişiğine iki küçük havuz yapılmıştı. Evet, bahçe öylesine değişmişti ki, eğer bir sabah, nerede olduğumu bilmeden ansızın orada uyansam, buranın eski evimiz ve bahçemiz olduğunu bilemezdim…
Köy sonbaharı yaşıyordu ve bahçe de sonbahar renklerine bürünmüştü. Evin üstündeki koca armut ağacı ve koca badem daha da yaşlanmışlar, ama ölüme direnmişlerdi. Armudun dallarından meyveler sarkıyordu ve arkadaşlarla ondan tattık. Evin yanındaki iki dut ağacı duruyordu, kaysı ise tümden kurumuş, ama bizimkiler kıyıp da kesmemişlerdi… Bahçenin orta yerindeki alıç ağacı daha da büyümüş, salkım saçak meyvelerle donanmış ve bu mevsimde meyveleri olgunlaşmış, dibine saçılmıştı. Ondan da tattık. Pınarın yanındaki iki dev meşe ağacı da öylece duruyorlardı. Uzun ömürlü ve dayanıklı meşeye top tesir etmemişti… Ama birer boa yılanını andıran asmalar ve bu asmalardan birinin sarıldığı ahlat ağacı, sincaplarıyla birlikte artık yoktular. Bizim evin acımasız kedisi azılı bir kuş ve sincap avcısıymış. Kediler hep bildiğiniz sevimli hayvanlar değildir, onlar da bazı başkalarının azrailidir.
Biz bahçede dolaşırken, o arada İstanbul’dan bir telefon geldi ve nerede olduğumuzu sordular. Köyümde kendi bahçemizde olduğumuzu ve ağaçları arkadaşlarla tanıştırdığımı söyledim! Bizi İstanbul’da bilen arkadaşlar hem şaşırdılar, hem sevindiler…
Çok geçmeden köylüler sökün etti. Önce benim, saçları aklaşmış, bazısı bastonuna dayanarak yürüyen çocukluk arkadaşlarım geldiler. Sonra köyde az sayıda bulunan orta yaşlılar ve gençler… Bazı çocukluk arkadaşlarım, akrabalarım ve köylülerim ise ya köyde değildiler, ya da bu dünyadan göçüp gitmiştiler…
Köy benim çocukluğumda 120 hane idi ve bine yakın bir nüfusu barındırıyordu. Ama zamanla, özellikle de 12 Eylül’den sonra nüfus azaldı, köy dışarıya çok göç verdi, insanlar büyük kentlere ve dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Evlerin sayısı 40-50’ye düştü ve orada daha çok elleri topraklarından olmayan yaşlılar kaldılar. Köylülerin bir bölümü ise sadece yazları gelip gider oldular. Ama evler genellikle yenilendi. Büyük kentlerde yaşayanlar da eski toprak damların yerine yeni, iki-üç katlı, çatılı modern evler yaptılar; en azından yaz tatillerini orada geçiriyorlar. Bu evlerde artık su ve elektrik var, televizyon var, hatta bazısında internet bile var. Cep telefonu ise herkeste var… Köyler aynı zamanda yollarla kentlere bağlanmış ve kentle köy arasında minibüs seferleri var.
Yeğenim derya ve akrabalar, harman yerine yapılı ocakta ateş yaktılar ve sac kavurması yaptılar. Domates ve biberler ise doğrudan yandaki bostandan; taze, doğal, neredeyse artık unuttuğumuz hoş kokularıyla…
Gündüz güneşli açık havada, evin üst başındaki eski harman yerinde çepeçevre oturup sohbet ettik. Ama güneş gider gitmez soğuk sökün etti; içeri taşındık ve sobayı yaktık.
Sabah daha güneş doğmadan uyandım, karşı yamaçların, “Goma Sêdê” ile “Goma Ayisan”ın, “Dara Bayivê”nin resimlerini çektim. Sabah kahvaltısında komşuların yapıp getirdiği kömbeden yedik ve çeşme başlarına doğu açıldık. Önce Govê’yi gezdik, sonra Kaniya Sipî’ye (Beyaz Çeşme) doğru açıldık, Sava’nın eteklerinden geçtik, Kelemê Qerê’den dolaşıp döndük. Yol boyunda köylülerimiz bize elma ağaçlarından topladıkları meyveleri sundular. Gezimiz iki saati aşkın sürmüştü; güneşli, ama sert havada yorulmuş, acıkmıştık. Geldikten sonra da yine akrabaların getirdiği “sira sêlê”den yedik. (Bu, ince fetir ekmeğinden yapılan, tereyağlı, sarmısaklı ayranla terbiye edilmiş lezzetli bir köy yemeğidir).
Öğlene doğru Mohundu’dan ve Elazığ’dan, köye geldiğimizi haber alan bazı arkadaşlarımız daha geldi. Ahmet Hoca, Resul Hoca ve Apo (Bu ‘bizim Apo’dur, Serok filan değildir, yanlış anlaşılmasın!)
Öğlen sonrası, arkadaşlar ve bazı köylülerle birlikte annemin ve babamın mezarını ziyaret için derenin karşı tarafındaki yamaca geçtik. Annem ve babam, benim yurt dışına çıkışımdan kısa süre sonra aynı yıl (1981) bu dünyadan göçmüşlerdi. Mezarlarına çiçek bıraktık ve Fatiha okuduk. (Ben dindar biri olmasam da onlar dindar insanlardı ve böyle bir durumda bir Fatiha okunmasını beklerlerdi…)
İkindiye doğru vedalaşıp bizim köyden ayrıldık. 5 otomobilden oluşan bir konvoy halinde Komkar Mezrası üzerinden Kirzi’den geçip Lödek Köyü’ne yöneldik. Orada sevgili yoldaşımız Hüseyin Ali Akagündüz’ün mezarını ziyaret ettik, saygı duruşunda bulunduk. Onu 1987 yılında Paris’te çok genç yaşta yitirmiştik. Paris derneğimizin başkanıydı dış ilişkilerde aktif bir kadromuzdu. Zaten bu nedenle, faşist rejimin maşaları tarafından katledildi.
Daha sonra bucak merkezi Mohundu’ya geçtik, kahvede çay içip Belediye Başkanı’nın da içinde olduğu bir grup hemşehrimizle sohbet ettik. Oradan Hülüman’a, Hacıyusuf Mezrası’na geçtik. Hülüman’dan geçerken mola verip emekli dostumuz Kemal Yıldız’la ve 1966 yılında, senato seçimleri sırasında kendisine konuk olduğumuz Muhtar Yunus’la ayaküstü sohbet ettik. Hacıyusuf’ta, 1984 yılında Stokholm’de, karaciğer rahatsızlığı nedeniyle genç yaşta yitirdiğimiz değerli yoldaşımız Mustafa Budak’ın (Apê Selim) mezarını ziyaret edip saygı duruşunda bulunduk. Kardeşi Kazım ve akrabası Veli’de orada idiler. Akşam karanlığı çökerken Hacıyusuf’tan ayrıldık ve Seyitli üzerinden Elazığ’a geçtik.
Ertesi gün Elazığ’daki arkadaşlarla birlikte, yine 1987 yılında Almanya’nın Hannover kentinde faşist rejimin maşaları tarafından katledilen Ramazan Adıgüzel (Ali Hoca) yoldaşımızın Hüsenik semtindeki mezarını ziyaret ettik, saygı duruşunda bulunduk. Ali Hoca da değerli, birikimli, aktif bir yoldaşımızdı ve bu nedenle hedef seçilmişti. Babası ve kız kardeşi Fatma da Hüsenik’te oturuyorlardı. Evlerine uğradık, bir çaylarını içtik ve sohbet ettik.
Daha sonra Elazığ HAK-PAR’ı ziyaret ettik ve oraya gelen, aralarında Abdullah Can ve Piltan Erdoğan’ın da olduğu dost ve tanıdıklarla sohbet ettik. Aynı gün, Sıraç ve Resul Hocalar, Ali ve Apo ile birlikte Keban üzerinden Arguvan’a bağlı Çermik yöresine geçtik. Arkadaşımız Reşat
Reşat"ın göl kıyısındaki evi önünde
Behçet orada Karakaya Baraj Gölü kıyısında bir ev yapmış, bahçe yetiştirmişti. Bir akşam ona ve kardeşi Süleyman’a konuk olduk. Reşat da derin bir istek ve gönül hoşluğuyla bizi, el emeğinin ürünü olan sevgili ağaçları, kavunları, domatesleri ve ördekleriyle bir bir tanıştırdı. Akşam yemeğinde ise gölden tutulmuş balık yedik, birer kadeh şarap içtik… Gölün suyu duru, pırıl pırıldı. Ne yazık ki mevsim artık soğumuştu ve suya giremedik.
Ertesi gün Malatya’ya geçtik. ve oradaki dostlara, Süleyman ve Nazım’a konuk olduk. Bizim geldiğimizi duyunca Hacı Akyol, Emekçi, Van depremi nedeniyle Malatya’ya geçmiş Sabahattin ve diğer dost ve arkadaşlar bulunduğumuz evde toplandılar ve onlarla da sohbet ettik.
31 Ekim günü uçakla İstanbul’a döndük. Malatya Havaalanı Akçadağ Köy Enstitüsü’ne yakın bir yerdedir. Zaman olsaydı çocukluk ve ilk gençlik dönemimde altı yılımın geçtiği bu enstitüye uğrayıp yıllar sonraki halini görmek isterdim. Bu da umarım bir başka sefere…
PSK Bulten © 2011
|
|
|
|